Su içinde olup susuz kalmak

  • 27.07.2014 00:00

 Anlaşılan su sorunu, hem sabık ve müstakbel (!) 'payitaht' İstanbul'un, hem de ülkenin en doğusundaki Yeniköy Mezrası'nın ortak sorunu olmaya aday.

Geçtiğimiz günlerde TMMOB şöyle bir açıklama yaptı: “3. havalimanı projesi 70 gölet ile 8 derenin yok edilmesine neden olacak. Bölgedeki sulak alanlar Trakya’ya, İstanbul’a hayat veren Terkos gibi önemli havzaları besliyor. Kuraklığın temel nedeni az yağmur yağması değil, yanlış yerde yanlış inşaatların, plansız ağaç kesimlerinin, zaten sınırlı olan yağmurların toprakla buluşamadan betonlar üzerinden akarak kanalizasyona, denize karışmasıdır. (…) Ciddi bir su krizinin bizi beklediği su götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkacak (…)”

Bir de şöyle bir haber okudum: “Iğdır'ın Tuzluca ilçesinde, yayla sorunu yüzünden işlenen cinayet sonrası içme suyu boruları kesilen Yeniköy Mezrası kadınları karayolunu trafiğe kapatarak su istedi. Yaklaşık bir yıldır içme suyu sıkıntısı çektiklerini anlatan Yeniköy mezrasından 50 kadın yetkililere durumu bildirdiklerini ancak sonuç alamadıklarını söylediler. Eşlerinin başka şehirlere çalışmaya gittiğini anlatan kadınlar Iğdır-Tuzluca karayolunda oturma eylemi yaptı. Olay yerine gelen jandarma karayolunda çok sayıda taşıtın birikmesiyle kadınları kolundan tutup yoldan uzaklaştırdı.”

Anlaşılan su sorunu, hem sabık ve müstakbel (!) ‘payitaht’ İstanbul’un, hem de ülkenin en doğusundaki bir mezranın ortak sorunu olmaya aday. Elbette tarihsel pratiğimiz, sorunun ortak olmasının, çözüm aranırken İstanbul’la Iğdır’a aynı özenin gösterileceği anlamına gelmediğini göstermeye yeter. Mahcubiyetle söylüyorum ki ben de bu pratikle uyumlu olarak, bu haftaki yazımı esas olarak İstanbul ağırlıklı kaleme aldım. Biraz Dersim, biraz Hatay suları var sonda. Elbette bu konuda söylenecek söz çok, benim bilgim ve okurun okumaya sabrı az. Dolayısıyla her zamanki gibi daldan dala atlayacağım… 

VALENS KEMERİ 


Tarih içinde 130’dan fazla adla anılan bugünkü İstanbul (şehrin Bizans dönemine şu yazımda değinmiştim: Yazıyı okumak için tıklayın) tarih boyunca hem bir su şehri, hem de su sıkıntısının en yoğun yaşandığı şehir oldu. Şehrin su meselesini çözmek, her yöneticinin en büyük hayali idi. Şehre düzenli su sağlamak için yapılan ilk tesisler sukemerleri idi. Bunların sayısının 77 olduğu biliniyor. Şehirdeki kemerlerin en ünlüsü ise Roma İmparatoru Hadrianus döneminde (hd 117-138) yapıldığı için bazen Hadrianus Kemeri, bazen de 4. Yüzyılda onarımını yapan imparatordan dolayı Valens Kemeri olarak anılan Bozdoğan Kemeri idi. Roma döneminden günümüze ulaşan bir değer sukemeri ise Atışalanı’ndaki Mazul Kemer’di. Bunların dışında bir çeşit küçük barajlar olan bentler ve suyolları vardı. Bu sistemin taşıdığı sular önce açık havuzlara (su haznelerine), sonra da kapalı sarnıçlara aktarılıyordu.

                          (19. Yüzyılda Bozdoğan (Hadrianus, Valens) Kemeri 


SARNIÇLAR, AYAZMALAR 

4. yüzyıldan itibaren kullanılan adıyla Konstantinopolis’teki yüzlerce sarnıçtan çok azını biliyoruz. Bunlar arasında en büyük kapalı su haznesi olan Sultanahmet’teki Yerebatan Sarnıcı, 542 yılında, I. İustinianos tarafından yaptırılmıştı. Şehrin ikinci büyük kapalı haznesi de esas adını, 4. yüzyılda imparator I. Constantinus tarafından Roma’dan göçe zorlanan Philexonus adlı bir soylunun burada yaptırdığı saraydan alan, Osmanlı döneminde ise ‘Binbirdirek’ adını alan 224 sütun üzerinde yükselen sarnıçtı ve Yerebatan’a çok yakındı. 419 ve 425’da şehrin valiliğini yapmış olan Aeitos adlı soylu tarafından yaptırılan Karagümrük civarında yaptırılan Aetios Sarnıcı ise 244 metreye 85 metre boyutlarında bir çukur olup, ilk derinliğinin 10–15 metre olduğu tahmin ediliyor. Havuz daha Bizans döneminde iken kurumuş ve yüzyıllarca bostan olarak kullanılmıştı. Bugün Fatih ilçesinin Çukurbostan semtinde bulunan Aspar Su Haznesi ise, rivayete göre Roma İmparatorluğu hizmetindeki Got asıllı komutan Aspar tarafından 459 yılında (?) yaptırılmıştı. 152 metreye 152 metrelik kare şeklindeki bu çukur, daha Bizans döneminde iken ‘kuru bostan veya bahçe’ anlamına gelen ‘Kserokipion’ adıyla anılmasına bakılırsa, çok erken dönemlerde kurumuştu. Yine Fatih Altımermer’deki Mokios Sarnıcı ise Bizans imparatoru I. Anastasios (hd 491–518) döneminde yapılmış, 170 metreye 147 metre boyutlarında bir açık su haznesi idi. 

Daha adlarını anmadığım, ya da bilmediğimiz pek çok sarnıç vardı. Sarnıçlar, sadece kuraklık ve kuşatma dönemlerinde şehrin su ihtiyacını karşılamakla kalmıyor, aynı zamanda engebeli arazinin düzlenmesinde, teraslanmasında rol oynuyor, dahası üzerlerine yapılan binaların daha gösterişli olmasını sağlıyordu. Ancak, sarnıçlardan mahalledeki evlere su götüren bir şebeke yoktu. Bu nedenle halk, su ihtiyacını arklar, pınarlar, kuyular, ayazmalar ve çeşmelerden sağlıyordu. Burada bir parantez açayım: Hristiyanlık öncesi dinlerin bazı pınarlara kutsallık atfederek bunların iyileştirici özelliği olduğuna inanmasıyla ortaya çıkan kuruma ‘ayazma’ denir. Bizans dönemi boyunca, şehrin çeşitli yerlerinde yüzeye çıkan irili ufaklı yüzlerce tatlı su pınarı ayazmaya dönüşmüştü. Bunlardan en ünlüleri bugünkü Ayvansaray’da Blahernai Kilisesi’nin ayazması ile Silivrikapı’daki Zoodohos Piyi Manastırı’nın ayazması (Balıklı Ayazma) idi.

Trakya’daki su kemerlerinin büyük bölümü, 7. ve 8. yüzyıllarda kuşatmalar ve depremler sırasında tahrip olunca, geriye sadece Konstantinopolis’teki tesisler kaldı. Onlar da, Bizans’ın gerileme döneminin başı sayılabilecek 10. yüzyıldan sonra çöktü, 1204-1261 yılları arasındaki Latin (Haçlı) işgali sırasında tümüyle yok oldu. 


MİMAR SİNAN’IN ABİDE KEMERLERİ 


Nitekim şehir 1453’te el değiştirdiğinde ‘Fatih’ Sultan Mehmed’i en çok su sorunu zorlamıştı. Dönemin tarihçisi Tursun Beğ, çok az bölümü kalmış olmasına rağmen, Bizans su sisteminden pek etkilenmiş olmalı ki Tarih-i Ebu’l-Feth’i adlı eserinde “Eski suyolları bulundu ki, dağların ciğerlerini delip geçirmişler, zemine muvazi derelerden taklar ve kemerler vasıtasıyla nehirler akıtmışlar” diye yazmıştı. Osmanlılar, şehre su getirmek için bu eski sistemden yararlandılar. Kaybolmuş suyolları bulundu, göçmüş su kemerleri onarıldı. Bozdoğan Kemeri’nin etrafına onlarca çeşme yaptırıldı. Böylece günümüze kadar gelen Fatih, Turunç ve Halkalı suyolları oluşturuldu. Bunlara Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) Kırkçeşme tesisleri eklendi. Ancak bu tarihlerde evlere su bağlamak o kadar ayrıcalıklı bir durumdu ki, Ahmet Vefik Paşa’ya bakılırsa, Mimar Sinan bile evine suyolu yaptırdığı için kovuşturmaya uğramıştı. 

Rivayete göre K?ğıthane dolaylarındaki suları şehre getirmesi için padişahtan emir alan Mimar Sinan, bunun için altın dolu keseleri uc uca dizmek lazım deyince, Kanuni “Mimarbaşı eğer suyu getirmek mümkünse, keseleri uc uca değil yan yana dizmeye razıyım” demişti. Bir başka rivayete göre sadrazam Rüstem Paşa’nın, “şehre gelen su artarsa, göç de artar” uyarısı üzerine Kanuni, su getirme işine bir süre ara vermişti. 

Yine de bu dönemde Mimar Sinan’a atfedilen 33 kemerden 5’i ‘abide kemer’ olarak tanımlanır. Bunlar, Mağlova Kemeri, Kovuk Kemer, Uzun Kemer, Paşa Kemeri ve Güzelce Kemer’dir ki hepsinin altında bir Roma veya Bizans yapısı vardır. Dahası 1620’de Karanlık Bent ve I. Mahmud tarafından 1724’te Büyük Bent adıyla faaliyete geçirilenler de Roma kemerleridir.

                                     (Eski bir kartpostalda Moğlova Kemeri) 

Klasik dönemde, yerleşimin nispeten az olduğu Anadolu yakasına su ise, Kayışdağı, Atikvalide, Küçük Çamlıca, Alemdağ, Beykoz (Karakulak ve İshak Ağa) gibi kaynaklardan geliyordu. Üsküdar Su Yolları ise kademeli olarak 16-18.yüzyıllarda yapıldı. Yine ilk Roma sukemerinin yapımının üzerinden 1500 yıldan fazla zaman geçtiği halde, suyun evlere verilmesi hala başarılabilmiş değildi. 


TARİHE GÖMÜLEN SARNIÇLAR 


Osmanlı döneminde, Bizans’ın sarnıçlarına ne oldu diye sorarsanız, Fetih’ten sonra 336 sütunun üzerinde yükselen Yerebatan Sarnıcı’nın üstüne evler, konaklar ve bir mescit inşa edildi. 19. Yüzyıla gelindiğinde bu konaklardan biri Vakanüvis Mehmed Esad Efendi’ye aitti. Esaf Efendi, konağın yanına bir de k?rgir bina yaptırarak 4.000’den fazla kitabını buraya yerleştirmiş, öldükten sonra da kitaplarının yanına gömülmüştü. (Yerebatan Sarnıcı halen müze olarak kullanılıyor.) Mokios Sarnıcı’nın 6 metre kalınlığındaki duvarının bir tarafı 1509’daki Kıyamet-i Suğra (Küçük Kıyamet) diye anılan ünlü depremde yıkılmıştı. Daha sonraki tarihlerde tamamı yok oldu gitti. 

Ayazmalara gelince, Fetihten sonra eski Rum kiliseleri ayazma inancı olmayan Ortodoks Ermeni cemaatine verildiği için, ayazmaların çoğu yok oldu. Yine de, Balat’taki Surp Reşdagabet ve Samatya’daki Surp Kevork kiliselerinin ayazmaları günümüze kadar gelebildi. 

Osmanlı döneminde sarnıçların yerini ‘maksem’ler almıştı. Adını “suyun dağıldığı, kollara dağıldığı yer” anlamına gelen Arapça ‘maksim’ kelimesinden alan bu yapılardan, Taksim Maskemi günümüze kadar gelebildi ancak çeşmesinden bir damla su akmıyor. Halbuki üzerindeki kitabede “her şeye su ile hayat verdik” anlamına gelen bir ayet yazılı. Aynı şekilde, Üsküdar’daki Eğrikapı Maksemi’nin (Savaklar Kubbesi) bütün lüleleri (suyun debisini ayarlayan boruları) çalınmış, Doğancılar Maksemi’nin ise sadece duvarları görülüyor. 


TERKOS SUYU İÇİLİR Mİ? 

Tanzimat’tan sonra, modern şehircilik faaliyetleri kapsamında şehirlere su götürmek şart olduğunda, İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak için, 1868’de bir yabancı şirketin temsilcileri olan Mühendis Terno ve Hariciye Teşrifatçısı Kamil Bey’e 40 yıllık bir imtiyaz verilmişti. Su, 1851’de yapılan ve 40 km. uzaklıktaki Terkos baraj gölünden getirileceği için, asıl adı Dersaadet Anonim Su Şirketi olan şirket halk arasında ‘Terkos Şirketi’ diye anıldı. Kuruluş 1883’ten itibaren Beyoğlu, Galata, Haliç ve Boğaz’ın Rumeli yakasını basınçlı musluk suyuyla tanıştırırken, Anadolu yakasına su getirme işi 1888’de bir Fransız kuruluşu olan Üsküdar-Göksu Su Şirketi’nin temsilcisi Karabet Sıvacıyan’a verilmişti. Şirket, 1893’de I. Elmalı Barajı’nı inşa ederek Anadoluhisarı’ndan Bostancı’ya kadar uzanan bölgeyi suya kavuşturdu. 

Ancak şehir halkı uzun yıllar ‘Terkos’ dediği musluk suyunu içmeye yanaşmadı. Şehirde arabalı sucular (sakalar) dolaşır, iki atın çektiği arabalarda, küfeler içinde kırk kadar damacana dizilirdi. Ünlü kaynaklardan toplanan bu sular üzerleri temiz bir tülbent ve tahta bir kapakla kapatılan küplerde saklanırdı. Sakalar kendilerinden su alan evleri bilirler, boş damacanayı görüne yenisini bırakırlar, kapıya da tebeşirle işaret koyarlardı. Ay sonunda iş para toplamaya geline kavgalar eksik olmazdı. 

Cumhuriyet’in ilanından sonra Terkos Şirketi, İstanbul Türk Anonim Su Şirketi’ne dönüştürüldü ve 1932’de devletleştirildi. Üsküdar-Kadıköy Su Şirketi ise 1937 satın alındı ve 1950’ye kadar faaliyet gösterecek olan Sular İdaresi kuruldu. 


DERSİM’E HAVUZLAR YAPMAK 


Cumhuriyet döneminin su politikaları konusuna girmeyeceğim, ama son yıllarda, tarihi adıyla söylersem Dersim coğrafyasında yaşayanlar, AKP iktidarının bölgede gerçekleştirmeye çalıştığı baraj ve HES (Hidro Elektrik Santralleri) projelerini, Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk dönemindeki bazı havuz projeleriyle ilişkilendiriyorlar. Bu kesimlere göre, merkez 19. Yüzyıldan itibaren bu coğrafyadaki kültürel, siyasal, toplamsal vb. taleplerini bastırmak ve Dersim’i denetim altına almak için, bölgenin su kaynaklarını denetim altına almaya çalıştı. “Asker ve vergi vermeyen” Dersim’i havuzlarla bölme fikri ilk kez, 1875 yılında Erzurum Müşiri Samih Paşa tarafından ortaya atılmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1896’da açıklanan ilk Dersim raporunda, Samih Paşa’nın bu önerisine değinilmesi, devletin aklının bir köşesinde bu önerinin yer ettiğini düşündürüyordu. 

1930 yılında Mareşal Fevzi (Çakmak)’ın hazırladığı raporda Dersim’ie blok havuzlar yaparak “bölgenin insansızlaştırılması” tekrar gündeme gelmişti. Ama muhtemelen yaklaşan savaş ve yüksek maliyetler yüzünden bu konuda adım atılmadı.

                                                        (Munzur Nehri, Dersim) 

Cumhuriyet’in su işlerinden sorumlu en yüksek kurum olan Devlet Su İşleri’nin (DSİ) 1967’de hazırladığı bir planda Munzur ve Peri vadisi sularının Fırat havzası sularıyla birlikte ele alınması öneriliyordu. 1983’te DSİ Munzur nehri üzerine yedi baraj (Mercan, Akyayık, Konaktepe, Kaletepe, Bozkaya, Pülümür, Uzunçayır) yapılmasını önerdi. Bugün hem bu projeler gündemde, hem de Peri suyu üzerine Tatar, Seyrantepe ve Pembelik barajlarının yapımı için çalışmalar sürmekte. Bunların dışında bir de sayısız HES projesi var ki, çoğu Dersim’deki Kızılbaş-Alevi inancı açısından önemli ziyaret, adak yerlerinin tahribini gerektiriyor. Elbette bu barajlar bölgenin florasını ve faunasını ebediyen değiştirecek. Barajların “ülkenin enerji ihtiyacını karşılamak” için mi yoksa Dersim coğrafyasını denetim altına almak için mi yapıldığı konusundaki haklı şüpheleri bitirmenin yolu elbette demokratik karar alma süreçlerinin işletilmesiyle mümkün ancak, iktidar, ülkenin başka yerlerinden de bildiğimiz gibi barajlar, nükleer santrallar ve HES’ler konusunda son derece tepeden inmeci, anti-demokratik, daha doğrusu zorbaca davranıyor. 

AMİK GÖLÜ’NÜN KATLİ 

Cumhuriyet döneminin su politikaları açısından tipik bir örnek de, 1939’da Türkiye’ye katılan (bu süreci şu yazımda anlatmıştım: Okumak için tıklayın) Hatay’daki Amik Gölü’nün kurutulması. Süleyman Demirel’in DSİ'nin başında olduğu dönemde, 1965 yılında Amik Gölü’nün suyu, drenaj kanallarıyla Akdeniz’e boşaltılmış ve ortaya çıkan ovaya, Türkiye’nin çeşitli yerlerinden getirilen, çoğu Türk asıllı topluluklar yerleştirilmişti. Amacın bölgedeki tarım alanlarını arttırmak mı, yoksa bölgenin Arap ağırlıklı nüfusunu Türkleştirmek mi olduğunu kesin olarak bilemiyoruz ama ‘Barajlar kralı’, ‘su sihirbazı’ unvanlı Demirel gölün kurutulmasını “en büyük hatası” olarak tarif etmişti. Demirel'in siyasi hataları yanında Amik Gölü’nün kurutulması devede kulak kalır ama gölün kurutulmasının büyük bir hata olduğu açık. Öncelikle, Amik Gölü göçmen kuşlar için hayati öneme sahip göllerden biriydi. Neden derseniz, uzmanlara göre Avrupa ve Sibirya üzerinden Anadolu’ya gelen göçmen kuşların önemli bir bölümü Hatay üzerinden Afrika’ya göç eder. Göçmen kuşlar göç sırasında atmosferdeki hava akımlarından yararlanırlar ve Belen geçidine geldiklerinde bu hava akımı biter, Amik Gölü’nde konaklayarak göçlerine devam ederlerdi. Göçmen kuşlar azalarak da olsa hala geliyor ve Amik Gölü’nden kalan küçük Gölbaşı Gölü’nde konaklıyor. Ama bu gölün de drenajlarının genişletilmesi söz konusu. 

                               (Eski Amik Gölü, yeni Amik Ovası, sular altında) 
İkinci olarak, gölün doldurulmasıyla elde edilen ‘ova’ deniz seviyesinden altı metre kadar aşağıda kaldığı için, en ufak bir yağışta göl oluyor. Bu göllenme hem tarımı olumsuz etkiliyor, hem de tüm uyarılara rağmen ovanın ortasına inşa edilen Antakya Havaalanı’nı kullanılmaz hale getiriyor. Geçtiğimiz yıllarda, ovanın bir bölümü tekrar su tutmaya başlamıştı ama dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, drenaj kanallarını derinleştirmekle yetinmeyip, yeni kanallar da inşa ederek bu oluşumu imha etti.

Sadece Amik Gölü mü devlet eliyle yok edildi. Maalesef hayır. Akgöl, Avlan, Hotamış gölleri drenaj kanalları yoluyla tarihe gömüldü. Bu göllerin yeniden su toplamaması için gölü besleyen akarsuların üzerlerine barajlar ve HES’ler yapılıyor. Burdur, Akşehir, Tuz Gölü yanlış su politikaları yüzünden her yıl biraz daha küçülüyor. Konya Ovası aşırı yer altı suyu kullanımı yüzünden yer yer çöküyor. Dicle üzerinde yapılması planlanan Ilısu Barajı ilk katliamını binlerce yıllık Hasankeyf’i sular altında bırakarak yaptı. Baraj yapılırsa katliam sürecek. GAP’ın bölgede yarattığı etkiler ayrı bir yazı konusu. İçinizi daha fazla karartmadan yazıyı bitireyim. Geleceğin savaşları ‘su savaşları’ olacak diye kehanette bulunan siyasi analizciler haklı ama en korkunç savaş herhalde bir devletin kendi ülkesine ve halkına karşı açtığı savaş olmalı. Son yıllarda baraj, HES ve elbette nükleer enerji santralleri tartışmaları maalesef adeta siyasi iktidarla (devletle) halkın savaşı haline dönüşme potansiyeli taşıyor.

               (Tortum’da HES yapımına direnen kadınlar) 


Not: İlk bölümle ilgili ayrıntılı bilgi için Tarih Vakfı tarafından yayınlanan 8 Ciltlik İstanbul Ansiklopedisi’nin (1994), “Su”, “Sukemerleri”, “Sarnıçlar, “Ayazmalar”, “Maskemler” maddeleri başta olmak üzere çeşitli maddelerine ve Tarih Boyunca İstanbul Suları (İSKİ Yayınları, 1983) adlı yayına bakılabilir. Dersim başta olmak üzere Anadolu coğrafyasında izlenen su politikaları konusunda ne yazık ki derli toplu bir eser yok ya da ben bilmiyorum.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums