“Günlerden Bir Gün”ün kısa hikayesi-2

  • 28.09.2016 00:00

 “Düğünümüz var”

 Sırtımdan birkaç kilo ter boşalttığım “kız isteme merasimi” bitti. Bitti de şimdi “düğün” yapmamız lazım… Malum, düğünü de “erkek tarafı” yapar… Geleneğin gereği neyse de, aslında bunu ben de istiyorum tabii. 40’ından sonra evlenince istiyor insan, tecrübeyle sabit. Hayatında hiç bilmediğin, tecrübe etmediğin bir “ilk”, şakası yok…

Güler çalışıyor, hayat devam ediyor sonuçta, çalışması lazım. İyi de nasıl oluyor bu düğün işleri? Bir düğün salonu mu tutmak lazım? Açıkçası düğün salonlarında yapılan düğünlerden hiç hazzetmemişimdir. Kıytırık bir dilim pasta, şekerli bir limonata, sahnede ikide bir “haydee” diye höyküren bir şarkıcı, kim gelmiş, ne giymiş, kim kiminle oturuyor diye bakınan insanlar ve sahnenin bir tarafında oturan gelinle damat… Sonrasında da tabii “takı takma merasimi”… Damadın arkadaşından 50 TL, gelinin abisinden bilmem ne… Korkunç…

“Korkunç” olan işin dayanışma boyutu değil tabii ki, teşhir… Düğüne gelen imkanları neye elveriyorsa takar bir şeyler, bunu ilan etmek de nedir?

Memlekette bir yakınımın köy düğününden hatırlıyorum. Daha düğün başlamadan iki aşiret arasında savaş oluyor gibiydi. “Aman filancalara rezil olmayalım, bizim taraf daha kalabalık olmalı, ona buna haber saldınız mı?” Düğünden sonra da (ben damadın evindeydim) takılar için başlayan tartışmalar bir hafta kadar sürdü. Videolardan, resimlerden, canlı tanık anlatımlarından kim ne takmış tek tek tespit yapıldı ve bu arada “bizim taraf” mı “öbür taraf” mı çok taktı münakaşaları… Neyse.

Aslında köy düğünü yapsak ne iyi olurdu. Munzur’un kıyısında mesela… Fakat o kadar insanı oraya nasıl getirteceğiz; olmayacak iş. Bir düğün burada bir de Dersim’de yapsak… Görmemiş adam evlenmiş düğün yapmaya doyamamış gibi bir durum olur o da… Velhasıl fantezi yapmaya gerek yok; düğün burada olacak. Peki nerede, ne zaman?

Henüz yaz idi. Yazın ortası hatta. Kemerburgaz tarafında bir kır düğünü yapsak… Benim aklım köy düğününde kalmış ya… O tarafta oturan tanıdıklar vardı, sordum da hatta. Hacı Abi orada bir köyde oturuyor (adamın adı Hacı ama Dersimlidir), neden olmasın dedi. Güler, “uzak, insanlar zor gelir” diye itiraz etti, fakat ben kafaya koymuştum; “gelen gelir ne yapalım”…

Düğün davetiyesi ve kimler davet edilecek… Haydi bakalım, çık işin içinden… Kaç tane liste hazırladım, bilmiyorum, yüzlerce isim… “Aile” kısmı kolay da, “arkadaşlar” kısmı zor. Yüzlerce ismi defalarca gözden geçirdim, elemeler yaptım. Bu arada, arada “ne yapıyorsun?” diye soran Güler’e izahatlar yapıyorum kim kimdir diye… Ama ne yapsam, liste çok kalabalık. Unuttuğum isimler var mı? Ya elediğim isimlerden sonradan duyup da “beni neden çağırmadın?” diyenlere ne cevap vereceğim? Zor dostum zor…

Ben böyle kendi kendime düğün bunalımı içerisindeyken bir arkadaşım aradı, Emel. Telefonda onun adını görünce direkt aklımda “Aykut” ismi canlandı. Aykut… Beyin cerrahı arkadaşım. Kadim dostum. Hasta idi. Kanser. Hastalığın yakışmadığı insanlardandı. Benden genç. Yakışıklı. Hayat dolu. Emel, “Aykut çok hasta biliyorsun” dedi. Biliyorum tabii. Daha geçen gitmiştim ziyaretine. Toparlanıyorum demişti. Evlilik üzerine konuşmuştuk. Takılmıştı bana.

“Evet?”

“Kötüleşti. Doktorlar sabaha kalmaz diyorlar. Yakın arkadaşlarını görmek istiyordu kendindeyken. Haber vereyim dedim sana da”…

Ben ne dedim? Hatırlamıyorum. Beynimden vurulmuş gibi olmuştum sadece. Ve şokun etkisini atlatır atlatmaz ağlamaya başladım. Nasıl olur yahu? Aykut bu? Hastalığı dahi yakıştıramadığım Aykut…

Akşam saatleriydi. Biraz toparlandıktan sonra hastaneye doğru yola düştüm. Çapa’ya. Doktorluk yaptığı hastaneye. Aykut’un odasının bulunduğu koridor ailesi ve arkadaşlarıyla doluydu. Herkes üzgündü ve ağlamaktan gözleri şişmişti. Telefonda öğrendiğimi bir de orada öğrendim. Kendisini görmem mümkün mü? Değil…

Tuvalete gittim. Orada ağladım. Ne kadar kalmışım orada bilmiyorum, Emel geldi yanıma. Teselli etmeye çalıştı. Birlikte de ağlaştık…

Orada sabaha kadar an be an, saat be saat bekledik… Bir mucize olsun, ayaklansın Aykut… Olmadı. Sabaha karşı verdi son nefesini… Canım yoldaşım…

Bir gün sonra toprağa verdik Aykut’u. Günlerce kendime gelemedim. Ancak iki ay sonra yeniden “düğün” gündemine geri dönebildim. Hayat devam ediyordu işte…

Bu arada yaz bitmişti tabii. Ben de köy, kır düğünü inadından vazgeçmiştim.

Evleneceğimi, düğün yapacağımı duyan bir eski mahpus arkadaşım aradı, buluştuk. Sevindiğini filan söyledikten sonra “nerede yapacaksınız düğünü” diye sordu. “Daha karar vermedik ama Taksim Hill’de yaparız herhalde. Sahipleri hemşerim, indirim yaparlar sanıyorum. Taksim de merkezi yer, herkesin gelmesi kolay” dedim.

“Boğaz’da, denize nazır yapalım senin düğününü” dedi.

“Nerede?”

“Saphirre’de”

“Orası neresi?”

“A, duymadın mı? Boğaz’ın en namlı, sosyetik mekanlarından”

“Yahu nasıl yapalım orada düğün? Ateş pahasıdır”.

“Sahibi tanıdığımdır, konuşuruz. Hadi gidip bakalım”.

Haydaa… Boğaz’da, sosyetik mekanda düğün… “Ya bir duyan olsa ne der?” diye düşünmedim değil, ama hoşuma da gitti doğrusu. Bir kez düğün yapacağız, o da Boğaz’da olsun. Paramız yok ama sosyeteden neyimiz eksik…

Gittik. Mekanın sahibi de oradaydı. Mekan çok güzel. Açık ve kapalı bölümleri var. Süper Boğaz manzaralı. Mekanın sahibi (adını unuttum adamın, önemli de değil zaten) iyi karşıladı. Çay kahve. Severmiş devrimcileri bir zamanlar, Metin de (arkadaşım) onun abisinden farksızmış falan filan. Bu işin bedeli peki? Hiç sorun değilmiş. Kendisinin bize düğün armağanı olsunmuş. Yalnız tek şartı düğünü hafta içi yapmamız imiş…

Güler’e sormadan bu hafta içi şartını kabul ettim, sosyete mekanında düğün yapmış olmak adına. Asıl “arıza” başka bir şeyden çıktı zaten.

Düğünde ne yenilip içilecek filan gibi konuları da konuştuktan sonra adam “düğün müziklerini de ayarlarız biz. Hatta isterseniz sanatçı da getiririz o gün. Şu şu sanatçılarımız var” dedi.

Ne iyi adammış. Müzikleri de ayarlayacaklar, istersek hiç birini tanımadığım rock sanatçıları da getirecekler. Beş kuruş da para vermeyeceğiz… Ama benim planım başkaydı işte.

“Yok” dedim, “müzikleri ben ayarlayacağım, bir sanatçı arkadaşım da gelecek zaten orkestrasıyla birlikte”.

“Kim?”

“Rojin”.

“Şu Kürtçe söyleyen sanatçı mı?”

“Evet” dedim biraz da gururla, “arkadaşımdır, o gelecek”.

Ama adamın kaşları çatıldı ve “olmaz” dedi.

Neden olmazmış? Burası sosyetik bir mekanmış. Etrafta duyulursa dükkanı kapatıp gitsinmiş. Kürtleri severmiş, zaten solcuymuş, ama mekanında Kürtçe şarkı çalınamazmış falan filan.

“O zaman olmaz” dedim, hiç düşünmeden. Adam şaşırdı. Beş kuruş almadan düğün yapıyor bize, ben kabul etmiyorum, Rojin’i istemiyor diye. Ben kalkmaya yeltenince, “Yahu dur” dedi, “senin hatırın için Zülfü Livaneli çalarız o gün ya da başka kimi istersen işte”.

“Olmaz” dedim yine. Metin kararlılığımı görünce, “sağlık olsun” dedi, kalktık.

Böylece bir sosyetik mekanda düğün yapma imkan ve ihtimalini elimin tersiyle geri itelemiş oldum. Pişman değilim hakim bey :)

Panik, telaş, heyecan… Çok uzatmıştım bu işi. Kızı almış ama aylardır düğün yapmıyorduk….

Uzun lafın kısası, güne karar verdik. Gidip Taksim Hill’in müdürüyle görüştük, Koray Bey. Sonradan kanka olduk adamla. Otelin sahibi de hemşehrim olur, fiyatta bayağı indirim yaptı; “aman kimseye söylemeyin” sözü alarak tabii.

Söylemeyeyim dedim ama hadi onu da söyleyeyim, kayıtlara doğru geçsin.

Koray’la görüşürken yanımızda Uğur da vardı. Uğur genç ve yakışıklı bir hemşehrim ve arkadaşım olur. Bir de Berfin vardı, o zaman on yaşında. “Nasıl oluyor bu düğün?” diye sorduk Koray’a.

“Hazırlıklar için genç çiftler en geç saat 5’te otele geliyor. Kendilerine bir oda veriyoruz, orada hazırlıklarını yapıyorlar. Gece de orada kalacaklar zaten. Otelimizin genç çiftlere armağanı. O ara biz de salonu hazırlamış olacağız. Saat 7’ye doğru misafirleri kabul ediyoruz. Ebeveynler salonun girişinde karşılıyorlar. İkramlarımız ve içecekler masada olacak. Saat 8’e doğru genç çiftleri salona alıyoruz müzik eşliğinde ve düğün başlamış oluyor. Saat 12’de bitirmiş olmamız lazım”.

Dikkatimi çekti, adam her “genç çiftler” dediğinde Uğur’a bakıyor. Bize de Uğur’u everecek kişiler muamelesi yapıyor. Biz de o ana kadar düğünün bizim düğünümüz olacağını söylememişiz.

“Koray bey” dedim yanımdaki Güler’i de göstererek, “o genç çiftler biz oluyoruz, biliyorsun değil mi?”

Adamın yüzündeki ifadeyi anlatamam. Şaşırdı. Afalladı. Neyse kendini toparladı, özür diledi falan. Gülüştük.

Tamamdır. 27 Eylül 2009 Pazar günü saat 19.00-00.00 saatleri arasında düğünümüz Taksim Hill Oteli’nin Çatı Restaurant’da olacak…

Ne tamamı? Bir de “damatlık” meselesi var…

Güler kendi arkadaşlarıyla kendi meselesini kısa zamanda halletti. Sıra bendeydi.

E düzgün bir takım elbise alsak hallolacaktı bana kalsa ama Uğur başta olmak üzere arkadaşlarım “damatlık” diye tutturmuşlardı…

Normal zamanda yanına bile yaklaşmayacağım sosyetik mağazalardan “damatlık” baktık yanımda Uğur’la. Tek başına anlamam ve beceremem ki. Ve her mağazada “damat” muamelesi gören Uğur oldu. “Bana bakıyoruz” deyince de tezgahtarlar afalladılar, dalga mı geçiyoruz diye.

Bir tam gün boyunca Nişantaşı (evet Nişantaşı), Osmanbey ve Taksim’de “damatlık” baktık. Benim bedenim şekilsiz ne yapalım, olmuyor işte diye tam vazgeçecekken Sarar’dan aldık bir damatlık takım. Hem de papyonuyla birlikte!

Bu papyon işine hayatında doğru dürüst kravat da takmamış ben epey direndim elbette… Ama sonuçta, “ulan girdik bu yola madem…” diye düğünde papyon bile taktım…

Pratikte bir işe yaramadı ama bir davetli listesi hazırladım. Biraz da çizerliğim var ya, enteresan olsun diye el emeği göz nuru karikatürlü bir davetiye hazırladım ve nedense yüzlerce bastırdım (hala elimde duruyor). Bazılarını dağıttım. Müzikleri ayarladım, tabii benden bir sene kadar önce düğün yapmış Ayhan’ın deneyimlerinden yararlanarak. Kapıda kim duracak, misafirlerimizi kim karşılayacak, müzikleri kim organize edecek, dj’lik yapacak… Hepsini tek tek planladım. Ama hiçbir “eylem” planlamasında bu kadar zorlanmadığımı, heyecanlanmadığımı işte kabul ediyorum…

Hazırız. Berberde traş da oldum, “damat” olacağımı belli etmeden. Güler de hazır nihayet. E hadi gidelim artık. Annemler çoktan gelmiştir salona…

Bindik küçük arabamıza, gidiyoruz. O ara aklıma geldi. Ya düğün konvoyu neden yapmadık ki biz? O kadar arabası olan arkadaşımız var… Neyse, o da eksik kalsın…

Devamını da anlatayım? (İsteğe bağlı)

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums