- 17.12.2014 00:00
Çağdaş toplumların siyasi sosyolojilerinde tehlikeli bir “kutuplaşma” eğiliminin varolduğu siyaset bilimcilerin üzerine düşünmeye başladıkları yeni konulardan biri. Varolan kültürel kimlik farklılıklarının siyasi partilerle özdeşleştiği, siyasi parti taraftarlığının bir “kimlik” olarak daha etkili hale geldiği yeni bir dönem bu.
Siyaset bilimcilerin bu yönde fark ettikleri ve inceledikleri ilk örnek Amerika’daki Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti arasındaki siyasi polarizasyon konusu. Yapılan akademik çalışmaların vardıkları sonuçlardan biri, “ırkçılığın” siyasi bir kimlik olarak kamusal alanda kendini göstermesi mümkün olmayan bir kimlik olmasına rağmen Cumhuriyetçi parti içinde kendisine yer bulabilmesi. Örneğin Shanto Iyengar ve Sean Westwood, çalışmalarında (Haziran 2014); “Parti üzerinden etkin bir kutuplaşma, ırk üzerinden bir kutuplaşma kadar güçlüdür” sonucuna varıyorlar. Partiler arası kutuplaşmanın bir örneği olarak verdikleri sayılar da çarpıcı: 1960’da “Çocuğunuz, desteklediğiniz partiden olmayan biriyle evlenirse nasıl karşılarsınız?” sorusuna Cumhuriyetçilerin yüzde 5’i, demokratların yüzde 4’ü “hoşlanmam” diye cevap verirlerken, bu oranlar 2010’da yüzde 49 ve yüzde 33’e fırlamış durumda. Bu konudaki öncü araştırmacılardan Green, Palmquest ve Schickler de (2002), “parti bağlılığını” “din” ya da “etnisite” gibi sosyal bir kimlik olarak değerlendiriyorlar ve diğer sosyal kimlikler gibi partiye bağlılığın güçlü bir sadakati ima ettiği, değişen siyasi görüşler ya da parti gaflarından da (genel olarak) etkilenmediklerine vurgu yapıyorlar. Kısacası bu çalışmalar siyasi bir “partiye” aidiyetle bir “kimliğe” aidiyetin günümüzde üst üste çakıştığına dair önemli bulgular ortaya koyuyorlar.
Bu konuya girmemin nedeni ise benzer bir durumun Türkiye’de de oluştuğuna dair gözlemlerim. Ülkedeki siyaseti “bireyler” üzerinden okumaya çalışmak, “grupların”, “kimliklerin” “aidiyetlerin” önemini görmemek toplumumuzu anlamakta ve anlamlandırmakta zorluklar yaratıyor. Çünkü bu durumda, var olan “demokrasinin” ve “sandığın” ülkede tek tek bireylerin özgür iradelerini yansıttığı, bu nedenle de “sandıktan çıkanın” demokratik meşruiyete sahip olduğu ve “milli iradeyi” temsil ettiğine dair anlatının yalnızca bir hikaye olduğunu atlamak mümkün olabiliyor. Bir başka biçimde ifade edecek olursak, bizdeki “demokrasi” ve “sandık”, en yaygın olan, en kalabalık olan kimliğin iktidarını sağlayan bir mekanizmaya dönüşmüş durumdadır ve “milletin iradesini” değil, yaygın olan, kalabalık olan kimliğin (ki bu kimlik şimdi “İslamcı” kimliktir), “iradesini” yansıtmaktadır. Bu nedenle de bizdeki partiler de tıpkı Amerika’daki çalışmaların bulguladığı gibi tek tek bireylerin bir araya geldikleri organizasyonlar değil, kimliklerin üzerine oturmuş, o kimliklerin değerleri ve talepleri etrafında oluşmuş organizasyonlardır.
Peki buradan nereye varmak istiyorum? Buradan varmak istediğim konu sosyal kimliklerin parti kimliğiyle iç içe geçip kendini ifade ettiği bir dünyada kimlik-içi çoğulculaşmaların da bir kıymeti harbiyesinin olmayabileceği. Yani toplumdaki sosyolojik farklılıkların partiler aracılığıyla siyasete taşınması bu farklılıkların ortadan kalkmasını sağlayacak bir imkanı değil aksine bu farklılıkların çok daha keskin farklılaşmasına neden olacak bir değişime karşılık düşebilir. Nitekim bu konu etrafında yapılan tartışmalarda, özellikle AKP’nin bir parti olarak “hakim parti” olmasının yaratabileceği sorunlarla ilgili ileri sürülen “İslami kesim” içinde bir tür çoğulculaşmanın, bir tür sekülerleşmenin, bir tür demokratikleşmenin olduğuna dair fikirler doğru olsalar bile bu kimliği temsil eden AKP’nin parti kimliğinin çok daha baskın olabileceği daha büyük bir olasılık. Kısacası bireylerin değil grupların, kimliklerin, aidiyetlerin esas olduğu bir toplumda mevcut “temsili demokrasi”nin yalnızca bir aldatmaca olduğunu söylememiz gerekiyor. Gerçek bir demokrasi ise, tıpkı Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSGP) gibi, topluma, kimlikleri aşan, bir başka deyişle bütün mağdur kimlikleri içine alan katılımcı bir siyaset önermekle mümkün.
Bu konu da gelecek haftaya...
Yorum Yap