- 11.06.2012 00:00
Halep yakınlarında 22 Mayıs’ta 13 kişi kaçırıldı. Kaçırılanların İran’a gerçekleştirdikleri kutsal mekân ziyaretinin dönüş yolunda olan Lübnanlı Şiiler olması, Suriye’de vaka-i adiyeden olanı uluslararası bir krize çevirdi. Kadın rehineler serbest bırakıldı ve 11 Lübnanlı Suriye’de sırra kadem bastı.
Lübnanlı Şiilerin kaçırılmasını, bu olaya kadar kamuoyunda bilinmeyen ve kendilerini “Suriye Devrimcileri-Halep Bölgesi” olarak tanımlayan bir grup üstlendi. Suriye muhalefetinin ana askerî grubu olan Özgür Suriye Ordusu kaçırılma olayıyla hiçbir ilişkisinin olmadığını açıkladı ve işin arkasında Esed’in paramiliter güçleri olan Şebiha’ların olduğunu iddia etti. Muhalefetin siyasi kanadı olan, Suriye Ulusal Konseyi kaçırılma olayını kınadı ve kaçırılan Şiilerin derhal serbest bırakılması gerektiğini beyan etti. İki kurum da “Suriye devriminin değerleri ile bağdaşmayan” bu tarz eylemleri onaylamadıklarını net şekilde belirtti.
Şii hacıların serbest bırakılması için Lübnan hükümeti hummalı bir çalışma başlattı. Zira, hâlihazırda Sünni-Şii gerginliği ile çalkalanan Lübnan’da böylesi bir kriz kimsenin istemeyeceği sonuçlar doğurabilirdi. Epey sıkıntılı bir süreçten geçen hükümet, bölgesel aktörlerin devreye girmesini istedi. Bu aktörlerden biri ve en önemlisi Suriye muhalefeti üzerinde nüfuzu olduğu yönünde şüphe bulunulmayan Türkiye idi.
Pazarlıklar hemen başladı. Olaydan bir gün sonra Lübnan Dışişleri Bakanı Adnan Mansur, rehinelerin yerlerinin tesbit edildiğini ve çok kısa bir zaman içinde serbest bırakılacağını söyledi. Müzakerelerin kim tarafından yapıldığı açıklanmasa da, Arap kamuoyuna göre süreç, Türkiye’nin kontrolü ve öncülüğünde ilerliyordu. Olaydan 3 gün sonra, Şii hacıların serbest bırakıldığı yönünde bir açıklama geldi Lübnan Başbakanı Necib Mikati’den. Dünyanın saygın medya kuruluşları bu haberi son dakika gelişmesi olarak geçti. Hacılar güya Türkiye’ye teslim edilmişti. Türkiye’den ise Lübnan eski Başbakanı Saad Hariri’nin temin ettiği özel jet ile Lübnan’a döneceklerdi. Herkes derin bir nefes aldı. Krizin Lübnanlı aktörler tarafından iyi yönetildiğine dair analizler bile yazıldı. Hizbullah lideri Nasrallah’ın teskin edici beyanları takdir edildi, Sünni lider Hariri’nin krizi çözmek için gösterdiği çabalar alkışlandı. Suriye Ulusal Konseyi’nin sürece bilfiil katkısı olumlu karşılandı. Türkiye ise son zamanlarda epey tartışmalı hale gelen “yumuşak gücü” ile kriz çözen ülke imajını cilaladı. Rehinelerin aileleri ve yakınları karşılama töreni için Beyrut havaalanında beklemeye başladı.
Ve birden, rehine yakınları havaalanına kadar gitmişken, işin aslının öyle olmadığı çıktı ortaya. Rehineler serbest bırakılmamıştı, İstanbul’da değillerdi ve daha da vahimi kimsenin nerede olduklarına dair bilgisi yoktu!
Lübnan’a hâkim olan endişe ve panikken, Türkiye tarafında sessizlik hüküm sürmeye başladı. Neredeyse iki hafta boyunca rehinelere dair tatmin edici hiçbir açıklama yapılmadı.
Bu hafta sonu Al Jazeera, rehinelere ait olduğu iddia edilen video görüntülerini yayınladı. Görüntülerde rehineler Hule katliamını kınıyor, Lübnan halkını Suriye direnişinin yanında olmaya çağırıyordu. Rehineleri serbest bırakmak için daha önce Nasrallah’ın özür dilemesi şartını koşan militanların rehineleri ne zaman ve hangi şartlar altında bırakacağı şu an için muamma.
Gelelim işin Türkiye boyutuna. Şüphesiz ki bu kriz Türkiye’nin diplomasi karnesine altın harflerle yazılmadı ve yazılmayacak. Türkiye, Suriye krizinin başından beri yapabileceğinden fazlasını vaat etme sorunundan mustarip. Bu yüzden ne içeride ne de dışarıda oluşan algıyı yönetmek konusunda başarılı olamadı. “Bir daha Hama katliamının olmasına izin vermeyiz” beyanları ile beklentileri yükselten Türkiye, daha sonra Suriye krizinde son derece insani ve ahlaki bir pozisyon almasına ve Suriye halkına en büyük desteği veren ülkelerden biri olmasına rağmen, bu aşırı beklentilerin altında ezildi. Türkiye’nin hamasi retorik konusunda iyi, ancak somut adım atmak konusunda başarısız olduğuna dair ifadeler Arap dünyasında yaygınlık kazandı. Ne yazık ki bu son olay ve fiyasko olarak görülen müzakereler, Türkiye’nin bölgede korumaya çalıştığı imaj için olumlu katkıda bulunmayacaktır. Heyecanın dorukta olduğu -ve bundan keyif de alındığı- bu coğrafyada, itidal üzerine inşa edilen politikalar kulağa sıkıcı gelebilir, ancak uzun vadede karizma için daha iyidir.
cerenkenar@gmail.com
Yorum Yap