- 31.03.2015 00:00
Hızın ne kadar tehlikeli olduğunu bilmeyen var mı? Ama bizim Cumhurbaşkanımız duymamış olmalı ki tutturdu bir “Bize hız lazım!” diye söylenmeye. Maazallah, bugüne dek yaptığı bazı başarılı işlerin sonunda her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdığına bakarsak, bu hız tutkusunun onu ve arkadaşlarını götüreceği yer pek de hayırlı bir yer olmayabilir.
Bir kere Cumhurbaşkanı, demokrasilerin bir “hız rejimi” olmadığını bilmiyor. Demokrasiler, toplumun kanaatlerine göre davranan rejimler olduğundan “yavaş” işleyen rejimlerdir. Yavaş, ama genel çoğunluğun, getirilen önerilenleri hazmedebildiği ve onlara katkı sunma imkanı bulabildiği “sağlıklı” çalışan rejimlerdir. O nedenle burada “hız”dan çok toplumun “sağlığı” daha önemlidir. Bir an için düşünün, kararların en hızlı biçimde alınabildiği ( yine Cumhurbaşkanı’nın özlediği) “şirket” benzetmesinden gidersek, “kişi şirketleri” bunların başında gelir. Buna rağmen yine de insanlık, “kişi şirketinden” daha yavaş olsa da “anonim şirketi” yaratmıştır. Neden? Çünkü zamanla, üretim o denli karmaşık hale gelmiştir ki “tek adamın” aldığı “hızlı” kararlarla yönetilen işletmeler başarısız olmuşlardır da ondan. Sonuçta, kurulların ve kuralların olmasından dolayı “kişi şirketine” kıyasla daha yavaş çalışsa da “anonim şirketler” kapitalist üretimin vazgeçilmez birimleri olmuşlardır.
Eğer bu benzetmeye devam edecek olursak, bugünün şirket yapılarının, görece daha küçük olan, ve çalışanların kararlara katılabildiği türden şirketlerin daha başarılı olduğu bir yere doğru evrildiklerini görebiliriz. Tıpkı demokrasinin de daha yerel ve daha katılımcı bir yere doğru gidiyor olması gibi...
İçinde yaşadığımız kapitalist toplumun en temel çelişkisi, “az sayıda” insanın, “çok sayıda” insanın hayatlarıyla ilgili kararlar alabiliyor olmasıdır. Bir başka deyişle bugünün toplumlarında genel çoğunluk, kendi hayatlarıyla ilgili alınan kararlara katılamamakta, bu kararların alındığı süreçlerden “dışlanmış” durumdadırlar. Bu durum aslında, ne üretilecek, nasıl üretilecek ve kimler için üretilecek gibi temel ekonomi sorularının cevaplarının küçük bir sermayedar azınlık tarafından alındığı bir sisteme karşılık düşer. Böyle bir sistemin “yanlış” ve “adil olmayan” kararlar alacağı ise açıktır.
İçinde yaşadığımız kapitalizmin bu gerçeğinden gidersek, yapılacak işin, bir toplumun hayatıyla ilgili, neyi yiyip, neyi giyineceği, nasıl bir hayat yaşayacağı gibi temel kararlara katılmasının önünü açmak olacağı açıktır. Bu ön açmanın ise kaçınılmaz olarak yalnızca ekonomik alanı değil, aynı zamanda sosyal ve siyasi alanları da kapsaması gerekir. Bu nedenle de ihtiyacımız olan, toplumun sesini ve kendi hayatıyla ilgili taleplerini her alanda duyurabileceği “katılımcı” bir sistemdir.
Peki bu katılımcılık nasıl sağlanacaktır? Bu sorunun en genel cevabı tüm alanları “yerelleştirmek” olarak verilebilir. Yani, ekonomik alanı da siyasi alanı da sosyal alanı da yerelleştirmek ve böylelikle de yerel insanların, (yani aslında tüm toplumun) kendi hayatlarını ilgilendiren konularda alınacak kararlara katılabildiği yeni bir sistem oluşturmak...
Yazımın sınırlarına geldiğimden burada keseceğim. Ama sanırım şu cümleleri de yukarıdaki tartışmaya eklemem gerek. Toplumun kendi hayatıyla ilgili kararlara katılımını savunmak, baştan “doğru olanın” “vaaz edilmesini” değil “tartışılır olmasını” kabul etmeyi gerektirir. Yani “biz” neyin toplum için “doğru” olduğuna dair bazı fikirlere sahip olabiliriz, ama “bizim” bu fikirlerimiz toplumun etkileşerek üreteceği fikirlerin yerine geçemez.
Hızlı değil ama sanırım sağlıklı bir topluma da böyle ulaşabiliriz.
Yorum Yap