Cenazeye saygı ya da “ama o terörist!”

  • 9.09.2022 07:45

Herhalde vicdanı kararmamış herkesin o fotoğrafı görünce içi yanmıştır. Geçtiğimiz 29 Ağustos günü Mezopotamya Haber Ajansı’nın paylaştığı o fotoğrafta, başında takkesiyle yaşlıca bir yurttaş kucağında beyaz bir torba tutuyordu. Torbanın içerisine ise bir kutunun konulmuş olduğu anlaşılıyordu. Hazin olan, fotoğrafın hikâyesi idi. Fotoğraftaki kişi Ali Rıza Arslan’dı ve kucağında taşıdığı kutuda oğlu Hakan Arslan’ın kemikleri vardı…
 
28 yaşındaki Hakan Arslan 22 Ocak 2016 günü Diyarbakır Sur’daki sokak çatışmalarında hayatını kaybetmiş ve orada gömülmüştü.
 
Erzurum’un Karayazı ilçesine bağlı Çavuşköy’de oturan Arslan ailesi, çocuklarının cenazesi için defalarca Diyarbakır’a gelmiş, ilgili devlet kurumlarına, başsavcılığa başvurularda bulunmuştu. Aile ve avukatlarının uğraşları nihayet sonuç vermiş ve 7 yıl Sur’da gömülü kalan, 10 ay DNA ve kimlik tespiti için İstanbul Adli Tıp’ta bekletilen Hakan Arslan’ın kemikleri Diyarbakır Adliyesi’ne getirilmişti.
 
Baba Arslan yıllar sonra oğlunun cenazesini teslim almak için Diyarbakır’a geldi bir kez daha. Çağrıldığı adliyeye giderken muhtemelen bazı evrak işleri olduğunu düşünmüş; yaşayacağı şoktan habersiz…
 
“O an Diyarbakır başıma yıkıldı”
Baba Arslan oğlunun cenazesini Adli Tıp morgundan bir tabut içerisinde teslim almayı beklerken eline bir kutu tutuşturulmuş olmasının şokunu BBC muhabirine şu sözlerle anlatıyor: “(Adliyede) Ne savcı vardı ne de hakim, bir memur vardı, 28 yaşındaki oğlumun kemiklerinin olduğu kutuyu dolaptan çıkarıp elime verdiler, bunu hiç beklemiyordum, gözlerim karardı, nefesim kesildi, sanki o an tüm Diyarbakır başıma yıkıldı. İçinde oğlumun kemiklerinin olduğu o kutuyu nasıl teslim aldım, nasıl götürdüm hatırlamıyorum, kahroldum.” (Haberin tamamı burada: 'Oğlumun kemiklerinin olduğu kutuyu verdiklerinde Diyarbakır başıma yıkıldı'' - BBC News Türkçe )
 
Olayın ardından Diyarbakır Barosu, mevzuatı hatırlatarak sorumlu savcılık hakkında suç duyurusunda bulundu…
 
Cenazeye saygı
Cenazeye saygı, bütün din ve inançlarda açık ve net bir dille telkin edilen bir şey. Semavi dinlerin öncesinde de pagan toplumlarda cenazeye saygının paylaşılan bir değer yargısı olduğu biliniyor. Cenazeye saygı, “düşman” bile olsa hayatını yitiren kişinin naaşına özen göstermeyi, inandığı dini vecibelerine göre toprağa verilmesini ve geride bıraktığı aile ve diğer yakınlarının acısına saygı gösterilmesini içeren bir anlam ve muhtevaya sahip.
 
İslam Ansiklopedisi’nde “İslam’da cenaze” maddesinin karşılığı olarak Mehmet Şener imzasıyla şunlar yazılı:
“İslâm’a göre insan dünya hayatında da öldükten sonra da sevgi ve hürmete lâyıktır. Dolayısıyla cenazeye saygı duygularını rencide edecek hareketlerden kaçınılmalıdır. İslâm dininin cenazeye karşı gösterdiği bu ihtimamın onun geride kalan yakınları, komşu ve dostlarına yönelik teselli edici tarafları da vardır. Ölülere saygı göstermek, yaşayanlara karşı saygılı olmanın bir başka ifadesidir.”
 
Bunun yanında, Hz. Muhammed’in gayrimüslim cenazeleri için de saygı gereği ayağa kalktığı ve bu tutumunu bütün inananlara da telkin ettiği söylenir. Bunun “Allah’a saygı” gereği olduğu vurgulanır. (Hz. Muhammed’in bu telkiniyle gerçekleşen tarih ayrı ve başlı başına tartışılması gerekli bir konu elbette. Hele ki IŞİD’in İslam adına gerçekleştirdiği barbarlıklar hâlâ hafızalarda taze iken…)
 
Cenazeye saygı, insanın kendini gerçekleştirdiği tarih içerisinde geliştirdiği bir etik norm. Cenazeye saygı ritüellerinin ölüm gerçeğine rağmen hayatın devam ettiği ve etmesi gerektiği fikrini canlı tutmak gibi bir işlevi var. Semavi dinlerin tamamında var olan cennet, cehennem, “öteki dünya”, ahiret inancı insanın ölüm karşısında yaşadığı korku ve çaresizliğe yönelik “doğru ve dürüst yaşamayı” telkin eden bir anlam da taşır. Denilebilir ki ölüye gösterilen saygı, biraz da kendi ölüsüne saygı gösterilmesine dair insanın içinde yaşlandıkça büyüyen beklentinin bir ifadesidir.
 
İster dini, ister sosyo-kültürel ve moral-etik, hatta psikolojik açıdan bakalım, ölüye, cenazeye saygı, bütün renk ve inançlarında insanlığın paylaştığı bir değer yargısıdır ve bu, bu ortak değer yargısını ihlal eden pratiklere rağmen böyledir.
 
Ölüye saygı, uluslararası hukukun güvence altına aldığı normlardan biri aynı zamanda. Kızılhaç’ın derlediği insancıl hukuk kurallarında ölüye saygının anlam ve gerekleri gayet açık biçimde somutlaştırılmış. Buna göre “taraflar” ölüleri aramalı, bulmalı, karşı tarafa veya yakınlarına teslim etmeli, edemiyorsa ölenin dini vecibelerine göre defnedilmesini sağlamalı, mezarı işaretlenmeli/belli olmalı, ölenin kişisel eşyaları yakınlarına teslim edilmek üzere kayıt altına alınmalı.
 
Ölünün bedenine işkence yapılması, bedenine zarar verilmesi mutlak şekilde yasaklanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) ölüye saygı, işkence ve özel hayata saygı çerçevesinde ele alınırken Anayasa’nın 130. Maddesinde de “Kişinin hatırasına hakaret” bir “suç” olarak düzenlenmiştir. (Konuyla ilgili Diyarbakır Barosu avukatlarından Mehmet Kaya’nın sorunu uluslararası hukukun gündemine getirmenin önemine de vurgu yapan yazısı için bkz.: İnsanlık Diyarbakır Adliyesi'nde: Kutuda, ölü... (gazeteduvar.com.tr) )
 
Hakan Arslan ilk değil…
Hakan Arslan’ın kemiklerinin bir kutuda babasına teslim edilmesi vakası maalesef “ilk” değil. Bırakalım cenazeye saygıyı, ölü bedenlere ve geride kalan yakınlarına işkence ve eziyet eden vahşi uygulamaların kamuoyuna yansıyan başka örnekleri de var. Öncesi bir yana 90’lı yıllarda “terörle mücadele” gerekçe gösterilerek çatışmalarda hayatını kaybeden PKK militanlarının kesilmiş kafalarıyla fotoğraf çeken özel tim ve askeri birlik mensupları vardı… Kesik kulak koleksiyonu yapanlar vardı… Tankların, panzerlerin arkasına bağlanmış cesetleri şehirlerde sürüklenerek dolaştırılan insanlar vardı… “Faili meçhul” cinayetlerde öldürülen insanların tamamı, öldürülmeden önce işkence görmüş, bazılarının cesetleri parçalanmıştı… Muş Vartinis Köyü örneğinde olduğu gibi çoluk çocuk yakılarak öldürülen sivil insanlar vardı…
 
“Savaştır olur böyle şeyler” denilebilir mi? Veya “ama onlar terörist, ne yapsan mubah” denilebilir mi? Denilebilir ve bu vahşi uygulamalar aklanabilir, failleri temize çıkarılabilir mi?
 
Böyle düşünenlere verilecek cevap şu olabilir; vahşet, faili kim olursa olsun vahşettir, işkence işkencedir, alçaklık alçaklıktır ve suç da suç. “Devlet” olmak bir vahşet uygulamasını meşru veya makul kılmaz; aksine o suçu daha da ağırlaştırır…
 
Öte yandan bir de özellikle “eski Türkiye-yeni Türkiye” muhabbeti yapanların iddiaları var; “Bunlar eski Türkiye’de oldu, bizim zamanımızda olmadı” diye. Bu yaklaşım iki açıdan buz gibi yanlış. Birincisi, yeri geldiğinde “devlette süreklilik esastır” denir. Bu, herhalde devlet ya da birtakım devlet görevlilerinin devlet adına işledikleri suçlar için de geçerlidir. 90’ların hangi suçları açığa çıkarıldı ve failleri cezalandırıldı? (Aslında bu haftaki yazımın konusu da önceki yazıdan devamla bu olacaktı.) İkincisi ise, “Bizim zamanımızda olmadı hiç” demek ne tür bir yüzsüzlük, ne biçim bir pişkinlik anlayabilmek gerçekten zor…
 
Çünkü Hakan Arslan olayı bir “ilk” değil. Çok da hafızanızı zorlamadan yakın tarihten sadece dört örnek vermekle yetineceğim.
 
Lokman Birlik… 4 Ekim 2015 günü dönemin HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Şırnak’ta “hendek” operasyonlarında öldürülen HDP Şırnak Milletvekili Leyla Birlik’in akrabası Lokman Birlik’in cansız bedeninin bir polis aracının arkasına bağlanarak sürüklendiğini gösteren bir fotoğrafı kamuoyu ile paylaştı. Bu paylaşımdan kısa süre sonra olayın video görüntüleri ortaya çıktı…
 
Taybet İnan… 57 yaşındaki Taybet İnan ve kayınbiraderi 53 yaşındaki Yusuf İnan, Şırnak’ın Silopi ilçesinde 14 Aralık 2015 tarihinde ilan edilen sokağa çıkma yasağının beşinci gününde “keskin nişancı” ateşiyle öldürüldüler. Cansız bedenleri 7 gün boyunca vuruldukları sokak ortasında kaldı.
 
11 çocuk annesi Taybet İnan’ın oğlu Mehmet İnan olaydan sonra yazdığı mektupta, “Annem tamı tamına 7 gün sokakta kaldı… Hiçbirimiz uyuyamadık, köpekler gelir, kuşlar konar diye, o orada yattı biz 150 metre ilerisinde öldük… Bir insan bir insana ne kadar acı çektirebilirse devlet de bize 7 günde bunu yaptı. 7 gün tam 7 gün annenizin cenazesi sokak ortasında kalsın… İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor… Annemin elleri kaskatı olmuş ve öyle sıkmış ki eşarbını, belli ki canı hayli acımış, öptüm ellerinden helal et hakkını diye ama… Kanı kurumuş annemin, elleri, yüzü ki yüzü düşerken toprak olmuş, elbiseleri kandan ıslanmış sonra kurumuş, sonra taş olmuş annemin… Kokusu gitmiş, toprak ve kan kokuyor annem, saçları sertleşmiş, kirlenmiş, annemin canından can almışlar Allah’a inananlar!” demişti…
 
Taybet İnan ve Yusuf İnan 23 gün sonra defnedildi. Cenazesine Taybet İnan’ın iki oğlu ve birkaç akrabası katıldı. Eşi ve 9 çocuğu dâhil başka hiç kimsenin cenazeye katılmasına izin verilmedi.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums