ÖNCE HESAP VERİN

  • 6.04.2015 00:00

  Savcı Mehmet Kiraz’ın önce rehin alınıp sonra şehit edilmesi önemli bir dönüm noktasıdır. Nice zamandır “derin devlet geri dönüyor” korkusu yürekleri sarsıyordu. “90’lı yılların hortlaması”ndan endişe duyuluyordu. Korkulan oldu maalesef. DHKP-C üyesi olduğu bilinen militanlar Çağlayan Adliyesi binasına silah ve bombalarla daldı, Savcı Bey’in kafasına silah dayadı ve onu şehit etti.

Türkiye’nin yakın tarihini bilen ve gerekli dersleri çıkaran her aydın, Çağlayan Adliyesi’nde sahnelenen provokatif eylemler gibi bazı saldırılar bekliyordu. Sebep-sonuç ilişkisine kafa yormayanların umrunda mı bilemiyorum; ancak aklı başında herkes, sansasyonel eylemlerin ayak seslerini duyuyordu her gün.

Yakın zamana kadar Türkiye, askerî ve bürokratik vesayete karşı demokratik zaferler kazanmıştı. Hukuk yoluyla elde edilen başarılar sayesinde faili meçhul cinayetler artık yaşanmıyor, derin örgütler cinayet işleyemiyor, karanlık odaklar toplumu birbirine düşman edecek eylemler gerçekleştiremiyordu.

Peki, şimdi öyle mi! Bütün silahlı terör örgütlerinin önü açıldı birden. Kirli işlerinde suçüstü yakalanmanın yol açtığı öfke bazı ittifaklara dönüştü. Derin mahfillerden yönetilen örgütlerin eylemcileri birer birer salıverildi. Türkiye, silahlı örgütlerin merkezi olmaya başladı yeniden.

Ne acıdır ki bir savcımızın şehit edilmesiyle sonuçlanan vak’a, göstere göstere geldi. DHKP-C adlı örgütün militanları (çıkarılan bir yasa ile) serbest bırakıldı. Sadece bu malum ve güdümlü örgüt değil; bütün silahlı yapılara adeta “yürü” denildi. Aylardır eylemler yapılıyor; hiçbir tedbirin alınmayışı çok vahim sorular getiriyor akıllara.

Hükümetin apaçık sorumlu olduğu bir olayda, yandaş medya hızla CHP’ye, Gezi’ye ve gazetelere yüklenmeye kalktı. Hatta iş akreditasyona ve soruşturmaya kadar vardı. “DHKP-C’yi yeterince telin etmedikleri” iddiası ile yapılan bu saldırılar, hükümetin sorumsuzluğunu örtmekten ve savcının şahadeti üzerinden muhalefete yüklenerek oradan rezilce bir siyaset çıkarmaktan başka anlama gelmiyor...

Savcıyı şehit eden örgüt, Sultanahmet’teki bombalamayı önce üstlendi; sonra vazgeçti. Ama “büyük bir eylem hazırlığı içinde olduklarını” söylemekten çekinmedi. Dolmabahçe Sarayı’nın önünde bombalı eylem yaptı, bomba patlamayınca terörist tutuklandı. “Sultanahmet Bombacısı” olarak ismi gündeme gelen Elif Sultan Kalsen, Taksim Meydanı’nda polise ateş açtı. Yakalanabildi mi? Ne gezer! Aynı kişi Çağlayan hadisesinden bir gün sonra Vatan Emniyet Müdürlüğü’ne silahlı saldırı girişiminde bulundu ve öldürüldü. Aylardır ismi, resmi, örgütteki görevi belli bir militanı devlet neden bulamadı? Vatandaşı fişleme ve suç uydurma konusunda pek mahir olduğu anlaşılan bazı devlet görevlileri, silahlı terör örgütleri söz konusu olunca niçin adeta dumura uğruyor? Savcı’yı şehit eden teröristlerin adı sanı belliydi ve takip altında tutulmaları gerekiyordu.

Şehit cenazesi için düzenlenen programlarda ahkam kesenler, istihbarat zaafının hesabını vermedikçe inandırıcı olamaz! Çağlayan’daki kurtarma operasyonu tam bir fiyasko. Adliye binası, malum teröristlere karşı korunamadı. Savcı Bey’in hayatını kurtarmaya yönelik gerekli tedbirler alınamadı. Şimdi herkes topu taca atma telaşında. Dahası, basına fatura kesmek suretiyle günah keçisi icat edilmeye kalkışılıyor. Beylik laflar, tumturaklı cümleler, kibir dolu yorumlar! İyi de herkes önce kendi hesabını ödemek zorunda değil mi?

Hesap verme kültürü de yok bu ülkede; hesap sorma cesareti de. Hal böyle olunca beceriksizliğin üstü bağırıp çağırarak kapatılıyor. Hesap vermesi gerekenler suçu başkalarına yıkıp bir de üstüne üstlük ahkam kesince, daha feci olayların yaşanmasından endişe duymak gerekiyor.

Kaotik olaylarla toplum mühendisliğine soyunan, provokatif eylemlerle insanları birbirine düşüren, faili meçhul hadiselerle etrafa korku ve dehşet saçan derin devlet heyulası yeniden hayatımızın içine karabasan gibi çökmek istiyor. Allah korusun, daha üzücü olayların yaşanması da söz konusu olabilir...

Bir çıkış yolu var aslında: Her provokatif eylemin arkasından sorumlu mevkide bulunan ve yetkilerle donatılmış kişilere “hesap ver, sonra konuş” demek zorundayız. Tedbiri alınmamış olayların ve güçlendirilmiş örgütlerin hesabını vermeyenler, zeytinyağı gibi üste çıkıp belagat denemeleri yapamaz. Devlet gücünü arkasına alıp büyük laflar konuşanlar! Siz önce o şehidin hesabını verin; sonra başkalarını eleştirin…


Katil kafasından farkı ne?

Sabahattin Ali’nin ismi Twitter’da zirve yapmasa, pek çoğumuz onun ölüm yıldönümünü hatırlayamazdı sanırım. 2 Nisan günü on binlerce insan Sabahattin Ali deyince 1948’de yaşanan o feci hadiseyi yeniden düşünmek zorunda kaldım.

Malum olduğu üzere Ali, 1932’de bir dost meclisinde eleştirel bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklandı. Cumhurbaşkanı’na hakaret suçundan hapsedildi. Konya ve Sinop Cezaevi’nde mahpus kaldı. “Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma” mısraları Sinop Cezaevi’nin rutubetli duvarlarında yankılandı ilkin. Hâlâ da o yankı sürüp gidiyor...

Sadece o yanık şiir ve beste yankılanmıyor tarih sayfalarında; aynı zamanda yaşadığı çile pek çok çağrışımıyla bugüne ışık tutuyor. Mesela affediliyor, serbest bırakılıyor ama işsiz kalıyor. Af dilemesi, kendini ispat etmesi isteniyor. Mudayaka halindeki şair telkinlere ‘peki’ diyor; ama yeterince samimi bulunmuyor. Mahrumiyetler, mazlumiyetler, mahkûmiyetler…

Bir adam memleket meselelerine kafa yorar da gazetecilik mesleğiyle yolu kesişmez mi hiç… O da öğretmenlikten sonra gazetecilik yapıyor; ama matbaalar tahrip edilince yine işsiz kalıyor. “Milli Şef”le alay ettiği söyleniyor ve hakkında dava açılıyor. Ve tabii ki yeniden hapis cezası. Korkunç baskılardan nefes alamadığı günlerde aynen şöyle diyor: “Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek ne kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi…”

Ve o feci hadise! Yazacak gazete bulamamış, öğretmenliğe dönememiş yazar, yurtdışına çıkmak ister. Vize verilmez Sabahattin Ali’ye. O da insan kaçakçılarından medet umup doğduğu topraklara (Gümülcine’ye) gitmek ister. Bir MİT elemanı, onu sınırdan geçirmeye söz verir. Yolda başına geleceklerden habersizdir Sabahattin Ali. MİT merkezindeki yetkililere bilgi sunan ajan, “öldür” emri almıştır. Yazarı yolda vahşice öldürür; sonra yaptığı o kirli işi ispat için eşyalarını alır, saklar. Uzun süre kendinden haber alınamayan yazarın yakınları ve dostları hadisenin izini sürer ve gerçek ortaya çıkar. Devletin istihbaratı bir aydını güpegündüz ve ıpıssız bir yerde infaz etmiştir.

Emniyet katilin peşine düşer, adamı bulunca ve o da melanetini itiraf edince MİT telaşa kapılır, derin devlet mahkemeye baskı yapar. Cinayetin sebebi bildik şu müdafaa cümlesinde gizlidir: “Milli hislerin tahrik olması”. Katile 4 yıl gibi çok kısa süreli bir ceza verilir. O bile kesmemiş olsa gerek ki, katil Ali Ertekin, çıkarılan bir yasa ile birkaç hafta sonra serbest bırakılır.

Ne dersiniz; çok şey değişmiş mi memlekette? Aradan geçen onca uzun süreye rağmen bazı hokkabazların “Başkanlık olsaydı, şüphelendiğimiz bildiğimiz kanıtı olduğumuz herkesin bir kere kellesi daha çabuk uçardı.” demesi bu karanlık günlere duyulan özlem değildir de nedir? Kendini Ali Ertekin gibi gören küçük adamların unuttuğu bir nokta var: Artık insanlar ne 1940’lı yıllardaki Milli Şef diktatörlüğüne boyun eğer ne de haris/habis duygular eşliğinde yeni Sabahattin Ali’lerin katledilmesine razı olur. İstihbaratın çapsız dublörü olmayı kendine şiar edinen ve kelle avcılığına soyunanların gazetecilikle bir bağı olamaz. Ayrıca unutmamak gerekir ki bugün yapılan kışkırtma ve hedef göstermenin hesabı adalet huzurunda mutlaka sorulur…


Hoş geldin MEYDAN

Bugün yeni bir gazete daha okurlarıyla buluştu: Meydan. Düşünceye, yazıya, basına değer veren herkesin sempatiyle bakacağı bir gelişme bu. Basın üzerindeki baskıların dayanılmaz boyutlara ulaştığı bugünlerde yepyeni bir gazetenin yayın hayatına girmesi sevindirici bir adım.

Nasıl bir gazete olacağına dair dünkü Pazar ekimizde geniş bir yazı var. Orada da görüldüğü gibi karşımızda konjonktürel telaşlara maruz kalmış bir gazete yok. Tam tersine, kalıcı, kuşatıcı, derinlikli bir yayınla karşı karşıyayız. Toplumun nabzını daha bir yakından tutan, sağlıklı yaşamdan spora, aktüel konulardan günlük 8 sayfalık bulmaca ekine kadar iyi düşünülmüş bir gazete. Belli ki gazeteyi hayata geçirenler, uzun bir düşünce ve planlama evresinden sonra böyle bir neşriyata evet demiş.

Yazar kadrosu bambaşka bir zenginliğe işaret etmekte. Reklam filmlerinden de anlaşılacağı gibi bu güzel kadronun bu güzel ülkeye söyleyeceği çok şey var…

Aylardır sürdürülen titiz bir çalışma sonrasında bugün yayın hayatına giren Meydan Gazetesi'ne hoş geldin diyor, başarılar diliyoruz. Bayi satışına ağırlık verecek gazeteye abone olmak da mümkün. Eminim bu dinamik gazete, basınımıza yeni bir heyecan getirecek. Haydi hayırlı, uğurlu olsun…

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums