Cellabe okumaları

  • 1.11.2013 00:00

Fas'ta her kesimden kadın ve erkek benzer modele sahip, ama ayrıntı ve motiflerde farklılaşan giyside buluşuyor: Cellabe. Modern ve laik bir zihniyete sahip kadınlar da, mütedeyyinler de cellabeyi tercih edebiliyor. Türlü renklerde uzun ve bol geleneksel dış giysisi cellabeyi başı örtülü olmayan kadınların da yaygın olarak kullandığını gözlemledim.

Cellabe, kadının çarşıda ve sokakta ve kamusal alanda tabii bir şekilde yer almasını kolaylaştıran bir dışarı giysisi. Zevkli ve kullanışlı geldi bana. Aynı giyimin erkeklerin giyinebileceği versiyonlarının da bulunmasını ilginç buldum. Kadın cellabeleri erkeklerinkine göre daha renkli ve süslü olabiliyor. Erkekler mat renklerde ve beyaz cellabe tercih ediyor. Kapşonlu, uzun ve bol giyside modern kent kültüründe kendini hissettiren Fransız üslubunun ötesinde bir varlık, her türlü renk ve kumaşın yorumuyla dile geliyor.

Fas 1956'da bağımsızlığına kavuştu, ne var ki kültürünün kolonyal ideolojiden tamamen özgürleştiği söylenemez. Avrupa merkezli kültürle krallık sisteminin oluşturduğu ittifakın etkin bir siyasallığın önünü kapattığını her alanda gözlemlemek olası. İfade özgürlüğüne dönük çok yönlü baskı, ilerici bir sanatın gelişmesine sınırlı olarak izin vermiştir.

Fas insanı ve kültürü, postmodern edebiyata örnekleri yansıdığı üzere egzotik bir bağlama sabitlenmiştir sanki. Ancak bu ülkede örtülü -örtüsüz kadın zıtlaşmasının yaşanmadığı apaçık. Örtülü kadınlar çeşit çeşit giysileriyle her yerde. Üniversitelerde kız öğrenci oranının hiç düşük olmadığı söyleniyor. Bu arada başörtülü kadınlar devlet dairelerinde çalıştıkları gibi, okullarda öğretmenlik yapabiliyor. Bu açıdan kılık kıyafet modernizmi baskısını yaşamış ülkelere özgü bir gerilimden söz edilemez.

Kuzey Afrika'dan daha doğuya oryantalist ressam ve şairlere cazip gelen harem olgusu Fas kadını açısından başka şekilde okunabilir. Yoksul kadınların yaşadığı güçlükler, şehrin kimi noktalarında toplanarak kendilerini işçi olarak seçmeye gelecek iş verenleri bekleyen kadın grupları, "egzotik Fas" manzaraları arasına nadiren karışabilir.

Faslı yazar Fatma Mernissi "Haremden Kaçan Şehrazat"ta, harem üzerine oryantalist bakış açısını -Rana Kabbani'nin ve Mohja Kahf'ın yaptığına benzer şekilde- sanat ve edebiyat eserleri üzerinden kurcalıyor. Kendisinin de bir haremde yetiştiğini belirten 1940 Fes doğumlu Mernissi, Doğu/İslam'ın kadını mekâna hapsettiği iddia edilse de modern Batı'nın kurduğu haremin çok daha acımasız olduğunu savunuyor kitabında. Batı haremi, azami kırk iki beden dayatmasıyla bir güzellik yarışına katılmaya zorladığı kadını uyguladığı baskıyla zamana hapsediyor. Batılı ressamlar haremdeki Müslüman kadını rehavet içinde, uyuşuk, hareketsiz gövdeler halinde resmetmişlerdir. Buna karşılık Mernissi Doğu'nun harem tasvirlerinde kadının Batı'da olduğunun tersine savaşçı, avcı ve aynı zamanda fitneye yol açacak şekilde ortalığı karıştıran kişilikler olarak gösterildiğini öne sürüyor. Kuşkusuz tartışmaya açık bir konu ve beş parmağın beşi bir olamaz.

Fransız etnolog Germaine Tillion ise 1963'de yayımlanmış olan "Harem ve Kuzenler'inde Akdeniz havzasında dönemsel ve kurumsal düzeyde yaptığı araştırmalara dayanarak harem olgusunun İslam'a mal edilemeyeceği tespitini yapıyor. Kıskançlığın hayli tuhaf bir şekilde dini inançla yan yana getirilmesine karşı Tillion'un cevabı şöyle: "...dinden kaynaklanan bir kıskançlıktan söz etmek bize, kıskançlıktan kaynaklanan bir dinden söz etmek kadar abes görünüyor."

Malın mülkün ve çocuğun aile içinde kalmasına dayalı bir tür kıskançlık ve baskı özellikle, bir topluma hasredilemez. Bitlisli G. mesela, 13 yaşındayken rızası hilafına evlendirildiği kocasını trafik kazasında yitirdikten sonra kendi ailesinin de rızasıyla kayınbiraderiyle evlenmesi için baskı gördü, hatta dayak yedi. İlkokul mezunu bile olmayan G., babası yaşındaki evli kayınbiraderinin "imam nikahlı" karısı olmamak için üç çocuğuyla yıllardır temizlik işçiliği yaparak hayata tutunmaya çalışıyor. Ne yazık ki tam anlamıyla saçını süpürge ettiği halde çocukları bir baltaya sap olmadı. G.'nin başına gelenlere benzer şekilde 14 yaşındayken zorla evlendirildiği kocasını trafik kazasında yitirdikten sonra yaşlı ve evli kayınbiraderinin "imam nikahlı" karısı olmamak için direnen ve yine temizlik işçiliğiyle üç çocuğunun geçimini sağlayan –Muhammediye'de tanıdığım- E., çocuklarını hayata kazandırma konusunda daha başarılı görünüyor: Üç kızının biri üniversiteyi bitirdi, diğer ikisi de iyi öğrenciler.

G. ve E.'nin dramlarını "İslam" ile açıklamak, yüzeysel olacaktır, Germaine Tillion'a göre. Çünkü, malı mülü aile içinde tutmaya dönük "kuzen evlilikleri" düzeni İslam öncesine uzanıyor ve İslam coğrafyasının sınırlarını da aşıyor.

Ya aşiretin dağılması pahasına Kur'an yasasını uygulamak, ya da dini yasayı çiğneme pahasında aşireti korumak. Mağrip'in her yanında bugün bile varlığını koruyan çok sayıda aşiretin bulunması, seçimin niteliğini sergiliyor. "Sözde fanatizm" ise göz ardı edilmiş bir hakkın çiğnenmesinin perdesi sayılabilir: Kız çocuklarının miras hakkının gaspı. Güvenilmez kadın mitinin bir sebebi de bu haksızlık olmasın? Bir Fas atasözünün meramı, bize de yabancı gelmeyecek: "Kayıp giden tekneler gibidir kadınlar. Mahvolmaya mahkumdur teknedeki yolcular."

Tillion, Kur'an'ın koyduğu mirasın iki soydan devamı kuralıyla aşiret sistemini dağıtmayı ve böylelikle bir toplumu eşitlikçi bir şekilde değiştirmeyi amaçladığını ve bu önemli devrimin de ta 7. Yüzyıl'da yapıldığının altını çiziyor. Yazarın bu tespitlerini Magrip ülkelerinde on yılı bulan yaşama tecrübesine dayandırdığını da belirtmeliyim. Fakat kadın-erkek ilişkisindeki denkliği belirleyen çok fazla kaynak ve etken var. Cezayir ve Fas'ta yaşayan Berberi boyu Tuareg'lerde erkek çocuğun kız çocuğu lehine mirastan feragatı bir misal.

Sonuçta bütün bu farklı hatta zıt yorumlar hayat tarafından elenip dokunularak yaşamayı veya ölmeyi sürdürüyor. Fas kadınları 1950'lere kadar kamusal alanda doğrudan bir varlığa sahip değillerdi. Hoş krallığın yasalarıyla biçimlenen mevcut kamusal alanın erkekler için de teşvik edici olduğu söylenemezdi. Bugün Fas, 1947'den itibaren yaşanan değişimin bütün kadınlara –maddi eşitsizlikler dışında- eşit olarak yansımasının avantajlarına sahip. Gelgelelim fikirlerin özgürce dile getirildiği çoklu karşılaşmalar alanından söz edilemez. Bu açıdan Marakeş'te bulunduğum günlerde beni en çok etkileyen tarihi yapı olan, 14. Yüzyıl'da Berberi Merenids Hanedanı dönemi eseri- daha sonraları yeniden inşa sırasında Endülüs ögeleri de eklenen- Endülüs Ali Bin Yusuf Medresesi'nin faaliyetinin günümüzde neye karşılık geldiğini düşünmeden edemedim. Bir dönemde başarıyla gerçekleştirilmiş şehirli/medeni kültürü geliştirmektense tekrarlamaktaki ısrar, başarılı bir tekrara bile duyarsızlaşma gibi bir sonuç veriyor.

Berberi kadınlarının direncinden söz ediyordu, yıllardır Fas'ta yaşayan İlkin Hanım. İslami kaynaklarla yeniden tanışmanın, İbni Arabî'nin ayak izlerini taşıyan Magrip'te kadınların lehine bir süreci başlattığı söylenilebilir. Bu tanışma aynı zamanda gelenek içinde içselleştirilmiş dini ahkâmın da başka bir şekilde etkinleşmesinin önünü açmış.

Cellabe giderek şöyle görünüyor bana: Takva örtüsünde buluşmak. Fas ikliminden Endülüs'e akan, orada gelişip Fas'a geri dönen gelişmiş bir kadın varlığı olgusundan söz edilebilir.

Varsıl da yoksul da aynı giyside buluşuyor; kumaşı daha ucuz veya pahalı olabilir. Tabii cellabeyi yeğlemeyen örtülü kadınlar da var. Kimisi Türkiye ve Suriye tarzında pardösü ve başörtülü, kimisi koyu renkli çarşaf ve peçe kullanıyor. Türkiye'de de rastlandığı şekilde kısa tunik ve dar pantolon üstüne uzun başörtüsü örtenlere de rastlanıyor. Bu arada Fas şehirlerinde uğradığım kitapevlerinde, başörtülü kadınlara dönük "hayat tarzı" dergileri de ön sıralardaki tuttukları yerle dikkatimi çekti.

Başörtülü olanla olmayan arasında yasakların bizim ülkelerimizin gençlerinin bedenlerine ve mimiklerine damgasını vuran muamele farklarının izleri yok Fas'ta. Marakeş'te kaldığımız otelin personeli arasında her düzeyde başörtülü kadın vardı. El-fna Meydanı'nda peçeli kadınlar hemcinslerine kına dövme yapıyordu. Yaşlı kadınlar su, şerbet, kuruyemiş satıyordu. Meydana bakan, tajin yediğimiz lokantada masamıza bakan garson başörtülü genç bir kızdı.

Araştırıldığında belki farklı izler çıkacak karşımıza: Fransa sömürgesi olmuş ve hâlâ bunun etkisini yansıtan bir ülke, Fas. Özellikle kadınların hâlâ bir tür çarpık yorum kurbanı Şehrazat olarak görülmenin güçlükleriyle yüz yüze olması anlaşılabilir. Mernissi, Batı'nın akıllı ve zeki kadınlara tahammülü olmadığını savunuyor. Bu nedenle de ölüme razı olmayarak cümleleriyle savaşım veren Şehrazat, oryantalist muhayyilede değişime uğrayıp fettan, işveli bir harem dilberine dönüşüyor.

Arap Baharı başladığında Fas Kralı acilen başlattığı reformlara kadın meselelerini de katmış ve meclisin açılışında yaptığı konuşmada hadisler okuyarak, parlamento üyelerinden kadının aile içindeki ezilmişliğine karşı çalışmalarını istemişti. Bunun önemli bir sonucu, evli kadının kaç yıllık kocasının üzerine evlendiğini bir yabancıdan duyması gibi bir kötülüğün son bulması anlamına gelmiyor. Çünkü rüşvet ve bir makamda tanıdık sahibi olmakla çözümleniyor, ilk eşin rızasını talep eden belge sorunu. Dünya medyasında bu gibi kadın acılarının El-Fna Meydanı misali "renkli " Fas imgelerinin gerisinde kayboluyor olması ise anlaşılır. Faslı yazar Tahar ben Jelloun'un, "Tanca'da bir çay" isimli tiyatro oyununa kattığı Genet'in diliyle sergilediği gibi, kralın himayesindeki İslam yorumu hiçbir açıdan"siyasal İslam" değil.

Bir yandan keyfi bir şekilde uygulanması olağanlaşmış taaddüt-i zevcat endişesine mahkûmiyet, diğer yandan İslami muhalefet hareketinin lider adayı olabilme. Kanunen erkek dört kadınla evlenebilir, bu konuda mevcut eşine karşı sorumluluğu yok. Gerçi uygulamada pek rastlanmıyor taaddüt-i zevcata. Diğer taraftan, ise İslamcı Adalet ve İhsan Hareketi lideri Şeyh Yasin'in vefatından sonra yerine geçebilecek adaylar arasında kızı Nadya'nın da adının geçmesini olağan karşılayan bir ülke, Fas.

Fas kadını adeta nice oryantalist ressamın, hatta yolu Kuzey Afrika'ya düştüğünde Delacroix'in "Cezayir Kadınları"nı taklit etmekten kendini alamayan Le Corbusier'in bile rehavet hali içinde tasvir ettiği Şarklı Müslüman kadın imgelerinin mirası yüzünden, modernliğin hareminin baskılarının azabını iki kat yaşıyor. Cellabe, bu azaba karşı şefkatli, aşina bir sığınak olarak da göründü bana.

Özellikle Marakeş'te motosiklet veya mobilet kullanan hatırı sayılır bir kadın nüfusu var. Gueliz Meydanı'nın kenarında arkadaşlarımı beklerken bir on dakika içinde sayısız mobiletli kadının adeta bir tür hız hırsıyla caddeden geçtiğini gördüm. Daha önce Kapalı Çarşı içinde gezinirken de hemen yanı başımdan mobiletli hanımların geçtiğini görmüştüm. Kral ehliyet hakkı tanıdıktan sonra kadınlar trafiğe hakim oldu, demişti, kapalı çarşıda bir esnaf. Mernissi'nin Şehrazatları başkaları tarafından keyfi bir şekilde yorumlanarak imgelere hapsedilmenin acısını mobiletlerle mi çıkarıyor, diye bir soru geliyor aklıma.

Daha önemli bir şeyler de makul bir açıklama yapılmaksızın gecikiyor, bir şeyler azımsanıyor belki. Ancak şu apaçık: Ezan okunduğunda sayfiye şehirlerinde bile müminler, omuzlarında seccadelerle camiye akıyor. Faslılar galiba çözülemeyen sorunlarını kralın sorgulanamazlığının oluşturduğu o müphem alana göndererek yüreklerini serinletmeye çalıştıkları bir aralıkta, yeni bir baharın haberini bekliyorlar.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums