- 24.11.2014 00:00
İhtiras ve hasedi yüzünden yapayalnız kalmış ve çöllere düşmüş biri, kumların içinde bir lamba bulur.
Bir cin çıkar lambanın içinden “Dile benden ne dilersen!” der ve hemen ikazını yapar: “Aman dikkat et ben kötü bir cinim.” Kendi kıskançlığının tutsağı olan adam umursamaz o ikazı. “Ben falandan nefret ediyorum, bir daha gözüm görmesin onu.” deyiverir. Cin derhal harekete geçer ve adamın gözlerini kör eder. Yanlış birinden akıl aldığını anlamıştır ama iş işten geçmiştir. “Yandaş”ın akıbeti de bu. Rehber edindiği medya modeli onu kör etti, kendi nefretinin altında ezilip zalim bir canavara dönüştü.
Üzülerek belirtmek zorundayım ki muhafazakâr kesimde gazeteciliğin teorik arka planına kafa yorulmadı. Haber nedir, haber nakledilirken nelere riayet edilir, haber-yorum farkı niçin gereklidir gibi sorulara cevap aranmadı. Bu nedenle kendisini “muhafazakâr, Müslüman, İslamcı” sayan medyanın üstündeki eğreti boyayı kazısanız altından o bildik baskıcı yaklaşımlar çıkar. Her mesleğin ruhu, ona dair teorik tartışmalar ve alınan pozisyonlar sayesinde bir beden bulur. Siz, kendinize uygun bir ruhla hadiseye yaklaşmaz, özentilere saplanırsanız dinî-millî-ideolojik kimliğiniz palavraya; çıkardığınız gazete de paçavraya dönüşür. “Yandaş medya”nın başına gelen de budur!
Siz kendiniz olamayınca başkasının paltosuna saklanmak zorunda kalırsınız ve bir zamanlar mağduru olduğunuz mezalimi herkese reva görürsünüz. Ne yazık ki “yandaş medya” mutant bir varlığa dönüştü. Onlara sorarsanız hâlâ “dindar”, “muhafazakâr”, “İslamcı”; ama yayınlarına bakarsanız eski medyada şikâyet edegeldikleri yalan, iftira, karalama gibi bütün arızalar kendilerinde mevcut.
Şimdilerde eskilere dair en riskli metodu rehber edinmiş görünüyorlar: Hedef gösterme. Eski medya düzeni “eski Türkiye”nin doğurduğu anomali bir varlıktı ve her an bir canavara dönüşerek insanların hayatını karartırdı. Şimdiki de “eski Türkiye”nin ürünüdür; bakmayın “yeni Türkiye” diye allanıp pullandığına.
Neydi eski sistem? İstemedikleri bir kişiyi ya da bir grubu yalan ve kara propagandayla hedef tahtasına oturturlardı. Sonra o insanların itibarı sarsılır ve ardından “vur” emri verilirdi. Zavallı tetikçilerin (!) mazereti hep bir kenarda bekletilirdi. “Milli hislerine yenik düşen gençler” ya da “milli duyguları rencide olan kimselerden” bahsedilirdi. Güdümlü medya vasıtasıyla “düşman” haline getirilen kişilerin hemen hepsinin alnına “hain”, “casus”, “örgüt mensubu” gibi yaftalar yapıştırılırdı. Yine garip bir benzeşmedir ki medyanın hedef tahtasına koyduğu kişilerle ilgili ülkenin güvenlik birimleri (MİT, Emniyet, askeriye) devreye girer, “hainlerin” bertaraf edilmesi için kanun dışı işler yapılırdı.
Tâ 1948'de Sabahattin Ali'nin başına gelen, aslında pek çok aydının talihine çarpıcı bir örnektir. Hapse atıldı. İlk kez düşmemişti hapse. O hücrelerden yükselen “Başın öne eğilmesin / Aldırma gönül aldırma” sesi hâlâ kulaklarımızda çınlıyor. İşte o adamı, serbest bıraktılar ama iş bulmasına müsaade etmediler. Yurtdışına çıkacaktı, pasaport vermediler. Doğduğu topraklara, Gümülcine'ye dönmek istedi. “Sana yardımcı oluruz” diyen ve kimliğini gizli tutan bir MİT ajanı tarafından yolda öldürüldü. Resmî kaynaklara göre katil ‘milli hisleri tahrik ettiği için” işlemişti cinayeti. MİT ajanı, yoğun tepkiler nedeniyle tutuklandı. O “milli hisleri tahrik” nasıl bir bahaneyse, 24 yıl ceza alması gereken katil 4 yıl hüküm giydi. Birkaç hafta sonra aftan yararlanıp serbest kaldı.
Örnek çok. Ali Şükrü Bey'in Ankara'ya matbaa getiriyor olması ve Tan Gazetesi'ni çıkarmayı planlaması üzerine Topal Osman tarafından tuzak kurulup katledilmesinden Abdi İpekçi cinayetindeki karanlık sokakların istihbarat teşkilatına çıkıyor olmasına kadar nakletmeye değer pek çok vak'a var; ama bu olumsuz hadiseleri tek tek sıralamaya da gerek yok; sizleri karamsarlığa sevk etmeye de. Çünkü hiçbir katil huzur içinde ruhunu teslim etmedi, hiçbir zulmü tarih unutmadı…
En sıcak iki misal: Ahmet Kaya, Hrant Dink. Her ikisi de hedef tahtasına konuldu. Biri kahrından çekip gittiği yaban illerde ülkesine hasret bir şekilde vefat etti; öbürü acımasız bir kurşunla sokak ortasında infaz edildi. Şimdi onları “hedef göstermekle” suçlanan meslektaşlarımız bu iddiaları kabul etmiyor; ama o güne bugünden bakılarak dönülseydi aynı yayınları yaparlar mıydı? Sanmıyorum.
Yandaş medya, kaba saba üslupları ve gazetecilikten uzak yaklaşımlarıyla o kadim ve kirli metotları bugün uygulamaya yelteniyor. Aylardır insanları karalıyor, onlar hakkında kışkırtıcı yayınlar yapıyor. Bu satırların yazarı dâhil pek çok meslektaşımızı hedef gösteren Pravda medyası ve onun arkasındaki güçler çok iyi bilmeli ki itibarsızlaştırmaya çalıştığınız o kişilerden herhangi birisine bir zarar gelirse alnınızın tam orta yerine katil hükmü yapışacak ve kıyamete kadar o sıfatın ezici vebalinden kurtulamayacaksınız.
Gelinen noktaya bakar mısınız: Son iki yılda Gezi Parkı'ndan başlayın, Soma'ya, Ermenek'e, 6-7 Ekim hadiselerindeki 67 faili meçhul'e, katilleri bulunamayan polis ve asker cinayetlerine değin, hesabı sorulamayan o kadar hadise yaşandı ki… Bu karanlık atmosferi beslemenin vebali var.”Hep bir ağızdan şöyle demeye mecburuz: Yürüdüğünüz yol yanlış; bu akılla hem kendinizi bitirirsiniz hem de bu ülkeyi. Türkiye, bu cinneti de yenecek, bundan şüpheniz olmasın. Olan, memleketi tımarhaneye çeviren “ham yobaz”a değil; ona inanan saf insanlara olacak. Yazık! Hem de çok yazık…
‘Yobazlaşma’ya doğru
“Ham yobaz, kaba softa”. Necip Fazıl'ın başvurduğu terkiplerdendi. Bu tabirleri Arvasi'den aldığını söylerdi ve bu terimlerle cehaleti, hoşgörüsüzlüğü, tahammülsüzlüğü, taklitçiliği, sathiliği yerden yere vururdu. “Sahte kahraman” dediği kişilerin “fikir sancısı” çekmediğini söylerdi. Yerden göğe kadar haklıydı Üstad.
Bugün Türkiye “yobazlık”a doğru hızla savruluyor. Bir partiye destek vermiyorsanız size zulmediliyor. Şirketlere vergi memurları gönderiliyor, en demokratik haklarınız ihlal ediliyor, her türlü hakaret sizin için meşru sayılıyor.
Furkan Vakfı yöneticileri hafta içinde isyan etti, kendilerine bir salon bile verilmediğini, engel çıkarıldığını, zulmedildiğini iddia etti. İddiaları o ki AK Parti'yi derin güçler ele geçirdi. Partinin yeni müttefikleri “bütün cemaatleri yok etmek” için sözleşti. Haksız da değiller.
Risale-i Nurların devlet kontrolüne fiilen geçirilmesi ve Nur'ların gasp edilmesi feci bir durum. Bugün Risale-i Nur'lara müdahale eden, yarın hangi kitapların “telif hakkı”na müdahale etmez ki. Nur talebelerinden büyük bir kesim hükümetin ayrımcılığından, partizanlığından rahatsız. “Süleymancılar”ın AK Parti ile ilgili endişeleri çok erken yıllarda başladı ve haklı bir itiraz yaptıklarını hadiseler ispat etmiş oldu. Türkiye öyle bir noktaya geldi ki bir siyasi parti, kuruluş toplantısını bir otelin lobisinde yapamıyor. Bu hafta sıra İdris Naim Şahin'deydi. Parti kurmak için düzenlediği basın toplantısına birkaç saat kala salonsuz kalıverdi.
Unutmamak lazım ki demokrasi, farklılığı yaşatmak üzerine kurulan tahammül rejimidir. Öyle olmasaydı AK Parti kurulmazdı, büyüyemezdi, iktidara gelemezdi. Demek ki hiçbir dönemde baskı insanları bu kadar dar bir alana hapsetmemişti. Tek Parti döneminin o boğucu atmosferinden bu yana, böyle ağır bir korku düzeni kurulmamıştı.
Ajan mısın gazeteci mi?
Eskiden bir gazeteye “istihbaratla ilişkisi var” denildi mi itham altında bulunan kişilerin yüzü kızarırdı.. Şimdi kendini” istihbarat elemanı” diye tanıtan arsız köşe yazarları ve muhabirler türedi. İnsanları tehdit etme cüretini gösteren bu nadanlara ne gazete yönetimleri “ayıptır, yapma” diyor; ne de devletin istihbarat örgütü “yahu kendini rezil ettiğin bir tarafa, bizim itibarımızı sarsıyorsunuz” diyor. Hal böyle olunca tehdit, şantaj, korkutma, yıldırma gibi insanlık dışı mafyatik davranışlar medya dünyasında kol geziyor. Geçenlerde Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, Yeni Şafak'taki biri ile ilgili devlet yöneticilerini göreve çağırarak bu tür kişilerin kimlikleri, görevleri vs. hakkında açıklama istedi. Haklı. Bu tip adamlar kendilerine meslek seçmeli; ya gazeteci olsunlar yahut ajan. İkisini beraber götürürüm deyip ona buna şantaj yapanlar, eninde sonunda adaletin karşısına çıkar ve hesaba çekilir. Üstelik yeryüzünde böyle bir gazetecilik modeli de yok, istihbarat şekli de…
Yorum Yap