- 22.04.2015 00:00
Acılı bir tarihimiz var. Çünkü Milli Mücadele dönemi meclisi ve 1921 Anayasası feshedildikten sonra Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde kurulan cumhuriyet, ‘tekçi’ bir ulus-devlet olarak kurgulandı. Türkiye’nin etnik, dini, kültürel çeşitliliği ile kavga eden zorba bir devlet anlayışı ile yönetilmenin beraberinde sorunlar doğurmaması mümkün değildi. Nitekim cumhuriyet tarihi bu kavga ve sorunların şekillendirdiği bir tarih olarak yaşandı ve yaşanıyor...
Ülkenin kendi dinamikleriyle demokrasi yoluna girmesi ve barış içerisinde bir arada yaşamayı öğrenmesinin önü, darbelerle kesildi. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1987, 27 Nisan 2007 darbe ve müdahaleleri büyük acılara neden olarak ülkemizi her seferinde ‘kırmızıçizgi’ ideolojisine uygun ‘ayarlar’ ile geriye götürdü.
Geriye götürdü ama Türkiye, hiçbir zaman en uç ifadesini darbe dönemlerinde bulan inkâr ideolojisine teslim olmadı. Toplumsal bütünlüğümüzü oluşturan yapılar kendi hassasiyetlerine sahiplik etmeye devam ettiler. Bu direnişin en büyük açmazı, geçmişte de bugün de herkesin kendi mahallesinde kalarak, diğer bir deyişle yan yana olması gerekirken birbirine karşı empoze edilmiş önyargılarını koruyarak hareket etmesi, sorunlarının kaynak ve müsebbibinin aynı inkâr zihniyeti olduğunu görmezden gelmesiydi. Bunun inkârcı resmi ideoloji zihniyetinin toplumda yol açtığı en büyük tahribat olduğunu ve ırkçılık, milliyetçilik, mezhepçilik gibi ister istemez ‘bölücü’ görüşlerin de bu kapsamda ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Herkes kendi derdiyle yanarken yanı başındaki dert sahibini görmezden gelir, bazen de düpedüz ‘revadır’ gözüyle görürse, orada gerçek manada bir ‘birlik-beraberlik’ ruhundan bahsetmek mümkün değildir. ‘Yüzleşme’, bunun için hayati bir öneme sahip ve egemen devlet zihniyetine karşı olduğu kadar birbirimize karşı da taşımamız gereken bir sorumluluk...
Bu gerçekleri şunun için hatırlattım: AKP, iktidarının üçüncü döneminde ülkeyi bir ‘tek parti’ zihniyetiyle yönetmeye başladı. Süleyman Demirel gibi demokrasinin varlığını kendisinin iktidar olmasına bağlayan bir statükocu anlayışa saplandı. ‘Davası’ Recep Tayyip Erdoğan’ı ‘tek adam’ yapmak olan bir parti haline geldi. İnkar ideolojisiyle demokratik bağlamda hesaplaşmayı gündelik siyasetin pragmatizmine indirgedi. Toplumsal yüzleşme sorumluğunu ise ‘işte her şeyi konuşuyorsunuz ya’ demagojisinin konusu haline getirdi. ‘Eski’ ve miadı çoktan dolmuş devlet zihniyetini kendi ideolojik hassasiyetleriyle ‘güncelleştirerek’ sürdürmeyi ‘yenilik’ diye satmaya başladı. İnsanların barış özlemini, sorunlarımızın çözümü talep ve beklentilerini mide bulandırıcı bir istismar siyasetinin malzemesi olarak kullandı.
"AKP, iktidarının üçüncü döneminde ülkeyi bir "tek parti" zihniyetiyle yönetmeye başladı. "Davası", Recep Tayyip Erdoğan'ı "tek adam" yapmak olan bir parti haline geldi." |
“Yüzüne gözüne dürsün” diyenlerin unuttuğu şu: Türkiye’nin demokrasi tarihi ne AKP ile başladı ve ne de onunla birlikte bitecek bir süreçtir. İdam sehpalarıyla, işkence ve eziyetlerle örülü yollar yürüyerek bu günlere geldik. Bugün her ne konuşuyor, söylüyor, yazıyor ve istiyorsak, bedelini misliyle ödediğimiz, göğüslediğimiz içindir; AKP ‘bahşettiği’ için değil.
Yorum Yap