Muhteşem muhalif

  • 14.06.2012 00:00

 Dünyadaki varlığımızın niteliği aynı zamanda yokluğumuzla bırakacağımız boşlukla da tarif ediliyor. Nasıl yaşıyoruz bir yandan ki yokluğumuzun fark edilmesini sağlayan o değerli boşluk olması gerektiği gibi oluşuyor?


Süreyya Yüksel
’i 11 Haziran 2005’te yitirmiştik. Aradan yıllar geçerken, sesinin yankılarıyla idare ettik bir süre. Uludere fütursuzluğunu düşünürken, kentsel dönüşümün söküp geçtiği ağaçları izlerken, namazlı abdestli yeni zenginlerin tüketim şımarıklığını “Allah’ın güzeli sevmesine” bağlayan açıklamalarını dinlerken, Süreyya olsaydı seyirci kalmazdı bunlara, diye düşünmeden edemiyorum. Bir ortamda, söylevde, ekranda gezinen cümlelerde aksayan yanı kimse onun kadar tezlikle farketmezdi.

Bir dönem panel içinde yüzüyorduk, insanlar kavram ve olguları tartışmayı ciddiye alıyorlardı, mesela “Birarada yaşamak” gibi bir başlık etrafında saatlerce konuşulurdu; sonraları bu konuşmalar ekranlara taşındı. Panelistler Süreyya’nın salonda bulunmasını muhtemelen pek istemezlerdi. Çelişkileri fark eder ve hemen belirtirdi çünkü. Olağanüstü aklıyla sorduğu sorularla gündemini değiştirirdi gittiği ortamların. Bu aklı profesyonelce bir amaca yoğunlaştırma gibi bir niyeti hiç taşımadı. Gündemi şöyle görünüyordu: Öğrendiklerini dileyene anlatmak, mağdur ve yoksullar için bir işin ucundan tutmak, faize bulaşan namaz ehline ayetleri ve yetim haklarını hatırlatmak, dini hurafe üzerinden yaşama yolunu tutanlara rahatlarını kaçırtacak üç beş kelam etmek...

Bitlis yıllarında, gözleri görmeyen fakat güçlü bir kişiliğe sahip bir teyze tarafından büyük bir özenle büyütülmüş saygın ailenin büyük kızı, çok az Türkçe bilerek geldiği İstanbul’da karşılaştığı zorlukların üstesinden gelmenin yolunu insanların yardımına koşmakta bulmuştu. Yardımseverliğinin cemaat içiyle sınırlı kalmadığını onu tanıyanlar iyi biliyor.

İşçi işten atılmış, çocukları aç kalmış... Süreyya harçlığını paylaşmak ya da yardımcı olmak isteyen birinin yardımını ulaştırmak üzere kapısını çalardı.

Saygın âlim Sadrettin Yüksel’in kızı, şehit Metin Yüksel’in kızkardeşi, İslami kesimin kadınları arasında ilginç başlangıçlara imza attı. 1980’lerin ikinci yarısında tanıdım onu, Suffa’da. Sözünü ettiğim Fatih’te yıllarca açık kalan bir tür okul havasına sahip kadın sığınma evi; bir tür Ribatü’l- Bağdadiye. İslamiyet merkezli okumalar gerçekleştiriyordu Suffa’da, Sabiha Ünlü ile birlikte. Sanat ve edebiyatla da ilgiliydi, bu alanlardaki yeni dalgaları takip ederdi. Son yıllarında Risale-i Nur okumalarına yoğunlaşmıştı Tefsir dersi verdiği için, bu alandaki okumalarını önceliyordu.

İstanbul Üniversitesi Astronomi Bölümü mezunuydu, fakat bu alanda hiç çalışmadı sanırım. Sanatçı ruhluydu, bir mesai cetveliyle sınırlanamazdı. Vitrin insanı değil, mânâ insanıydı. “Kapalı” değil, tesettürlüydü. Dinî meseleleri soyut olmayan, mevcut sorunları hesaba katarak konuşmalar yapardı, alışılmış anlamda bir vaize değildi kesinlikle. Yaşadığı zaman ve mekânın gündem başlıklarını irdelemeyi önemserdi. Protest ruhu, “doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma” tutumunu sonuna kadar üstlenme şeklinde tebarüz ediyordu. Eleştirel bakışıyla sıyrılıyordu içinde bulunduğu topluluktan. İkiyüzlü, dinsel bayram ve mekânlarla sınırlı tutulan, zekât ve infakı paranteze almış bir din anlayışının Müslüman toplumlarda oluşturduğu kişilik kaymalarını ve bölünmelerini analize tabi tutuyordu. Şefaat, velayet, türbe kültürü gibi konularda da eleştirilerini sürdürüyordu. Kul, Allah’la ilişkisini kendisine kutsallık atfeden veya bu şekilde bir atıfa açık olan kişilikler üzerinden geliştirmemeliydi. 

Sanatçı kişiliğinden söz etmiştim. Tiyatroya özel bir ilgisi vardı. Amatör tiyatro gruplarıyla özellikle Filistin, Afganistan gibi coğrafyalarda yaşanan acı tecrübeleri ve kendi ülkemizdeki gündelik hayatta mevcut trajedileri konu alan oyunlar yazdı, yönetti. Bazen bir hikâyemi okuduğu ve eleştirdiği olurdu. Hikâye anlatma yeteneğine de sahipti.

Bu hikâye anlatma yeteneğini Bitlis yıllarında yanında yaşadığı âmâ teyzesinden almış olabilir.

O soylu kişiliğini gizlemeyi bir görev bilirmiş gibi davransa da içinde gizlediği prenses zaman zaman varlığını ele geçiriyordu. “Sarete” isimli hikâyemin bir Doğu şehrinde yetişen, aristokrat ailesinin kuralları ve beklentileriyle uzlaşamayıp, turuncu rengin peşinde büyük şehirlere yönelen kahramanında ondan çok şey var.

 Ablam Hülya Aktaş’la birlikte umreye gitmişlerdi. “Onu oraya çok yakıştırmıştım”, diye vurgular ablam hep. “Süreyya Kâbe’nin öz kızı gibiydi.”

 Çocukları çok severdi. Kızım Meryem’i parka götürür, onunla çocuklaşır, oyununa katılırdı. Çok iyi bir anne olurdu muhakkak, evlenseydi. Seçiciliğini hiçbir konuda olmasa da hayat arkadaşı, eş konusunda sergilediğini düşünürdüm. Lisansüstü eğitimini deneysel sanatlar alanında sürdüren Meryem onu unutmadı ve bir belgesel çalışmasını işte şu sözlerle ona adadı. “Bildiğim en özgür ruhlu kadınlardan biri, başörtüsünün çevrelediği yüzü güneşten daha parlaktı, yaşadığı gibi veda etti dünyaya; haysiyetli ve bağımsız...”


cihanaktas1@gmail.com


twitter.com/chn_aktas

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums