- 6.09.2012 00:00
Kötü hastalığı Celal Al-i Ahmed “Akrep” ismiyle anlattı bir hikâyesinde. Orada pusuda bekliyor akrep, kurbanı kim olacak, henüz belirsiz. Kimisi bilindiği üzere andığında sökün edebilirmiş gibi, farklı adlarla anıyor onu. Çoğu kadın göğsündeki kistin kanser olduğu zannıyla ansızın o yalnızlık zeminine attı adımını. Ele gelen yabancı doku, dünyaya yabancılaşmaktan çok evrene dolu dolu bakmakta telaşa düşmenin de sebebi olmalı. Süre, vade, apansızın kısaldı mı... Bu habere yakalandıktan sonra gelen ilk karanlık gece nasıl geçecek...
Çocukluğumun yapay sarışını Ayten Teyze! Saçı hem evine ailesine süpürgeydi, hem de kocasının istediği gibi sarı. Kansere yakalandığında, çocuklarla ilgilensin diye köyden getirilen genç kız çok geçmedi, imam nikâhlı eşi oldu esnaf kocasının. Ayten Teyze’nin hikâyesinden sayısız ders çıkartılabilirse de, birisi işte şu: Kimse ama kimse, uğruna yapay sarışın olmaya katlanmaya değmez...
Bir de Wit’te Emma Thompson’un canlandırdığı edebiyat profesörü Vivian Bearing’in kanser bedenini ele geçirirken yaşadığı yürek burkan sorgulama... Daha sarsıcı, etkileyici bir dille başka nasıl canlandırılır ki o radikal yalnızlığı kırmaya çalışan iç seslerinin muhasebesi, çekilen acıyla birlikte ölümün kucağına nazikçe kendini bırakış... Yıllarını akademik çalışmalarına vermiş yalnız bir kadının tecrübesinde kanser, kitapları insan ilişkilerine tercih etmenin yol açtığı yalnızlığın metaforu gibi de okunabilir. Yazıya zehirleme suçunu yönlendiren filozof kimdi?
Peki, kanser insanın gözlerini hayata başka bir türlü açmıyor mu? Neşe Kutlutaş şöyle yazdı bana:“...çocukken de şuurlu bir çocuktum, kendimi öyle hatırlıyorum yani... Ve kanserden sonra her şeyin farkına varmak değil, daha az şeyin farkına varmak istediğimi anladım, farkına vardıklarım biraz da beni hasta edenler çünkü; dünya kadar adaletsizlik, riya, çaresiz insanlar, üzüntü ve bütün bunlara güç yetirememek... Şimdi Rabb’im beni Rabb Adı ile terbiye ediyor ve yeni şeyler öğreniyorum çok şükür, her şeye güç yetiremeyeceğimi mesela...”
Neşe kanserle mücadelesini dile getirdiği http://tiffanidekahvalti.blogspot.com’da yer alan yazılarının akışında bir bakıma yine o bildiğim şifa dağıtıcısı yürekli kız olarak beliriyor, ama bakışında bütün dünyayı, insanlığı başka türlü sarmalayan bir anlayış oluşmuş. Bu köşede “Kadın yazarlar, internet, Neşe...” başlığıyla anlatmıştım onun şifalı bitkilere ilgisini. Hastalığını öğrendikten aylar sonra benzeri bir tecrübeyi yaşayan Audrey Hepburn’a atıfla adını “Tiffany’de Kahvaltı” koyduğu blogunda yaşadıklarını benzeri süreçlerden geçmekte olan insanlarla paylaşmaya niyet etti. Hastalığına teşhis konulduğu anda duyduklarını, tedavi süreci içinde yaşadığı gel-gitleri, korkularını, ümitlerini, kaçışlarını, yeniden kazandığı mücadele azmini, hayatın sahnelerini tazelenmiş bir bakışla okuma denemelerini okurlarıyla paylaştı. “Niye ben” demenin yerini “Ne için ben” sorusu nasıl alabiliyor...
Ve, hastalığın farkına varıldıktan sonra yenilen ilk akşam yemeği... Eşi ve arkadaşıyla oturduğu sofrada kapıldığı kuvvetli duygu, hayatında bir şeylerin hızla değişmekte olduğu... Bir kaya hızla üzerine üzerine geliyor gibi oluyor evvela. Ancak galiba Vivian Bearing’in hayatında yer almayan şifa kaynakları var onun hayatında. Eşi Atila, oğlu Afak, arkadaşları Emira, Fevziye, hele ki o ilk akşam yemeğinde de yanında yer alan ve bu mücadeleyi birlikte yürüteceklerini bildiren dostu, Zekiye... Bir arkadaşı da Hastalar Risalesi’nin tesellisinden söz ediyor. Neşe bu kitabı daha önce kanser hastalarına okumuştu, ama kendisi için okumaya gücü yoktu, henüz.
Bir bakıma Neşe, daha o ilk akşam yemeğinde iyileşmeye başlamıştı, etrafındaki kalabalıkla. Büyülü Dağ’ın filozof doktorunun söylediği gibi: “Bütün hastalıklar sevgi yoksunluğundan kaynaklanır.”
İnsanlara şifa dağıtmaya çalışan Neşe, hem sözün sohbetin, hem de yazının dostu. Derrida’nın (Zeynep Direk’in özenli tercümesiyle, Pinhan Yayınları tarafından yayımlanan) Platon’un Eczanesi’nde irdelediği soruyu hatırlıyorum, blogundaki yazıları okurken: Yazı mitolojinin ve felsefenin dediği gibi ruha zerkedilen zehir mi, söz de aslında ondan geriye kalmıyor mu, aslında ikisi de kullanan kişinin niyetine bağlı olarak ağulu veya şifalı olmaz mı..
“Hep öğreniyorum, öğrendikçe mutlu oluyorum, Allah’ın ellerimi bırakmadığını hissediyorum böylelikle” diye yazdı bir de Neşe bana, bloguna ilişkin bilgi verdiği bir mesajında.
Kemal Özer’den özür...
“Sapasağlam Bedenler” başlıklı yazımda Kemal Özer’i, Müslüman Diyeti başlıklı kitabı üzerineHabertürk’ün kendisiyle yaptığı söyleşide Müslüman’ın şişman olmaya hakkı olmadığı şeklinde bir yargı bildiriyor diye eleştirmiştim. Daha sonra Özer bir mesaj atarak sözkonusu söyleşide böyle bir açıklamada bulunmadığını belirtti. Kendisine başvurmadan yaptığım eleştiri için Özer’e özür borçluyum.
Perşembe vedası
Yeni romanım için çalışmaya yoğunlaşacağım bir döneme girerken bu köşenin sevgili okurlarıyla bir süreliğine haftada bir kez, pazartesi günleri karşılaşacağız. Eylül veda ayı olduğu kadar, başlangıçların da ayı.
cihanaktas1@gmail.com
twitter.com/chn_aktas
Yorum Yap