- 23.03.2013 00:00
Newroz’da öğlene doğru usulca uzadım gazeteden.
Köşesi kendisine 7/24 ardına kadar açık olup yazı yazamayan gazetecilerin memleketinde ahali ne düşünüyor bir bakayım dedim.
Serde Modalılık var... Hedef, talebelik senelerimde takıldığım kahve.
Taksiye binme teşebbüsünde bulundum.
“Moda’ya gidicem...”
“Orası olmaz abi...”
“Sen nereyi uygun görürsen oraya gidelim o zaman...”
Sonraki taksici beğenmedi beni, “tipten kaybettin” kıvamında bakıp yanımdan geçip gitti.
Sıradaki taksinin de “şoför değişimi” saatinin geldiğini hissedebiliyordum.
Yürüdüm, kısa müddet sonra senelerdir uğramadığım mekânın kapısındaydım.
İçerisi yeni demlenmiş çay kokuyordu.
Emekli amcalar çeyrek yüz yıl önce bıraktığım sandalyelerinde öylece oturuyorlardı.
Birkaç masayı doldurmuş kuponcular, önlerindeki bültenleri bilim adamı sessizliğinde inceliyordu.
Kapalı olan televizyonun önündeki bomboş masalardan birine çöktüm.
Garson elindeki tepsiden, teklifsiz bir çay koydu önüme.
Cesaretimi topladım...
“Televizyonu açar mısın?”
“Maç da yok, yarış da...”
“Olsun, haberleri izleyelim.”
Televizyon açıldı, üstün gayretlerimle bir haber kanalı bulundu.
Ekranda kocaman “Tarihî Nevruz” yazdı, emekliler kafayı kaldırıp baktı, kuponcular istifini bozmadı.
Görüntü var, ses yok...
Spiker ağzını açıp kapıyor ve Öcalan posterli, sarı- kırmızı- yeşil bayraklı insanlar sevinçli bir nümayiş hâlinde görünüyor.
Emeklilerin gözbebekleri yeterince büyüdü, bahisçi tayfası ekrana sabit bakmaya başladı.
En hakiki ulusalcı Moda’da manasız bir Habur sendromuna yol açmak üzereyim.
Acaba spiker konuşurken ekranın önüne geçip sağır dilsiz alfabesiyle, “Valla billa bu barış Nevruz’u” kıvamında simültane çeviri mi yapsam?
O esnada ekrandan ses geldi. Son izlenen maçtan kalma, köklenmiş vaziyetteydi.
Kahve Sırrı Süreyya Önder’in konuşmasıyla inledi: “Saygıdeğer Türkiye halkı...”
Yanıma ilk gelen garson oldu.
“Hemşerim benim” dedi Önder’i göstererek, “Adıyamanlı... Peki, ne okuyor şimdi?”
Kuponculardan arakladığım numarayla istifimi hiç bozmadım.
Zaten iki dakikaya kalmadan, Önder tok sesiyle sorunun cevabını verdi, “Sayın Öcalan diyor ki...”
İki emekli amca yerlerinden kalkıp hemen arkamdaki masaya park etti.
Kahvenin arka tarafında oturan birkaç kişi bize doğru seğirtip, merakla ayakta izlemeye başladı televizyonu.
Öcalan sufle yapıyor, Sırrı Süreyya Önder play-back...
Dicle’yle Fırat’ın, Sakarya ile Meriç’in, Kaçkar ve Erciyes’in dost olduğunu söylüyor, halay ve horon, delilo ile zeybek diyor... Misak-ı Milli’den, Çanakkale savaşında omuz omuza şehit düşen Kürtler ve Türklerden, Kurtuluş Savaşı’ndan dem vuruyor.
Veee... Bölücülere karşı omuz omuza diye slogan atıyordu Öcalan.
21 Mart 2013 günü öğle saatlerinde Türkiye’de, Moda’da bir kahvenin televizyonunda “Silahlı mücadele dönemi sona erdi” yazıyordu.
Ve milyonlarca Türk’ün televizyonunda...
Kahve ahalisinden ise tık çıkmıyor.
Arada kapitalist modernite, paradigma, zamanın ruhu gibi laflar geçince hafiften kıllansalar da...
Ekranda Öcalan’a ayrılan sürenin sonuna gelindi.
Sessizliği bozacak sesi, ilk yorumu bekliyorum.
O ses, Adıyamanlı çaycıdan çıkıyor, “Barışın çayları bunlar abileeeer” deyip, firmadan çayları önümüze bırakıyor.
Arka masada oturan en yaşlı amca yanındaki arkadaşına söyler gibi yapıp ortaya konuşuyor.
“Şehitlerimizin ruhu şâd olsun. Ama bu insanlar da az acı çekmedi yıllardır.”
Herkes bir anda fikrini sarkıtmaya başlıyor:
“Silahı atın diyor adam, daha ne desin?”
“Şimdi silah bırakın diyor, yarın başka der...”
“Canım öyle yaparsa sen de binersin tepesine!”
“Yapamaz, hapiste ölmek istemiyor çünkü.”
Bir bardak barış çayı içimi böyle geçti.
Herkes tarihî Newroz’dan kendi kişisel tarihine geri dönmek üzereydi yeniden.
En yaşlı amca, defterime bir şeyler çiziktirdiğimi görünce sokuldu.
Söyleyeceklerini not almamı bekler gibi durakladı.
“Sor.”
Neyi sorayım?
“Gazeteci değil misin, ne düşünüyorsunuz diye sor, sana durumu özetleyeyim”.
Ne düşünüyorsunuz?
“Yorgunuz, çok yorulduk artık bu savaştan.”
Arkasını dönüp, ağır adımlarla masada bıraktığı gazetesini okumaya gitti.
Yorum Yap