Daha ne kadar üzülebiliriz?

  • 22.03.2014 00:00

 I- Dubai üzerinden yaptığım bir günü bulan yolculuğun ardından Japonya’da, Tokyo’nun ardından Kuzey’deki üniversite şehri, hâlâ kar soğuklarını hissettiren Sendai’deyim. Japon devletinin bursuyla deneysel sanatlar alanında yüksek lisans yapan kızım Meryem’in mezuniyet töreni için geldim bu şehre. Aklım geride, Türkiye’de. Berkin için duyduğum üzüntünün soruları, Burak için üzülmenin sorularıyla ağırlaşmışken yola düştüm. Toplum olarak hayırlı işlerde yarışmamıza izin vermeyen bir girdaba doğru çekilmeye zorlanıyoruz, aylardır. İki acı gencin ve polislerin ölümleri, 1970’lerin Türkiye’sindeki çatışmaların soluğunu duyurduğu için de kaygı verici.

Okmeydanı bir yanıyla hâlâ Anadolu. Berkin ve Burak’ın evlerine çok yakın bir evde oturan arkadaşım Nurhayat, karşılıklı bir temsile zorlanan bu korkunç ölümlerin sebebinin ailelerin karşıtlıklarıyla asla ilişkilendirilemeyeceğini söyledi.

Birbirinin canında yatışmaya zorlanan acılar, kan davası alışkanlığının şehirli ve görece “aydın” kesimlerde yenik örgüt söylemleriyle nasıl da güncellenebileceğini ortaya koyuyor. Berkin'in ve Burak'ın ailelerinin vakarına bakın, bir de kan isteyenlere! Köhnemiş sandığımız kan davası çekişmesi mürekkep yalamış kentli zihniyetinde yeniden vücut mu buluyor?

Bana öyle geliyor ki bütün siyasi ve toplumsal mücadelelerin başlıca gayesi bu olmalı: Meşkuk güçlerin devreye girdiği olaylarda garibanların ölümüne izin vermemek. Gerginliği tırmandırmaya çalışan ölüm tüccarlarına ve sözde devrimci şehir eşkiyalarına karşı siyasetçilerin, medyanın ve barıştan yana her insanın daha temkinli, sorumlu, ayrıca yaslı ailelerin duyarlıklarını hesaba katan bir dil kullanması gerekiyor.
Dolayısıyla arabulucu barışçı bir dile her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. 1970’ler Türkiye’sinde sağcı ve solcu gençler çatıştığında ihtiyaç duyulan ama genç ölümleri konusunda varlığı yeterince etkinleşmeyen bir arabulucu dil.

II- Kızımı dünyanın bu bilinmedik ucuna göndermeye nasıl cesaret ettiğime dair çok soru geldi bana bu üç yıl içinde. Bir halkın, toplumun iç âlemine nüfuz etmek hiç kolay değil, hele Japonya gibi kültürün insanlara duygu ve düşüncelerini olabildiğince saklamayı öğrettiği bir ülkeden söz ediyorsak. 

Düşünmek, üzülmek; üzülmek, düşünmek... "Düşünmek" fiilini anlatan bir Japon resim yazısı "üzgünlük" anlamına geliyormuş. Japon halkı Hiroşima yaralarının acılarını tamamen dindirmiş olabilir mi? İçine kapalı, duygularını bastırmayı bilen bir halk bunu başardıysa, nasıl bir yola başvurdu? Akira Kurosawa'nın Ağustos’ta Rapsodi’si (1991) büyük acılar söz konusu olduğunda sağlıklı bir unutmadan değil, bu acıların er geç kendini bir şekilde belli edeceği bir bastırmadan söz edilebileceğini anlatıyor. Filmin Büyükanne Kane’si çocukları ve torunları normal bir hayat sürdürsünler diye Hiroşima’nın bombardımanıyla birlikte yaşanmış büyük acılarını kendi benliğine çekerek görünmez kılmakta ustalaşmıştır zahirde. Bütün unutma ve bastırma çabasına karşılık şimdiki zamanın kötülüklerinin sesleri her zaman geçmişin acılarının sesleri ve görüntüleriyle gün yüzüne çıkmaya hazırdır. Japonlar zaten aşırı duygularını başkasına belli etmemeyi erdem bilen bir halk. Savaş dönemi unutulmuş gibi yapılabilir olağanüstü güzel tabiatın ortasında, oysa örtbas edilen yaraların kanaması bir misafirin çıkıp gelmesine bakıyor. 

Acı sebepleriyle yüzleşmekten kaçınmanın barış ve kardeşliği kurmaya yararı olmadığını anlatıyor Kurosawa, Ağustos’ta Rapsodi’de. Önce Berkin’i, ardından Burak’ı yitirdiğimiz günleri bu açıdan da doğru bir şekilde kavramalıyız. “Bir bizim ölümüz, bir sizin” şeklindeki kanlı muhasebe, bu halkın geniş kesiminin talebini yansıtmaktan uzak. Gençlerimizin hayatına mal olan, ortak değerlerimizi tahribe dönük (mezhepli değil) mezhepçi kışkırtmalar geniş halk kesimlerinin beklentilerininiz uzağında bir gündemden kaynaklanıyor.
Burak Can küçük kızım Merve’nin yaşında. Berkin gibi o da yoksul aile çocuğu. Rahmet üzerilerine olsun. 

III- Ben yola çıkmadan önce sevgili İbrahim Tenekeci’nin yolculama tweet’inde hatırlattığı, Mehmet Akif'in 'Sorunuz, şimdi, Japonlar da nasıl millettir?” şeklindeki sorusu, çoğumuz için çoktan edinilmiş bir cevabı hatırlatmaya dönüktür. Japon halkı ve kültürü konusunda edindiğim bilgi, izlenim ve kanaat nedeniyle bu cevap konusunda içim rahattı ve kızımın bu ülkede bulunduğu yıllar boyunca da bu rahatlığı korudum. İlk Japonya izlenimlerimden: Sokaklarında gezinirken, mekânlarına girip çıkarken saygılı, rahatsız etmeyen, yoldan geçene, yoksula yardıma hazır olmayı öğretmiş bir kültürün ağırlığını koruduğunu fark etmemek imkânsız. İç ve dış savaşlarla, Hiroşima ile çok çekmiş ve çektikleri üzerine düşünmüş bir halk, Japonlar. Buna karşılık acıyı derinlerinde yaşamayı öğreten terbiyenin kişisel ve toplumsal infilaklarına maruz kalmadıkları söylenemez. Bu konuyu daha sonraki yazılarımda geniş bir şekilde ele alacağım inşallah.

Orta hatta kısa vadeli bir geleceğe dönük inançtan yoksunlaşan toplumun çocukları hangi hayalleri kurar, nasıl bir hayat tasavvur eder ve umut duymayı başarabilir? Sanki, Çehov’un öykü kahramanının düşündüğü üzere kendini çalışarak bu düşüncelerden (depresyondan da) kurtaracağına inanmaya başladığı izlenimini veren bir halktır, Japonlar. Aksi halde geçmişi düşünmenin şimdiki zamanın (olabilen) şevkini hırpalamayacak şekilde yorumlanması nasıl mümkün olurdu? Bu soru bir bakıma Ağustos’ta Rapsodi’de Büyükanne Kane’nin geçmiş hiç düşünülmeyebilir ve şimdiki zaman gibi gelecek de işte böyle bir bastırmayla kurulabilirmiş gibi düzenlediği hayatın kırılganlığında cevabını buluyor. Hayır, yüzleşme (ve helalleşme) gerçekleşmediğinde bastırılan her an geri gelebilir.

Duygularını bastırmada ustalaşmış ve çektiğin acıyla sahip olduğun erdemi derinleştirmiş olabilirsin. Fakat, yüzleşmenin ertelenemediği bir yer var ki işte orada an geliyor yürekte dondurulduğu sanılan yaranın gerçekte kanamaya devam ettiğini fark ediyor, sahibi.

Bazen de giden yüzünden hatırlamaya mecbur kalırız, en acı şekilde gitmeye zorlananın siması bize hatırlama ve düşünme görevini yükler, düşünmeye ve üzülmeye sevk eder.

Üzülsek de düşünmeye mecburuz: “Biz gerçek anlamda bir 12 Eylül muhasebesi gerçekleştirdik mi?” sorusuna dönmek zorunda olduğumuz açık; kaldı ki henüz 12 Eylül Anayasası ile idare etmek zorunda kalan bir toplumuz. Büyük kazanımımız olan barış süreci hatırına ertelediğimiz, göz ardı ettiğimiz birçok eksik ve kusur gibi, 12 Eylül muhasebesinin de bastırılmaya veya göz ardıya gelemediğini gösteriyor, Berkin ve Burak cinayetleri.

Dünyanın öteki ucundayım, ama aklım Türkiye’de, Okmeydanı’nda. Evlatlarını yitiren ailelerinin gösterdiği dayanışma, barış sürecine verilen emek ve bununla birlikte topluma yayılan inanç, bu konularda sahip olduğumuz toplumsal bilinçlenmenin bir göstergesi olarak umut duymamı sağlıyor. Ancak kuşkusuz Berkin ve Burak’ı kaybetmemizi getiren sebeplerle doğru dürüst yüzleşmeyi başarırsak sahih bir barışın yolunu adımlamayı sürdürebiliriz.

http://www.dunyabulteni.net/yazar/cihan-aktas/19591/daha-ne-kadar-uzulebiliriz

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums