- 1.02.2016 00:00
Cumhuriyet gazetesi çalışanı olan iki gazetecinin, Can Dündar ve Erdem Gül’ün üç ay süren esaretlerinden sonra özgürlüklerine kavuşmaları çok sevindirici.
Ama, sürecin bir noktasında Dündar ve Gül’ün şimdilik özgürlüklerine kavuşmuş olmaları Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) son kararını çok sevindirici bir karar yapmıyor.
Malum, karar, iki gazetecinin özgürlüklerine kavuşmasında on lehte oya karşı üç aleyhte oyla çıktı.
İki gazetecinin süren davalarının tutuksuz statüde sürmesine üç yüce mahkeme hakiminin aleyhte oy vermiş olmaları gerçekten çok düşündürücüdür.
Düşündürücü olduğu kadar da Türkiye için, ama daha da önemli olmak üzere, hukukçu profilimiz için çok üzücüdür.
Meselenin özü de ona üç çıkan sonuç değil, oy kullanan, özellikle de aleyhte oy kullanan hakimlerin bu çok önemli göreve geliş yöntemleridir.
Karara muhalif kalan üç hakimden biri doğrudan Sayın Cumhurbaşkanı, diğer ikisi de son senelerde AKP çoğunluklu, Erdoğan denetimli TBMM tarafından Anayasa Mahkemesi’ne seçilmiş hakimlerdir.
Türkiye ilginç bir çekişmeli dönemden geçmektedir; karara lehte oy veren on hakimin de bu kararlarının altında özgürlükçü, evrensel hukuka dayalı mesleki eğilimlerinin mi yattığı yoksa siyasi bir çekişmenin sonucu mu böyle oy verdikleri, umarım büyük haksızlık yapmıyorumdur, kanımca belirsizdir.
Anayasa Mahkemesi gibi bir yüce mahkeme katında bile siyasetin hukukun önüne geçmiş olma ihtimali sıfır değildir.
Tüm bunları neden yazıyorum?
Geçenlerde elime ABD Federal Yüksek Mahkemesi için, adı öyle değil ama Anayasa Mahkemesi de diyebilirsiniz, ve özellikle de bu kurumda görev yapan hakimler için yapılmış çok ilginç bir araştırmanın sonuçları geçti.
ABD Federal Yüksek Mahkeme yargıçları da doğrudan başkanlar tarafından atanıyorlar ama önemli bir özellikleri yaşamlarının sonuna kadar bu görevde kalmaları yani görevden alınamamaları.
Malum, ABD’de bu atamaları yapan başkanlar bizdeki gibi anayasal anlamda tarafsız cumhurbaşkanları da değil, partili başkanlar.
Söz konusu araştırma Yüksek Mahkeme hakimlerinin verdikleri önemli kararlarla bu kararların ilgilendirdiği başkanların ve başkanların geldiği Kongre grubu, partisi ilişkisi üzerine.
Ve çok ilginçtir, muhtemelen bize ilginç geliyor, çok normal bir şey aslında, tek tek hakimlerin verdikleri kararlar ağırlıklı olarak kendilerini o makama atayan başkanların arkasında durdukları pozisyonların hilafına.
A hakiminin kararda aldığı pozisyon, verdiği karar ağırlık olarak kendini oraya getiren X ABD Başkanının istediği doğrultuda kararlar değil.
Başka bir ifadeyle ağırlıklı olarak kararlar öngörülemiyor.
Ve bu durum senelerdir böyle.
Ben bu hukukçuya, yüksek hakime hukukçu, gerçek hukukçu, gerçek hakim derim doğrusu.
Bizde durum böyle mi?
Maalesef hiç de öyle değil.
Özellikle Anayasa Mahkemesi’nde, son senelerde, son senelerde derken son yirmi-otuz seneyi kastediyorum, kimin kimi atadığı yani hangi hakimin nasıl göreve geldiği ve dosyanın konusu belli iken, kararın nasıl bir çoğunlukla çıkacağını üç aşağı beş yukarı kestirir olduk.
Kimse alınmasın, bu durum çok ayıplı bir hukuk durumudur.
Tahminlerde hep yanılmak istedim ama çok da kısmet olmadı maalesef.
Türkiye’nin hukuk fakültelerinden başlayan bir hukuk ve hakim meselesi var.
Kimse bu sübjektif saptamamı yanlış anlamasın lütfen.
Ben de, hukuka saygılı her vatandaş gibi, hakimlerimizin kendilerini o makamlara atayanlardan bağımsız, yerel ve milli kanunlardan da bağımsız, sadece evet sadece evrensel hukuk ilkelerine göre davranmalarını, karar vermelerini temenni ediyorum.
Anayasanın, üstelik Kenan Evren Anayasasının, 90. ve 138. maddeleri hakimlerimizin evrensel hukuka dayalı kararlar üretmeleri için yeterli.
Yeter ki, bu iki maddeyi hakimler evrensel standartlarda ve özgürlükçü bir bakışla yorumlasınlar.
Yorumlamak istesinler.
Yazımı Pazar sabahı yazdım ve bir üst satırda noktalamış idim ki, ekranlarda Sayın Cumhurbaşkanı’nın AYM kararına ilişkin o korkunç, tüyler ürpertici konuşmasını duydum.
Hukuk tanımadığını açıkça ilan eden bir cumhurbaşkanını ilk kez görüyoruz.
Bu durumda ne yapılabilir bunu da tam bilemiyoruz.
Böyle bir durum kitaplarda da yazmıyor zira teori bir cumhurbaşkanının aleni bir biçimde hukuku, anayasayı tanımayacağını, ihlal edeceğini düşünmemiş.
Hukukçuların, yüksek yargı organları mensuplarının bu duruma medeni ölçüler içinde hukuk tepki vermesi gerekiyor.
Akademisyen bildirilerine karşı senato bildirileri yayınlayan o üniversitelerin bir cumhurbaşkanının hukuku tanımadığını ilan etmesine de yine tepki vermesi gerekiyor.
Ancak, yazımın başında Türkiye’nin hukukçu sorununa değindim.
Üniversitelerin çok büyük bölümü de maalesef bu sorunun bir parçası.
ESER KARAKAŞ / HABERDAR
Yorum Yap