Anadilinde can çekişmek

  • 29.10.2011 00:00

 Van depreminin simgelerinden biri olan küçük Yunus enkazdan çıkarılırken bir haber kanalı, “Yunus şoktaydı birkaç kelime konuştu ama anlaşılamadı” diye nakletti vaziyeti.

Meğer Yunus gayet anlaşılır konuşmuş...

Meğer o “anlaşılamayan dil” Yunus’un anadiliymiş...

Ama Yunus’un anadilinde yani Kürtçe konuşabileceği akla bile gelmemiş.


“Mirim, mirim...”
 diyormuş Yunus o esnada, yani “Ölüyorum, ölüyorum...”

Bunu kimseye çakma derdiyle yazmadım.

Kötü niyetli olmasak bile bilinçaltımıza işlemiş “inkârın” şahane bir misali olduğu için anlattım.

Cezaevinde, Meclis’te, okulda, şurada burada öyle kanıksatmış ki sistem hepimize “Vatandaş Türkçe konuş”“Türkçe konuş çok konuş”, “Anlaşılamayan bir dilde konuştu” saçmalıklarını, bir Kürt çocuğunun anadilinde can çekişebileceğini bile tahayyül edemiyoruz.

Herhalde yeryüzünün en politik depremini yaşadık.

Bir yanda ortamı fırsat bilen ırkçı, faşistler; diğer yanda yardım için çırpınıp yüreğimizi az da olsa soğutan fedakâr insanlar.

Yani hasta ruhlar ve yüce gönüllüler...

Tıpkı 17 Ağustos depreminin “7.4 yetmedi mi?” hastaları gibi bu kez de en hafif manyaklıklarıyla“Oh olsun”cular vardı sahnede.

Üstelik bu hasta ruhların pek de az olmadığını, en azından seslerinin cüsselerine göre gayet iyi çıktığını gördük.

Bir yanda, “Taş atmaya gelince varlar, yardıma gelince yoklar” sözleriyle BDP’ye manasız bir eleştiride bulunan bir Başbakan, diğer yanda küçük Yunus ambulansla kara yoluyla Ağrı’daki hastaneye götürüldü diye “Yunus’u öldürdüler” insafsızlığında yayın yapabilen BDP’ye yakınÖzgür Gündem gazetesi.

Yine de bu depremden geriye kalan ne deprem ırkçılarının ağızlarından, klavyelerinden dökülen düşmanlık salyaları, ne de yaşanan acıyı dahi siyasi pozisyonlarının taktik hamleleri için kullanmaktan çekinmeyen “taraflar” olacak.


Geriye kalan, deprem mağduru bebeklere verebileceği tek şeyin sütü olduğunu söyleyen o anne ile yetiştirme yurdunda kalıp aldığı aylık 50 küsur liradan biriktirdiği parayı “üşümesinler” diye Van’daki kardeşlerine yollayan o çocuk olacak benim için.

Onların sembolleri, yardım paketine bayrak ve taş koyup yollayan kafa da dâhil, ufkumuzu karartmak isteyenlerin topunu ezer geçer.

Ve bu memleketin acısına derman olacak barışı bir gün kuracağımıza dair en ufak bir umut varsa, o umudu diri tutan da böyle yüce gönüllü insanların varlığı olacak.


Vicdanlar tamamdır, sıra hesaplaşmada

Dur bakalım doğru anlamış mıyım?

Acayip iyi saklandığı için bir türlü bulamadığımız şu meşhur “deprem vergileri” meselesi var ya...


“Nerede, nerede, nerede”
 diye toplu halde sorunca Maliye Bakanı’nın yapmak zorunda kaldığı izahattan şunu anladım.

Senelerdir ödediğimiz bu “deprem vergileri” meğer bir tek deprem için kullanılmamış, yol-su-elektrik hatta borç ödeme kıvamında başka her işte kullanılmış.

Şimdi çıkıp “deprem vergileri 1999’dan bu yana neden deprem için kullanılmadı” gibi bir soru sarkıtsak, muhtemelen “O zamandan bu yana büyük deprem olmadı da ondan” tarzı hafiften özürlü bir cevap almamız kuvvetle muhtemel.

Çünkü bizde “deprem vergisi” demek maalesef ancak iş işten geçtikten sonra çadır, battaniye, kıl tüy gibi yardımlar kapsamında düşünülür.

Misal Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi 2003’te “Van’da 10 sene içinde 6.5 büyüklüğünde bir deprem olacak” diye rapor hazırlar ama kimsenin bu raporu takıp, o vergilerle şehri depreme hazırlıklı hale getirmek gibi bir derdi olmaz.

Maliye Bakanı genel bir izahat yaptı ama aslında “deprem vergileri”nin hangi kalemde ne kadar kullanıldığını hâlâ gerçekten bilmiyoruz.

Misal sosyal medyada insanlar soruyor: “Deprem vergilerinden savaşa ne kadar harcama yapıldı?”

Nasıl ama, sıkı soru değil mi?

Neyse, neyse ben yine de savaştan, ölümden filan değil meselenin insanları yaşatmaktan taraf olan kısmına geleyim.

Felaketi yaşadık ve dayanışma, kardeşlik, fedakârlık hususlarında memleketçe sınıfı geçtik.

Böylece vicdanlarımızı da bir güzel rahatlattık.

Şimdi asıl soru şu: Bir sonraki depreme kadar bekleyip yine vicdanlarımızı mı tatmin edeceğiz, yoksa insan hayatına sıfır değer veren bu sistemle hesaplaşıp onu değiştirmek adına çaba sarf edecek miyiz?


Bize tabut evler yapanlarla, onları denetlemeyenlerle ve elbette tüm bunları bile bile umursamadan yaşayan kendimizle hesaplaşacak mıyız?

Misal deprem ve güvenli yapılaşma mevzuunu basın olarak bir Ergenekon, bir Balyoz davası kadar gündemde tutacak mıyız?

Ya da hangi siyasi görüşten olursak olalım memleket insanları olarak Ergenekon’a, Balyoz’a gösterdiğimiz tepkiyi bizi öldüren, karda sokakta bırakan bürokrasiye gösterecek miyiz?

İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz, süreniz eviniz tepenize yıkılana kadar...


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.