- 9.09.2012 00:00
Toplumların ve kültürlerin geniş sürelere yayılan ve belirgin bir çevre üreten devamlılıkları olduğunu gözlemleyen bazı düşünürler, zihniyet kavramının eşiğine gelmişlerdir.
Bizde Ülgener, Topçu, Meriç, Tanpınar ve Mardin bu alanda derinlikli tespitler sundular. Batı'da ise bu zihinsel zeminin farkında olup ona en fazla yaklaşanlardan biri Foucault oldu ve 'epistem' sözcüğüyle karşılık aradı. Foucault'un seçtiği sözcük, onun da doğru çıkış noktasını fark ettiğini gösteriyor, çünkü epistem doğal olarak epistemolojiden gelen bir 'kısaltma'. Yani zihniyet denen şeyin dışımızdaki gerçekliğe ilişkin nasıl bilgi ürettiğimizle doğrudan bağlantılı olduğunu ima ediyor.
Ne var ki Foucault epistemlerin varlığına işaret etmekle birlikte, ne onların olası sayısı ne de aralarındaki geçişlilik hakkında pek bir şey söylemiyor. Oysa eğer epistemoloji ve sosyopsikolojiyi bir arada düşünürseniz, hem zihniyet kavramını insanın evrimsel macerasının içine oturtmak hem de bir zihniyetten diğerine nasıl geçildiğini anlamak mümkün hale geliyor. Her dönem ve her kültürde bireysel düzeyde bütün zihniyetlerin ve aralarındaki her türlü eklemleşmenin örneklerini bulmak mümkün. Ancak söz konusu dönem ve kültüre anlamını, meşruiyetini ve değerini veren bir egemen zihniyet söz konusu. Siyaset ise bu zihniyetten beslenen ideolojiler arasındaki rekabetten besleniyor. Ne var ki egemen zihniyetin, değişen dış gerçeklik karşısında toplumsal adaptasyona rehber olamadığı durumlarda, bu adaptasyonu yapmaya daha elverişli gözüken zihniyetler bireysel düzeyde kalmayıp toplumsal düzleme sıçrıyorlar. Zaman içinde eski ve yeni zihniyetler arasında farklı eklemleşmeler ortaya çıkıyor ve çoğu zaman yeni zihniyetin ağırlığının arttığı bir melezleşmenin o toplumdaki egemen zihniyeti oluşturduğunu görüyoruz. Yeni zihniyetin bu yükselme süreci aynı zamanda o zihniyetten beslenen ideolojilerin de ortaya çıkmasına tanık oluyor. Böylece geçiş döneminde siyaset, bir yandan eski ve yeni zihniyetler arasında ama hemen sonrasında da yeni zihniyetin farklı ideolojileri arasında yaşanıyor.
Bugün modernliğin miadını doldurduğu bir noktadayız. Özellikle kimlik, vatandaşlık ve ahlak meseleleri, modern tahayyülün bugününün dünyasını taşımakta zorlandığını gösteriyor. Modernlik ise belirli bir zihniyetten, relativizm ile otoriterliğin kendine özgü bileşiminden besleniyor ve dolayısıyla aslında asıl bu iki zihniyetin krizini yaşıyoruz. Nitekim söz konusu zihniyetlerin 'çocukları' olan liberalizm ve sosyalizmin küresel cazibeleri çoktan sönmüş durumda. Bu kriz doğal olarak diğer iki zihniyeti ön plana çıkarıyor... Modernliğin bastırdığı, kamusal alanın dışına ittiği ve aşağıladığı ataerkil zihniyet şimdi kendisine yeniden alan bulurken, bu zihniyetin en kadim ideolojileri olan dinler yükselişe geçiyorlar. Bugünün İslamcılık tartışmasını anlamlı kılan arka plan da bu... Modernliğin krizi sayesinde önünde ufuk bulan diğer zihniyet ise demokratlık. Ne var ki demokratlık binlerce yıldır egemen olmamış, antropolojik örnekler dışında belirli bir döneme veya kültüre damgasını vurmamış bir zihniyet. Dolayısıyla geriye doğru gidildiğinde sadece belirli düşünürlerle veya kısıtlı bazı deneyimlerle sınırlı. Diğer bir deyişle, ideolojileri henüz üretilmemiş bir zihniyetten söz ediyoruz. Bugün Bauman veya Barber gibi düşünürler, örneğin 'cumhuriyetçilik' çerçevesi içinde demokratlığın ideolojisini yaratmaya çalışsalar da bunların henüz çok cılız çabalar olduğunu söyleyebiliriz. Bu arada örneğin Mouffe veya Laclau gibi düşünürlerin ise demokratlıkla pek ilgilerinin olmadığını, modernliği ihya peşinde bir liberal/sosyalist sentez aradıklarını görmekte yarar var.
O nedenle bugünün tartışmalarında asimetrik bir durumla karşı karşıyayız: Modernlik liberalizm ve sosyalizmle sahada yer alırken, post modern durum sadece dinlerin değil, bir yandan da demokrat bireylerin kamusal alana çıkmalarına neden oluyor. İdeolojik planda liberalizm ve sosyalizm karşısında sadece dinler ve dindarlıklar var... Ama zihniyet planında relativizm ve otoriterliğin karşısında, hem ataerkillik hem de demokratlık var. Modern cenah yapılan tartışmaları sürekli olarak ideolojik düzleme çekerek hem esas tartışmanın hâlâ modernlik 'içi' olduğunu kanıtlamak, hem de zihniyet açısından zaten arkaik bulduğu dinleri muhatap almakla yetinmek istiyor. Oysa modernliğin krizinin esası hiyerarşi sorununu tam çözememiş bir toplum yapısında çoğulculuğu yaşatamamasıdır. Buna çare yeniden ataerkilliğin hiyerarşisine dönmek değil, muhtemelen demokratlığın hiyerarşiyi dönüştürerek yayan anlayışını benimsemek olacaktır.
Çoğulculuğun iki türünden biri olan ataerkil cemaatçiliğin bugünün küresel, iç içe geçmiş, 'dijital' dünyasında derde deva olması mümkün gözükmüyor. Buna karşılık iletişim ve etkileşimin kendine özgü geçici çözümler ve melezleşmeler yarattığı bir ortamda, akışkan haldeki farklı gruplaşmaların ve hareketlerin çok kimlikli bir geniş spektrum yaratarak çağın ihtiyaçlarına cevap getirmesi daha olası.
Yorum Yap