Türkiye’de Sağ, Kaliteli Eğitimi Solculuk Sanıyor

  • 7.11.2022 09:17

Son zamanlarda hızla yaygınlaşan fonksiyonel tıp geleneğinin üstatlarından biri mealen şöyle diyor: “Doğru beslenme ilaç gibi değildir, bizatihi ilaçtır.” Bunun bir anlamı da şudur: Modern tıbbın geliştirdiği tedavi protokolleriyle, farmakolojik araç parkıyla, ameliyathaneleriyle çözmeye çalıştığı sağlık sorunlarının pek çoğunun kökeninde yanlış beslenme yatıyor olabilir. Ya da tersinden söylersek: Doğru beslenmeyi öğrenerek sağlık sorunlarının pek çoğunun önüne geçebiliriz. Ancak doğru beslenmeyi elbette kısa vadeli zayıflama rejimleriyle karıştırmamak gerekir. Burada kastedilen daha çok bir ömür boyu süregidecek doğru beslenme anlayışına sahip olmaktır.

 

Benzer bir çerçeveyi bireyin ve giderek toplumun benim son yazılarımda kullandığım terminolojiyle poetik, estetik, kültürel hatta sözel donanımı için de düşünülebiliriz belki. Bazı hekimler kendilerine başvurmakta geç kalmış bazı hastalarına şöyle der: “Arabanızı bile en azından senede bir bakıma, iki senede bir muayeneye götürmeyi biliyorsunuz. Ama kendinize arabanız kadar ihtimam göstermiyorsunuz.” Bir hekimin insanın varoluşunu bir “beden” olarak algılaması aslında eşyanın tabiatına pek de aykırı değildir. İzin verirseniz ben de aynı serzenişi insanın hatta toplumun bütünsel varoluşu için tekrar edeyim. Perspektif’te bu serinin ilk metni olarak yazdığım “Toplumun Poetikası”nı bu noktada hatırlatmak isterim. Birey ve toplum, bizim genellikle sandığımız gibi verili bir şey olmaktan çok kurulan, inşa edilen, yaratılan, üzerine konan bir şeydir. Türk olmak, Kürt olmak, Müslüman olmak, Sünni olmak, Alevi olmak, sağcı olmak, solcu olmak bizi bütün bunlardan azade kılmaz. Temel özelliklerimizin birçoğunu doğuştan elde etmeyiz. Kervanı biraz da yolda düzeriz.

 

Bu noktada daha önce birkaç yazımda değindiğim “genetik” meselesini de hatırlatmak isterim. Bizler belki de sayısalı, sözelden her zaman daha fazla önemseyen bir toplum olarak genetiği bence biraz fazla biyolojik algılıyor olamaz mıyız? Bir kardiyolog, kalp rahatsızlıkları nedeniyle kendisine başvuran bir hastasına ilk olarak şu soruyu sorar: “Aile geçmişinizde kalp hastalığı var mıdır?” Soru elbette mantıklıdır, çünkü hastalıkların meydana gelmesinde genetik faktörler önemlidir. Ancak kolayca biyolojik genetik olarak kataloglanan pek çok özellik belki coğrafi, iklimsel, sosyolojik, sınıfsal, alışkanlıklar üzerinden de takip edilemez mi? Yani aynı coğrafyada, aynı kilime maruz kalmış, benzer sosyolojik, sınıfsal kökenden gelen, neredeyse aynı beslenme alışkanlıklarına sahip bir baba ile oğulun benzer hastalıklara sahip olması zaten ne kadar şaşırtıcı olabilir? Daha basit bir şekilde ifade edeyim: Yıllarca aynı sofrada yemek yemiş iki kişinin sağlığı, yaş faktörü dışında ne kadar birbirinden farklı olabilir?

 

Umarım ikna edici olmuştur son paragrafta yazdıklarım. Bireyin poetik, sözel inşasına da böyle bakabiliriz bence. Verili sandığımız, yani bir anlamda genetiğe benzeyen pek çok şey aslında birer tercihtir. Geldiğimiz noktaya doğuştan özelliklerimiz nedeniyle değil, hayat yolculuğunda yaptığımız tercihlerle varmışızdır. Yediklerimizin, içtiklerimizin kalitesi nasıl bizim bedenimizin geleceğini olumlu ya da olumsuz anlamda belirleyebiliyorsa; okuduklarımızın, dinlediklerimizin, seyrettiklerimizin kalitesi de bizim asgari kültürel formasyonumuzun geleceğini belirler. Bir önceki cümle elbette herkesin asgari bir kültürel beslenme imkânına sahip olduğunu varsayıyor. Bunun böyle olmadığı durumlarda ise toplumsal vasat daha da aşağıya doğru seyreder.

 

Antropolojik Kültür, Müfredat ve Maarif

 

Benim daha önce Twitter hesabımdan paylaştığım, bazı konuşmalarımda biraz da olsa açma fırsatını bulduğum bir cümlem var: “Türkiye’de sağ, kaliteli eğitimi solculuk sanıyor.” Daha geniş bir açıdan bakarak belki bu zihniyet dünyasını biraz daha çözümleyebiliriz: Geniş, derin ve kanonik bir müfredat; hümaniter, evrensel bir maarif, Türkiye modernleşme tarihinin sağ/muhafazakâr/İslamcı kanadı için komünizmle, ateizmle, vatan hainliğiyle neredeyse eşdeğer olarak görülmüştür. Belki bu noktada yazılarımı ve kitaplarımı düzenli takip etmeyen okurlar için bir belirleme yapmam lazım. Ben Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi başlıklı kitabımdan beri Raymond Williams’dan da etkilenerek üçlü bir “kültür” tanımı kullanıyorum. Birincisi içine doğduğumuz, seçmediğimiz kültür anlamıyla antropolojik kültür. İkincisi kültürel kamusal alanda bizi çevreleyen bütün sanat, edebiyat yapıtları ve performansları anlamında müfredat. Yani müfredat kavramını eğitimi vurgulayan dar anlamıyla değil, bütün toplumsal kültürel üretim alanlarını kapsayacak şekilde geniş olarak kullanıyorum. Üçüncüsü ise ulus-devletin ortaya çıkmasından beri yaygınlaşan zorunlu ulusal eğitim/öğretim anlamıyla maarif.

 

Elbette her birimiz verili bir kültürün içine doğuyoruz. Bu anlamda kültürsüz insan yok. Ancak özellikle çağımızda kültürel donanım dediğimiz daha çok bundan sonrasında yapabildiğimiz yüklemeler; ama kamusal, toplumsal olarak, ama bireysel olarak. Türkiye’de sağcılığın ufku; antropolojik kültürü kendine neredeyse tek kültür kaynağı olarak kabul etmesi, toplumsal müfredatı oldukça yerel ve ancak antropolojik kültürün çeperlerinin dışına pek çıkmayacak şekilde algılaması, maarifi de büyük ölçüde bir meslek eğitimi/öğretimi, bir uzmanlık yüklemesi olarak görmesi şeklinde ortaya çıkıyor. Elbette bu noktada özellikle müfredat ve maarif açısından söylemsel düzeyde bir tür “Batı düşmanlığı” olarak ortaya çıkan ama aslında giderek kendi antropolojik kültürel değerleri dışında her şeye neredeyse düşman olma haline dönüşen bir medeniyet karşıtlığını da vurgulamak gerekiyor.

 

Sonuç olarak bu tür bir zihniyetin yaygın olması aslında toplumun toplam kalitesinin de düşmesine neden oluyor. Türkiye sağcılığı, evlatlarının kendileriyle birebir aynı olmasından başka bir seçenek hayal edemeyen otoriter ebeveynler gibi bakıyor bütün topluma. Bu tutum bence artık sadece “muhafazakârlık” kavramıyla karşılanamayacak hale bürünebiliyor. Çünkü muhafazakârlık modernliğe, insanlığa, dünyaya dâhildir. Tüm diğer ideolojiler gibi. Benim bahsettiğim ise giderek aynadaki aksinden başka hiçbir şeye tahammül edemeyen bir haletiruhiyeye hapsolmayı içeriyor. Medeniyet karşıtlığı derken kastım tam da bu aslında.

 

Sadece hamurla beslenen bir insanın sağlıklı beslendiğini iddia edebilir miyiz? Yalnızca meyve yiyen biri için de aynı soruyu sorabiliriz. Etten başka bir şey yemeyen biri için de aynı soru geçerli değil midir? Yazının başında ortaya koymaya çalıştığım sağlık/kültür analojisi açısından yukarıda sorduğum soruların kültürel beslenme kaynakları için karşılıklarını teker teker yazmama gerek var mı? Siz okurların gereken boşlukları dolduracağınıza eminim.

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar