- 2.01.2015 00:00
Türkiye ilk defa 4 ay arayla iki seçime gitti.
7 Haziran seçimlerinin ortaya koyduğu ‘iradeyi’ beğenmeyenler fonda kurgulanmış bir ‘kaos’ eşliğinde ülkeyi yeniden seçime götürdüler.
Unutmuyoruz; bu seçimlerin öne çıkan, akılda kalan, iz bırakan özelliği bir şantaj ve dayatma seçimi olmasıdır.
‘Milli irade’yi yıllardır dillerine pelesenk edenler, gözlerimizin içine baka baka o iradeyi saymadılar, demokratik manada terbiyesizliklerinin, şımarıklıklarının bedelini bütün ülkeye ödettiler.
Maalesef bu, ağır bir bedel oldu. Çok canımızı yaktı…
Gün boyunca ‘kediler’ pusudaydı. Yurdun değişik yerlerinden ‘mükerrer’ oy kullanma haberleri geldi.
Tespit edilenlerin tamamı AKP’liydi.
Özellikle Doğu ve Güneydoğu illerimizde ‘hile’ haberleri dikkat çekici boyutlardaydı.
Öyle görünüyor ki 1 Kasım seçimleri ‘seçim güvenliği’ bakımından en tartışmalı seçim olarak uzun süre gündemimizde kalacak. Seçimin ‘adil’ ve ‘eşit’ şartlarda yapılıp yapılmadığı da öyle.
Yine de Türkiye sandık başına gitti ve bugün aşağı yukarı netleşecek olan sonuçlar, yakın geleceğimizi tayin edecek bir önem ifade ediyor.
Henüz partilerin aldıkları oy oranları üzerinden bir değerlendirme yapmanın ‘erken’ olduğu bir saatte bu yazıyı kaleme alıyorum.
Bu nedenle ‘kim ne kazandı ne kaybetti’ içeriğinde erken ve ister istemez riskli bir analiz yapmaktan ziyade, 2 Kasım’dan itibaren siyaset kurumunun karşı karşıya olduğu ülke tablosu ve dolayısıyla da ne tür bir sorumluluk anlayışıyla hareket etmesi gerektiğine dikkat çekmek istiyorum.
Kutuplaşma ve beraberinde büyüttüğü sosyal, siyasal gerginlik, duygusal kopuş, parlamentonun en önemli sorunu ve gündemi olmak durumundadır.
İyi kötü demokratik bir geçmişe, deneyime sahip hiçbir ülke bu kutuplaşma ve gerginliği uzun süre taşıyamaz.
Bu kutuplaşma ve gerginliği ‘siyaset’ haline getiren bir anlayışla Türkiye yönetilemez.
Bu kutuplaşmanın temel alanlarını oluşturan sorunlarda ciddi, köklü ve kapsamlı reformlar yapmak gereği vardır.
Temel hak ve özgürlükleri referans alan özgürlükçü bir anayasa ihtiyacı, daha fazla ertelenemez bir aciliyet arz etmektedir.
Kürt sorununun demokratik çözümünün de Alevilerin ‘eşit yurttaşlık’ taleplerinin de bu kapsamda ele alındığında kalıcı bir çözüme kavuşturulabileceği herkesin malumu olsa gerektir.
Kutuplaşmanın temel konularının başında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Saray’ın geldiği de hepimizin malumu.
Erdoğan’ın parlamentoyu, hukuku, anayasayı hiçe sayan yönetim anlayışı, kendi başına bir sorundur.
Kendi gündemini dayatmadaki ısrarını, keyfi yönetim tarzını sürdürmesi halinde Türkiye’nin hiçbir sorununu çözüme kavuşturma imkânı yoktur.
Bir siyasi figürü sevenin ‘senin için ölürüm’ diyerek sevdiği, sevmeyenin nefret ettiği bir durumda olması ‘normal’ değildir.
Seçim sonucu ne olursa olsun, bu tablonun birinci dereceden sorumlusu, açık ki AKP’dir.
Peki AKP bu sorumluluğu taşıyabilecek mi?
Tek başına hükümet kuracak bir çoğunluk elde etse bile ‘bu şekilde ülke yönetemeyiz’ diyerek sorumluluğu diğer partilerle paylaşacak bir yaklaşımı benimseyecek mi?
Bugün 2 Kasım ve hayat devam ediyor…
Yorum Yap