- 6.02.2016 00:00
Tuhaf günlerden geçiyoruz. Toplum olarak farklı dünyalar içinde yaşar gibiyiz. Bu hep böyleydi ama biz bunun böyle olduğunu çok da fark etmiyorduk belki de. Ancak bazı olaylar olunca, Kürtlerle ilgili (köy yakmaları, faili meçhuller gibi), Alevilerle ilgili (Maraş Katliamı gibi), Müslümanlarla ilgili (28 Şubat gibi) konular olunca yaşadığımız dünyaların farklı olduğunu anlıyorduk, ya da hissediyorduk. Ama son zamanlarda olup bitenlere bakınca insan kendine hiç böyle olmuş muydu diye sormadan edemiyor. Daha dün birlikte olduğunuzu düşündüğünüz insanlardan ne kadar da ayrı düştüğünüzü görünce bu soru daha da kaçınılmaz oluyor. Bakın köşe yazılarına, ya da televizyon programlarına, bir dönem benzer düşüncelere sahip olduğunuzu düşündüğünüz kişileri dinledikçe şaşırmamanız mümkün olabiliyor mu?
Geçen haftaki yazımda toplumumuzun farklı sosyolojilerinin etrafında siyasallaşmasını konu etmiştim. Farklı kültürel kodların, farklı değerlerin belirlediği kümeleşmelerin siyasal olanı etkilediği ve sonuçta tartıştığımızı düşündüğümüz fikirlerin, fikirlerden çok sosyolojiler olduğunu vurgulamıştım. Sosyolojilerin yapısallık içerdiğini ve dolayısıyla tartışarak varılabilecek yolun olmadığını söylemeye çalışmıştım. Buradan devam edersek bu yazıda da “inancın” farklılaşmanın üzerine olan etkisiyle ilgili birkaç söz etmek istiyorum.
Yukarıda ifade ettiğim bizi şaşkınlığa yönelten farklılaşmanın örneklerinden biri, bir kişinin diğerinin gerçekleri çarpıttığı yani yalan söylediği üzerine. Peki ama nasıl ayıracağız karşımızdakinin bize yalan söyleyip söylemediğini?
Birlikte çalıştığım bir arkadaşıma kütüphaneden benim için bir kitap almasını istediğimde cevaben onun bana o kitap kütüphanede yok dediğini düşünün. Kütüphaneye kendim gidip de o kitabı orada bulunca ne düşünmeliyim? Arkadaşım bana yalan mı söyledi yoksa kitabı aradığı halde görmeyip olmadığına hükmedip bana yok mu dedi. Yani yalan mı söyledi yoksa farkında olmadan gerçeği çarpıtıp beni de yanıltmış mı oldu? Bu iki durum arasındaki fark benim arkadaşımla ilgili nasıl bir “inanca” sahip olduğuma bağlıdır. Eğer ben arkadaşımın böyle şeyler yapacağına inanıyorsam, ancak bu durumda onun bana yalan söylediğine hükmedebilirim. Yok eğer arkadaşımın bana yalan söylemeyeceğine inanıyorsam onun bana yalan söylemediğini ama beni istemeden de olsa yanılttığını düşünmem daha mümkün. Kısacası birinin bana yalan söylediğini düşünmem onun bana yalan söyleyip söylemeyeceğine dair benimsediğim “inançla” ilgilidir, onun ne yaptığı ile değil.
Sanırım bugün siyaset alanının kutuplaşmasının, herkesin de bu kutuplaşma içinde kendi sosyolojisinin gereği diğerini yalancılıkla itham etmesinin arkasında birbirimize olan inançsızlığımız yatmaktadır. Bir başka deyişle toplumumuz, kendi içinde belirli bir inanç sistemi ve ağlar oluşturmuş ve birbirine inanmayan farklı gruplara ayrılmış durumda, o nedenle de birinin ak dediğine öteki kara demekte. O nedenle de gruplar arasında bir türlü üretken, yaratıcı tartışmalar yapmak mümkün olamamakta.
Peki ama bunu neden yapıyoruz? Çeşitli nedenler üzerine konuşmak mümkün ama uzatmadan buna kısa bir cevap verelim. Çünkü “inanmak” rahatlatıcı bir olaydır. Eğer biz bir şeye çok inanıyorsak aklımız yaşadıklarımızla uyumlu hale gelir ve rahat bir nefes alırız. Sanırım sorduğum sorunun kısa cevabı da bu.
Özetle Türkiye toplumu kendi içinde farklı kültürel kodlar, değerler ve inançlar bakımından farklılaşmış gruplardan oluşuyor. Bu grupların böyle varoluşları, toplumun sağlıksız bir atmosferde yaşamasına neden oluyor. Birbirini anlamayan, birbirine inanmayan, birbirini yalancılıkla suçlayan ve her an çatışmaya hazır bir insan topluluğu durumundayız. Böyle bir ortamdan hiç kimse için hayırlı bir sonuç çıkamaz. O nedenle de HDP’nin önerdiği “Türkiyelileşme” önerisi hala anlamını yitirmeyen değerli bir düşünce. Kimse bu kavramdan Kürtlerin Türkleşmesi gibi saçma bir sonuç çıkarmasın. Çünkü bu topraklarda hiç kimse daha henüz “Türkiyelileşmiş” değil. Kendine Türk diyenler de dahil.
Yorum Yap