- 13.03.2015 00:00
Kapitalizm, emeği homojenleştirip ücretli emek haline getirdikçe kendi mezar kazıcılarını da yarattı. Marx’ın 19. Yüzyıl kapitalizmi ile ilgili yaptığı en önemli tespit buydu. Bu nedenle de işçi sınıfının “devrimciliği” kapitalizmi yöneten sınıflar karşısında mağdur bir kitle haline gelmesinden kaynaklandı. “Zincirlerinden başka kaybedecekleri şeyleri olmayan” bu insanlar kendilerinin yaşamak zorunda bırakıldıkları sistemi değiştirme talebiyle örgütlendiler, tavır aldılar vs.
İşçi sınıfının kapitalizmi mezara götürüp götürmediği meselesine gelince, gözüken odur ki neredeyse hiçbir ülkede (Sovyet deneyimi de dahil) bu gerçekleşmedi. Ama olan, kapitalizmin o ilk vahşi halinden çıkması ve başta işçi sınıfı olmak üzere tüm toplumsal kesimler karşısında çalışma hayatıyla ilgili çeşitli talepleri kabul etmesi oldu. Mağduriyetin yüksekliği kadar mücadelenin de yüksek olması bu taleplerin haklar temelinde alınması sürecini oldukça kanlı kıldı. Ama sonuçta işçi sınıfı hiçbir ülkede kalıcı bir zafer sağlayamadıysa da çalışma hayatında kapitalizmin kurallarının “değişmesini” sağladı.
İçinde bulunduğumuz bugünün kapitalizmi de “kültürel kimlikleri” homojenleştirip onları tek bir pazarın alıcıları haline getirmek isteyince kendi mezar kazıcılarını da yarattı ve yaratıyor. Kapitalizmin “temsili demokrasisi” bu mağdur kitlelerin, kendi kimliklerini, dillerini, adetlerini ve değerlerini kaybetmemek için giriştikleri mücadelelere cevap veremeyince değişim talebi de yükseldi. Bu nedenle de günümüzde siyasi alanın değişimi “mağdur kimliklerin” kendi mağduriyetlerini kaldırabilecek yeni bir demokrasi arayışından kaynaklandı.
Bu, özellikle de günümüz ulus devlet yapılarında, deyim yerindeyse “tıkıştırılmış kimlikler”in kendilerine dayatılmış “tek ulus, tek kimlik” homojenleştirmesine karşı oldu. Örneğin bizim gibi, “laik Türk” kimliği altına “tıkıştırılmış” bir çok kimliğin olduğu bir ülkede bu tıkıştırılmışlıktan dolayı mağdur olan “İslami kimlik”, “Kürt kimliği”, “Alevi kimliği” gibi kimlikler “değişim” talebini yükselttiler.
Bu değişim sürecini ilk olarak, ülkede, yönetimin sahibi “laik Türk” kesime karşı İslami kesim (AKP) başlattıysa da geldiğimiz yer itibariyle İslami kesimin değişim talebinin kendi kimliğinin sınırları içinde bir değişim talebi olduğu anlaşılıyor. Bir başka deyişle bir dönemin mağduru olan İslami kimlik, diğer kimliklerle birlikte var olan demokrasiyi değiştirip bütün kimliklerin taleplerinin karşılanabileceği bir demokrasi kurmaktansa, kendi kimliğinin egemenliğine dayalı otoriterleşme olasılığı çok yüksek bir başkanlık sistemi arayışına girmiş durumda vs.
Bütün bunlar neden HDP siyasetinin yükselmekte olan bir siyaset olduğunu anlatıyor. Çünkü HDP, yalnızca Kürt kimliğinin değil, ülkedeki tüm mağdur kimliklerin taleplerini de parlamentoya taşımak üzere yola çıkmış bir parti. O nedenle de artık yalnızca güçlüleri temsil ettiği anlaşılan “temsili demokrasi”nin alternatifi olan “katılımcı bir demokrasi”yi gündemine almış bir parti. Başarılı olup olamayacağı ayrı bir konu. Ama açık olan bir şey varsa o da HDP, zamanın ruhunu, yani insanların kendi geleceklerini kendilerinin belirleyebileceği, ya da kendi hayatlarını etkileyen kararlara doğrudan katılabilecekleri yeni bir demokrasiyi temsil etmektedir. Bu nedenle de HDP Türkiye toplumunun geleceğine seslenen tek partidir. Bütün mağdur kimliklerin ortak bir yaşama iradesi ortaya koydukları, yeniyi, yepyeniyi temsil eden bir partidir. Neden HDP sorusunun cevabı da bu gerçekte gizlidir.
Yorum Yap