- 2.08.2012 00:00
Bir zamanlar sağda solda kemalist teyze ve amcaların şu sorusunun muhatabı olurdum, başörtülü olmam hasebiyle: “Mahalleye bir cami daha yapılmasındansa, okul yapılsa daha sevap olmaz mı? Cahil halkımızın camiye mi ihtiyacı var, okula mı?” Benzeri bir soruyu şimdilerdemütedeyyin insanlar da sormaya başladı: “Çamlıca’ya devasa cami nasıl öncelikli bir ihtiyaç olabilir?”
Ne de olsa cemaatini yitiren, bir toplanma ve eğitilme merkezi olmaktan uzaklaştıkça ıssızlaşan camiler gibi bir mesele var karşımızda. Altı ticaret üstü baz istasyonu olarak çoğalırken cami, cemaatinde azalma yaşadığı da bir gerçek.
Maksat huşu içinde secde etmekse, bir ağacın altında bile kılınır namaz. Ben fırsat bulduğumda yeşil bir alanda toprağa secde ederek namaz kılmayı yeğliyorum. Fakat şehirde dolaşırken secde edecek yeşil alan bulmak da hiç kolay değil.
Bazen güçlükle çıkılan bir merdivenle ulaşırsınız bir caminin kadınlara ayrılan mekânına, bazen ardiye gibi bir mekânı aşarak bulursunuz perdeyle ayrılmış kadınlar bölümünü... Şimdilerde kadınların tozlu daracık bölmelerde namaz kılmasını olağanlaştıran kabuller değişmeye açılıyor. İstanbul Müftülüğü’nün Kadriye Erdemli gibi dirayetli kadın yöneticilerinin çabaları kadar Ümmühan Atak’ın sanal âlemde sürdürdüğü “temiz cami” kampanyasının da bunda bir rolü oldu muhakkak.
Caminin toplayıcı anlamını çarpıtmaya dönük laisist mantıkla bütünlenen dar bakış, yeni tür ıssızlaşmaların bir sebebi. Zihin konforumuzu bozduğu için Ahmet Altan’ın caminin Allah arayışı içindeki kişiye de açık olmasının sebeplerini anlattığı yazısı, kimimizin hoşuna gitmedi belki de... Bir kişiliği olan mescidin huzur yayan ışığı, bütün kalbiyle teslim olmayı dileyen kula niye ulaşmasın?
Aslolan elbette dua; yeryüzü mümine mescit. İbrahim Hatemikiya’nın Kerha’dan Rain’e isimli filminde Berlin sokaklarında perişan bir ruh hâli içinde dolaşan ölümün eşiğindeki kimyasal silah yaralısı İranlı genç, cami bulamayınca kendine en yakın mekân olarak kiliseyi görmedi mi...
İnsanlar daha az ibadet ettiği için ıssızlaşmıyor camiler. Planlamalar, bağlantılar ve sunumda bir sıkıntı var.
Bunu daha önce de yazdım: Cami estetiği alanındaki kusurlar öncelikle, bir Anadolu göçü problemi olarak görünüyor bana. Anadolu’da insanlar yüzyıllarca formu çevreyle bütünlük içinde ve cemaati gerçekten de toplayan camilerde, ibadet saygı ve neşesinin, doğaçlama gündemin sağladığı etkileşimin güzelleştirdiği cami ve mescitlerde namaz kıldılar. Şehir göçüne götüren süreçte göçebelik tedirginliği, gecekondu camilerle aşılmaya çalışıldı. Araya betonarme girmişti zaten ve camilere hor davranılmasını da olağanlaştıran tahripkâr bir tarih. Mütedeyyin halk, ısmarlanmış Diyanet vaazına mesafesini koruyarak cami konusunda kendi yağıyla kavrulmaya çalıştı. Gezmedi tozmadı, hatta lokmasından kıstı, Cami Yardımlaşma Derneği’ne bağışta bulundu, oğlunu kızını daha rahat bir gönülle gönderebileceği İmam-Hatip Yaptırma ve Yaşatma Derneği’ne yardım etti.
Dinî bir devrim yaşamış olan İran’da sanırsınız her yer cami dolu, ama öyle değil.Devrimden sonra cami sayısında olağanüstü bir artış gerçekleşmemiş, ilginç. Hâlihazırda cami yapımı büyük ölçüde mahalle cemaatinin inisiyatifiyle, kısmen de bu tür konulara ayrılan bir vergi olan “hums”tan da destek alınarak gerçekleşiyor. Yeni camiler bazen geleneksel mimariye uyumlu yapılsa da, deneysel bir üslupla yapılanlar hiç az değil. Sokaklarda ev sıralarıyla bütünleşen küçük mescitlere bitişik bir tür kültür evi sayılabilecek, Kerbela şehidine atfen “Hüseyniye” diye adlandırılan mekânlarda yas, iftar gibi toplanmalar gerçekleştiriliyor mahalle halkı tarafından. Bu hüseyniyelerde sinema kursları bile bulunabilir.
Anadolu göçmeni, ilk mescit Kuba’nın izini sürerken elinden gelen gecekondu camiyle şehre tutunmaya çalıştı. Devasa Çamlıca Camii gibi projeler gökdelen furyasını görkemli bir uhrevilikle desteklemeyi umuyor sanki... Süleymaniye o tepede onca yalnızlaşırken hem de...
Süleymaniye Camii, Zaman’ın haberinde dile geldiği üzere Ramazan’da bile ıssız. Yirmi yıl önce“Süleymaniye’den sonra bir toplantı” başlıklı bir öyküme konu etmiştim bu yalnızlığı. Herkes Süleymaniye’den söz ediyor, onu bir açıdan görüyor da, ama bir taraftan da onun ıssızlığını yazgı gibi gösteren akışa kapılmamanın aklı başında bir açıklaması yapılamazmış gibi davranıyor.
İstanbul’un en göz önünde camisine yaşatılan çevre kaybıyla gelen ıssızlaşma, daha çok sayıda ve görkemli cami yapmakla telafi edilebilir, bir sorun olamaz.
Toplanma amacının inceliklerini ve cemaatin beklentilerini gözetmeyen inşa bir yerden sonra aksamaya başlıyor. Tarık Ramazan, Kuala Lampur’da gördüğü “Yüzen Cami”yi tasvir ederken,“zekâ ve yaratıcı hayal gücünün buluşması”na getiriyordu sözü. Ne yaptığının farkında olmayı getiren bir ustalık... Sonuçta insan ruhuna iyi gelen mimari aynı zamanda özerk bir ifadeye ihtiyaç duyuyor.
Bana kalırsa bir caminin işleri memur mantığının duasına değil, çevresinin duasına güvenmeli, cemaati tarafından yönetilmeli. Bir camide ta ilk günden takva üzerine kurulan mescidin, Kuba’nın ruhunu bulabilmeli, yoldan geçerken uğrayan...
cihanaktas1@gmail.com
twitter.com/chn_aktas
Yorum Yap