- 2.02.2015 00:00
Tahir Elçi öldürüldü. Aramızdan biriydi. Sık sık çeşitli toplantılarda karşılaşır, konuşur laflardık. Güzel bir insandı. Dengeli bir insandı. Şimdi, şimdiye dek öldürülmüş birçok dostumuz için kullandığımız gibi Tahir için de ‘di’li geçmiş zaman’ kullanmaya başladık bile. Tıpkı Hrant’ı kaybedişimizde olduğu gibi...
Hrant öldürüleli ancak birkaç saat olmuştu. Agos’taydık. Rakel, sevgili eşinin teşhisi için gittiği hastaneden henüz gelmiş, kapıdan gözleri yaşlı içeri girmişti. Herkesin yakasında Hrant’ın resmini görünce ‘Ne çabuk! Ne çabuk’ diye haykırmıştı. Ne çabuk onu geçmişe gönderdiniz gibilerinden...
İnsan böyle hissediyor doğal olarak. Ama hayattayken vicdanlı insanların gönüllerinde taht kurmuş kişilerin ölmeleri ya da öldürülmeleri, ‘di’li geçmiş zaman kullanılarak hatırlansa bile zamanı aşan anlamlarla aramızda her zaman yaşıyorlar. Tahir Elçi de kısa ama inatçı ve onurlu bir hayattan sonra aramızdan ayrılmış olsa bile, bu kişilerden biri olarak hep aramızda olacak.
Dün Avrupa’dan yeni bir gaz alarak konuşan Başbakan daha elinde hiçbir kanıt olmadığı halde, bir başbakana yakışmayacak sığlıkta olayı PKK’ye bağlamaktan çekinmedi. Olayın devlet güçlerinin içinde olduğu bir suikast olması olasılığını ileri sürenlere karşı da ‘Her olayda devleti suçlamaktan vazgeçilmeli’ gibilerinden bir de cümle kurdu.
Şurayı açıklıkla belirtmek gerek. Eğer bir ülkede yargı bu denli devlet güçlerince manipüle edilebilir hale gelmişse orada her türlü yolsuzluk, cinayet ve suikast yapılabilir hale gelmiş demektir. Çünkü yargı ve hukuk, toplumda çıplak gücün hakimiyetini sınırlamak için vardır. Bu nedenle de devleti ele geçirenler ya da devlet gücünü kendi çıkarları için kullanabilenler hukuk kurallarıyla sınırlanmadıkça bu güçlerini kullanmaktan çekinmezler. Nitekim Türkiye’de son zamanlarda olanların, daha önce defalarca olduğu gibi devletin gücünün sınırsızca kullanılmasından ibarettir.
Yıllar önce, rahmetli Erdal İnönü SHP-DYP koalisyon hükümetinin Başbakan Yardımcısı iken, onun danışmanlarından biriydim. Azerbeycan ve Ermenistan arasında savaş ima eden gelişmelerin olduğu günlerde Eski Başbakanlık binasında bakanlar kurulu toplanmıştı. Saatler akşama vardığında başbakanlığın koridorlarında pek kimsenin kalmadığı bir zamanda Erdal Bey’in özel kalemine gittim. Kimseler yoktu. Dikkatimi çekti Erdal Bey’in odasının kapısı yarı açıktı. Kafamı içeri uzattığımda küçük yuvarlak bir masanın etrafında üç kişi gördüm. Pek anlam veremedim ama içeri de girmedim. O sırada arkamdan özel kalemde çalışan gençlerden birinin bana hafifçe seslendiğini duydum. İçeridekiler kimler diye sorduğumda bana, ‘Biri Genel Kurmay’dan, biri MİT’den, biri de Dış İşlerinden geldiler dedi. ‘Olaylarla ilgili bir şeyler yazacaklarını söylediler’. Devletin bu üç önemli kurumundan gelen bu bürokratların yazdığı şey aslında Bakanlar Kurulu kararından başka bir şey değildi.
Siyasetçilerin devlet denilen mekanizmanın her yerine hakim olduklarını sanmaları bir illüzyondan başka bir şey değildir. Nitekim ortada birçok işaret vardır ki bugün Kürt illerinde olanlar normal bir devletin yapabileceği cinsten olaylar değildir. Bunun en açık kanıtı ise duvarlara yazılan yazılardır. Tabii bir de oralarda yaşayanların anlattıkları var. Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşleri’ndeki en etkili cümlesi sanırım ‘Tanrı yoksa her şey mübahtır’ cümlesiydi. Bu cümleyi bizim durumumuza uygun olarak yeniden yazarsak sanırım ‘Hukuk yoksa her şey meşrudur’ diye yazmak gerekir. O nedenle de Başbakan’ın ulu orta konuşmaktan vazgeçip hukukun çalıştığı bir yargı düzeninin bir an önce kurulmasını sağlaması lazım. Yoksa hem kendisi ve hem de Cumhurbaşkanı yine ‘Bizi kandırdılar’ demek durumunda kalacaktır.
Yorum Yap