150. Yıldönümünde Abdülmecid

  • 20.11.2011 00:00

 

 
150. Yıldönümünde Abdülmecid

Bu haftanın iki önemli tartışma konusu vardı: Birincisi CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün 1937-1938 Dersim Katliamı’ndan dönemin tek partisi CHP’nin sorumluluğu olduğu ve Atatürk’ün olan bitenden haberdar olduğu iddiasıydı. Ben de aynen böyle düşünüyorum. İkincisi ise TBMM’ye bağlı Milli Saraylar Müdürlüğü’nün 17-19 Kasım 2011 tarihlerinde Dolmabahçe Sarayı’nda “Abdülmecid’in 150. Yıldönümü” adı altında bir sempozyum düzenlemesiydi. Birinci konuda daha önce pek çok kere yazdığım için, Dersimlilerden bu haftalık özür dileyerek ikinci konu üzerine yazmaya karar verdim.


Milli Saraylar Müdürlüğü’nün, Osmanlı Dönemi’nin önemli padişahlarından olan Abdülmecid’in 150. yıldönümünü bir konser ve sempozyumla anmasında herhangi bir gariplik yoktu. Gariplik, sempozyumun tarihi idi. Çünkü 17 Kasım Abdülmecid’le ilgili hiçbir önemli olayın tarihi değildi. Sırayla gidersek, Abdülmecid’in doğum günü (25 Nisan 1823) ile ilgili değildi, ölüm günü (25 Haziran 1861) ile ilgili değildi, tahta çıkış tarihi (1 Temmuz 1839) ile ilgili değildi. Abdülmecid Dönemi’nin sembolik olaylarından Tanzimat Fermanı’nın ilanı (3 Kasım 1839) ile ilgili değildi, Islahat Fermanı’nın ilanı (18 Şubat 1856) ile ilgili değildi. Üstüne üstlük, Abdülmecid’in torununun torunu Osman Mayatepek’in televizyonlarda açıkladığına göre aile efradı bile sempozyuma davet edilmemişti. Aksilik bu ya, 17 Kasım Abdülmecid’in oğlu Vahdettin’in, 1-2 Kasım 1922 tarihinde TBMM tarafından Hilafet kurumunun kaldırılması üzerine, bir İngiliz gemisi ile yurtdışına sürgüne gitmesinin tarihiydi! Dahası, Vahdettin’den sonra TBMM tarafından Halife seçilen kişinin adı da Abdülmecid idi. 
Bu ipuçlarını biraraya getiren bazı çevreler, sempozyumu düzenleyenlerin Abdülmecid yoluyla babası Vahdettin’e, oradan da Hilafet makamına gönderme yapmaya çalıştıklarını iddia ettiler. Doğrusu tarihteki garabet ortadaydı ama amaca ulaşmak için Abdülmecid’i seçmek hiç akıl kârı görünmedi bana. Neden derseniz, cevabını aşağıda vermeye çalışacağım.

***

Şehzadeliğinde yarı hapis hayatı yaşayan Abdülmecid, babasının erken ölümü üzerine tahta geçtiğinde henüz 16 yaşındaydı. Belki de bu yüzden babasının kurduğu idari kadroyu bozmak istemedi. Böylece, 1838’de İngilizlerle imzalanan Ticaret Antlaşması’nın mimarlarından Mustafa Reşit Paşa da Hariciye Nazırlığı görevine devam etti. Mustafa Reşit Paşa Hariciye Nazırlığı’ndan önce Paris ve Londra’da sefirlik yaparken, Batı siyasi kültürünü gözleme imkânı bulmuş, özellikle eşit vatandaşlık meselesinin önemini iyi kavramıştı. Bunun meyvesi sadece Abdülmecid Dönemi’ne değil, Osmanlı tarihine damgasını vuracak olan Gülhane Hattı-ı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) oldu. Mustafa Reşit Paşa’nın daha genç padişahı ikna etmesi zor olmamıştı, çünkü Abdülmecid, şehzadeliğinde dönemin ölçülerine göre çok iyi bir eğitim almıştı. Bu eğitim de sadece alaturka dersleri değil alafranga dersleri de kapsıyordu. Ve babasının izlediği yola da büyük saygı duyuyordu.

 


Tanzimat Fermanı okunuyor

Kabaca söylersek, 3 Kasım 1839 Pazar günü Gülhane Bahçesi’nde okunan Tanzimat Fermanı’nın özetinin özeti şuydu: “Bugüne dek devlet kanunsuz yönetiliyordu. Bundan böyle her şey kanuna dayanacaktır. Bu kanunlar da devletin Müslüman ve gayrımüslim tebaasına eşit olarak uygulanacaktır. Fermanın okunması için Müslümanların tatil günü olan cuma değil de Batılıların tatil günü olan pazar gününün seçilmesi bile gayet ‘devrimci’ bir tutumdu. Ama daha önemlisi fermanın içeriğiydi. Öyle ki Mustafa Reşit Paşa, fermanı okumaya gideceği sabah karısıyla helalleşmişti, çünkü kellesinin gideceğinden neredeyse emindi. Neyse, korktuğu olmadı. Gülhane Bahçesi’nde kendisini, çok değil dört ay önce Nizip’te isyancı Kavalalı Mehmed Ali Paşa ordularını durduran Britanya, Fransa, Avusturya ve Rusya’nın temsilcileri (aralarında Fransa Kralı Louis Philippe’in oğlu da vardı), âlimler, vekiller, yüksek bürokratlar, medrese hocaları, askerler ve daha nice kesimden insan bekliyordu. Fermanı okumaya başladığında önce sessizlik, sonra pes perdeden bazı homurtular olduysa da konuşmanın sonunda geleneksel “Padişahım Çok Yaşa!” nidaları yükseldiğinde, Osmanlı ülkesinde artık yeni bir dönem başlamıştı. Bu yeni döneme ilişkin genel tepkiyi ise şu sözler özetliyordu: “Ne yani, artık gâvura gâvur demeyecek miyiz?”

 


Gâvura gâvur diyememek

Aslında farkında değillerdi ama sadece gayrımüslimler değil, Müslümanlar da ‘reaya’ olmaktan ‘tebaa’ olmaya (yani kulluktan vatandaşlığa) doğru yola çıkmıştı. Ama elbette, Ferman esas gayrımüslimlerin hayatını etkiledi. O güne dek ‘Millet’ denen kompartımanlarda adeta hapis hayatı yaşayan gayrımüslimler ilk kez, ‘Millet-i Hâkime’ denen kesimlerle eşit muameleye tabi tutulmaya başladılar. İstanbul’da hayat giderek şenlendi. Ülkeye Avrupalı akını başladı. Batı tarzı yapılaşma arttı, İstanbul halkı, Rokoko, Ampir, Neo-Gotik gibi mimari tarzlarla tanıştı. Levantenlerin âdeti olan balolar, karnavallar, yılbaşı kutlamaları, tiyatro gösterileri yaygınlaşmaya başladı. Böylece ilk kez Müslüman ve gayrımüslim kesimler kaynaşmaya, birbirinin kültürünü tanımaya başladılar. Bu yakınlaşma ile birlikte ilk kez tüm tebaa kendini ‘Osmanlı’ kimliği altında tanımlamaya başladı. Ancak bunlara paralel olarak İngiliz Büyükelçisi Lord Straford Canning gibi aktörlerin etkisi artmaya başladı.


Abdülmecid halkla tanışıyor

Bütün bu gelişmelere rağmen Abdülmecid, tahta geçişinden ancak dört yıl sonra halkının arasına karışmaya cesaret etti. Bu da çok devrimci bir tavırdı, çünkü IV. Murad Dönemi’nden beri (1623-1640) padişahlar halktan uzak dururlardı. Abdülmecid Eser-i Cedid Vapuru ile İzmit’e, ardından Mudanya yoluyla Bursa’ya geçti. Uludağ’a çıktı. Sonra Çanakkale’ye gitti. Gezdikçe gezesi geldi. Bozcaada, Midilli, Sakız, Sisam, Bahr-i Sefid denen On İki Adalar’a uğradı. Yol boyunca halkla sohbet etti. Bu sadece halk için değil kendisi için de paha biçilmez bir deneyimdi. Öyle ki, birincisi biter bitmez ikinci gezisini planlamaya başladı. Bu sefer rotası Trakya, Balkanlar ve Tuna Boyları’ydı. Rusçuk’ta Eflak-Boğdan Beyleri’nin, Avusturya ve Rusya’nın heyetleriyle biraraya geldi. Tuna Nehri üzerinde vapur gezileri yaptı. Ardından Balkanlar’ın önemli şehirlerine uğradı. Tam 40 gün sürmüştü bu ikinci gezisi. Bu gezisinde öğrendiklerini de hemen uygulamaya geçti. Örneğin erzaktan ve hayvanlardan alınan vergileri kaldırdı. “Terbiye-i Amme” yani halk eğitiminin hemen gerçekleştirilmesi için yeni okullar açılmasını emretti.

 


Doktor Spitzer ve Lamartine

Üçüncü gezisini Girit’e yaptı. Ama bu gezi ilk ikisi kadar eğlenceli değildi. Girit gezisinde kendisine eşlik edenlerden biri olan Avusturyalı Doktor Spitzer’in Abdülmecid’in Batı algısında önemli yeri olduğu anlaşılıyor. Dolmabahçe Sarayı’ndaki uzun sohbetleri sırasında neler konuşmadılar ki... Avrupalı insanların yaşama biçimleri, Avusturyalı kadınların serbestliği, müzik, gelenekler, yemekler, içki kültürü, giyim-kuşam kültürü ve daha nice ilginç konuyu saatler boyunca tartıştılar. Doktor Spitzer’i Müslüman yapmak için azıcık uğraşmıştı ama doktorun dininden dönmeyeceğini anlayınca, “Elbette baskı yapmak istemem. Ama aynı dinden olsaydık daha memnun olurdum” demekle yetinmişti.

Abdülmecid’in ikinci yabancı dostu Fransız şairi ve edebiyatçısı Alphonse de Lamartin’di. Lamartine, daha çok edebiyatçı kimliği ile tanınırdı ama politikacılık ve diplomatlık da yapmıştı. Hatta 1848’de Fransa Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koymuş ama sadece 17.500 oy alabilmişti. Rakibi Louis Napoléon ise tam 5,5 milyon oy almış ve ardından III. Napoléon adıyla Fransa Kralı olmuştu. İşte bu yenilgiden sonra gelmişti Lamartine İstanbul’a. Bu 17 yıl aradan sonraki ikinci gelişiydi. Bu sefer İstanbul hakkında bir kitap yazmak istiyordu.

Lamartine şöyle anlatmıştı ilk karşılaşmalarını: “Hiç kuşku yaratmayan, çekici, sevecen ve saygı uyandıran bir kişiydi. Bakışlarında alçakgönüllülük, hüzün, duygusallık ve yorgunluk seziliyordu. Davranışlarında ne gençliğinin izleri vardı, ne de canlılık. Kutsal bir gizem içindeydi. Hünkârdan çok, genç bir din adamını andırıyordu (...) Kendisini hükümdarlığa adamış bir insandı. Yakışıklı ve güçlüydü. Sorumluluğunun bilincindeydi. Ülkede ona merhamet ve sevgi duyuluyordu. Tahtının tutsağı olmuştu (...) Bir halkın uyanışında böyle genç bir hükümdarın bulunması o ülke için ne büyük bir talihti...”

 


L’Illustrastion ve Debats abonesi

Abdülmecid sadece Spitzer ve Lamartine’den değil, abone olduğu L’Illustrastion ve Debats adlı Fransız dergilerinden de yeni şeyler öğreniyordu. Mesela, mezar taşına “İlke olarak aşk, temel olarak düzen, amaç olarak ilerleme” yazdıracak olan Auguste Comte’u öğrenmişti. Örneğin “mülkiyet hırsızlıktır” diyen Pierre-Joseph Proudhon’u veya “dünyanın bütün işçileri birleşin” diyen Karl Marx’ı öğrenmişti. Ama “Cenab-ı Hakk’ın herkesi cismen ve fikren ayrı yarattığını” dolayısıyla “hiçbir kanun temel farkları ortadan kaldıramayacağını” düşünüyordu.

Abdülmecid gerek aldığı eğitim gerekse bu sohbetler ve dergiler sayesinde, Batılı kadınların serbestliğinin ille de ahlaki bir zayıflık anlamına gelmediğini, eğitimli kadının aileye ve topluma daha çok katkı yapacağını fark etmişti. Kızların eğitimi konusunda halka örnek olmak için şehzadesi Murad’la kızı Fatma Sultan’ı ellerinden tutup ilk mektebe kaydettirmesi tarihe düşülmüş bir nottu. Nitekim onun döneminde Müslüman Osmanlı kadınları o tarihe kadar görülmedik bir serbestliğe kavuştular. Kâğıthane, Boğaz birer şenlik yerine dönüştü. Beyazıt, Üsküdar, Fatih gibi geleneksel semtlerde bile kadınlı erkekli kalabalıklar meydanları doldurdu. Kadınlar çarşıları, pazarları, mağazaları doldurdular. Elbette bu gidiş gelişler sırasında karşı cinsle ilişkilerde de bazı yeni ufuklar açıldı. Cevdet Paşa’nınMaruzat adlı eserine bakılırsa, kadın erkek ilişkilerinin normalleşmesi, eşcinsellik gibi gayrıtabii ilişki biçimlerini geriletmişti. “Zendostlar çoğalmış, mahbuplar azalmıştı, Kavm-i Lut sanki yere batmıştı...”

 


“İlklerin” padişahı

Ama sanılmasın ki Abdülmecid ‘ciddi’ işlerle uğraşmadı. Aksine devlet ve toplum ilişkilerinde çok önemli yeniliklere imza attı: İlk belediye teşkilatı Abdülmecid tarafından kuruldu. Güvenlik teşkilatına ilk o çekidüzen verdi. İlk çiçek aşısı, ilk telgraf, ilk modern askerlik eğitimi, ilk genel nüfus sayımı, ilk ‘kafa kâğıdı’ (insanlar nüfus tezkirelerini feslerinin altında sakladıkları için böyle anılıyordu) onun eseriydi. İlk üniversitenin (Darülfünun) temelleri onun zamanında atıldı. Köleliği en azından kâğıt üzerinde o kaldırdı. İlk nizami mahkemeleri o kurdu. Saray kapılarında vezirlerin ya da isyancıların kesik başlarının sergilenmesini o yasakladı. İlk Nafıa (Bayındırlık), Maarif (Eğitim) Nezaretleri (bakanlıkları) onun zamanında kuruldu. Yıllardır devletin başını ağrıtan Mısır Hidivi Kavalalı Mehmed Paşa meselesini barış yoluyla o halletti.

 


Kırım Savaşı ve sonuçları

Ama ‘Kavalalı Meselesi’ni barışla halleden Abdülmecid, Kırım Meselesi’ni savaşla halletmek gafletinde bulundu. 1853-1856 arasında üç yıl süren savaş, her iki taraftan 240 bin askerin ölümüne ve her iki tarafın da hazinesinin dibinin görünmesine neden olmuştu ama bazı faydaları da olmuştu. Bir kere Osmanlı-Britanya dostluğu bir kez daha teyit edilmişti. Çünkü Çar I. Nikola 1853’te ‘Hasta Adam’ olarak tabir ettiği Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını Britanya, Fransa ve Rusya arasında paylaşmayı önerdiğinde, Britanya, Ortadoğu ve Mısır’ın kendisine verilmesi teklifine rağmen paylaşıma razı olmamıştı. Dahası, aynı yıl Rus donanması, Sinop’taki Osmanlı donanmasını yok ettiğinde, Fransa ile Britanya Rusya’ya savaş ilan etmişti. 1856’da Kırım Savaşı’nı sonlandıran Paris Antlaşması’yla Rus Donanması’nın Karadeniz’e inmesi yasaklanmıştı. Bu durum II. Abdülhamid Dönemi’ne (1876-1909) kadar da sürecekti.

 


1856 Islahat Fermanı

Kırım Savaşı’nın ikinci faydası Paris Konferansı arifesinde Büyük Devletlerin gayrımüslimlerin durumlarını bahane ederek Osmanlı’nın içişlerine karışmalarını engellemek için, Abdülmecid’in Islahat Fermanı’nı yayımlamasıydı. İngiliz Elçisi Canning, Fransa Elçisi Thouvenel ve Avusturya Elçisi Prokesch’in katıldığı bir dizi toplantı sonunda Mehmed Emin Âli Paşa ve Keçecizade Mehmed Fuad Paşa’nın kaleme aldığı ve 18 Şubat 1856’da okunan ferman ile padişahın iradesi sınırlanıyor, kişi hakları öne çıkarılıyor, ırk ve din ayrımı yapılmaksızın bütün Osmanlı uyruklarının can, mal ve namus dokunulmazlıkları, yasalar önündeki eşitlikleri ve özel tasarruf hakları güvence altına alınıyordu. Tüm uyrukların din özgürlükleri garanti ediliyor, iltizam, müsadere, işkence ve kötü muamele yasaklanıyordu. Bundan böyle duruşmalar kamuya açık olacak, cezaevleri ıslah edilecekti. Müslüman olsun, gayrımüslim olsun herkesin devlet memuriyetine girebilecekti. Hatta askerî okullara bile alınacaktı gayrımüslimler. Elbette artık Müslümanlar gibi askere de gideceklerdi. Özetin özeti olarak söylersek Tanzimat Fermanı ile başlayan kulluktan vatandaşlığa geçiş süreci ile devletin laikleşmesi süreci, Islahat Fermanı ile biraz daha derinleşmişti. Ancak bu kararların çoğu gerçekleşmedi ya da geç gerçekleşti.

Savaşın üçüncü etkisi, bakış açısına göre olumlu ya da olumsuzdu. Olumluydu, savaş dolayısıyla İstanbul’a akın eden askerler, doktorlar, mühendisler, seyyahlar, oryantalistler, hatta yaralılar sayesinde İstanbul tarihinde en hareketli yıllarını yaşadı. Buna bir de Mısır Valisi Abbas Paşa’nın Batılı reformlara karşı çıkması yüzünden Mısırlı zenginlerin İstanbul’a göç etmesi eklenince İstanbul adeta bir dünya başkenti oldu. İngiliz Elçisi Lord Cunning’in deyimiyle “İstanbul insan ilişkileri açısından uygar bir şehir” olmuştu.

 


Kuleli Olayı

Aynı şekilde ekonomi de canlanmış, orta sınıflar bile su gibi para harcanmaya başlamıştı. Saray zaten son derece müsrifti. Abdülmecid kızlarına, oğullarına debdebeli düğünler düzenliyor, sarayın kadınları, kuyumculardan çıkmıyordu. Olumsuzdu, çünkü hayatın ve piyasanın bu kadar hızlı şekilde liberalleşmesi hem ekonomik, hem ahlaki yozlaşmaya kapı açtı. Hayat pahalılığı, bütçe açıkları, yolsuzluk, rüşvet arttı. Devlet memur maaşlarını, esnafa borçlarını ödeyemez olunca. hem dış ülkelerden hem de içte tefecilerden borç almaya başladı. Bütün bunlar tahmin edileceği gibi, çeşitli kesimlerin tepkisini çekti. Örneğin İstanbul esnafı kayıklara doluşup Dolmabahçe Sarayı’nın rıhtımına dayanmaya kalktılar. Birkaç kez softalar ayaklandı. Bunlardan 1859’da yaşanan Kuleli Olayı diye anıldı. Arka planı tam olarak ortaya çıkmadıysa da, genel kanı, şeriatçıların “Frenkleşmiş padişahı” tahttan indirme girişimi olduğu yolundaydı.

 


Ünlü operalar İstanbul’da

Abdülmecid’in ‘Frenkleşmesi’ sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi, idari ve sosyal yapısına yönelik girişimleri ile ilgili değildi. Özel yaşamıyla da ‘Frenkleşmiş’ görülüyordu. Örneğin, II. Mahmud döneminde İstanbul’a gelen ve estirdiği hava yüzünden bazı kişileri (örneğin Dede Efendi’yi) Saray’dan kaçırtan Donizetti (Paşa) Abdülmecid Dönemi’nde çok itibar gördü. Paşa’nın yönettiği Mızıka-yı Hümayun konserler verdi, özel orkestralar, korolar, dans toplulukları kuruldu. Bunları duyan Avrupalı sanatçılar İstanbul’a gelmek için kuyruğa girdiler. Örneğin Verdi’nin 1844’te yazdığı Hernani operası, 1846’da İstanbul’da sahnelenmişti. Verdi’nin Otello’su da Milano’dan iki yıl sonra İstanbul’da sahnelenmişti. Franz Lizst 1856’da bir konser vermek için İstanbul’a gelmişti. Sanılmasın ki, Türk musikisine kapalıydı Abdülmecid’in kulakları. Aksine Hacı Arif Bey, Hacı İsmail Efendi, Santuri İsmet Bey, Medeni Aziz Bey ve daha nice sanatkâr sarayda meşk ediyorlardı. Harem’deki eğlence günlerinde, köçekçeleri, Yunan horası, bunu Arnavut ve Boşnak dansları izliyordu. Saraya ve konaklara, Ermeni, Rum, Yahudi piyano ve keman hocaları gelip gidiyordu. Osmanlı padişahları içinde ilk kez baloya katılan Abdülmecid’di. Sadece o değil, bazı İstanbullu gençler de 1850’li yıllarda Fransız Sefareti’nin bahçesindeki balolara katılmışlardı.

 


Kadınlar ve içki

Tahmin edileceği gibi Abdülmecid kadınlara da pek düşkündü. Tam 26 eşi olmuştu. İlk eşlerinden Şevketza, Tirimüjgan ve nikâhlısı Gülcemal hemen hemen aynı günlerde iki erkek, bir kız doğurduklarında Abdülmecid henüz 17 yaşındaydı. İlk şarabı da bu yaşta tatmış ve bir daha bırakmamıştı. Her gün düzenli içerdi. Bazen sızıncaya kadar içerdi. İçkiyle tanıştıktan sonra kadınlara ilgisi daha da artmıştı. Kayıtlara bakılırsa, hareminde tam 688 cariye vardı. Elbette bunların çoğu hizmetkârlık, çocuk bakıcılığı gibi işleri yaparlardı ama Abdülmecid’in tam 16 erkek çocuğu ve bir o kadar da kızı olması, İslam’ın ‘dört eş’ sınırını epeyce aştığını düşündürüyordu. Abdülmecid, karılarına hep sevgili, saygılı davranmıştı. Öyle ki, Gülcemal’in ölümünden sonra nikâh kıydığı Bezmera, Tirimüjgan’dan olma Abdülhamid’e (geleceğin ‘Ulu’ ya da ‘Kızıl’ sultanı) hayatının ilk ve son tokadını attığında bile sesini çıkarmamıştı. Sadece bir süre sonra kıskançlığına dayanamayıp Bezmera’yı boşadı. Ve o tarihe kadar görülmemiş bir şey daha yaptı. Bezmara gözüne kestirdiği bir paşayla evlenmeye kalktığında, “Ben karışmam, ne isterse yapsın” deyip “padişahın çırak çıkardığı kadınla evlenilmez” tabusunu yıktı. Dahası var. Bezmara Tevfik Paşa’yla evlenmiş ama Abdülmecid’i hiç affetmemişti. Hatta bir keresinde evinin önünden geçerken pencereden “Abdülmecid iki gözün kör olsun!” diye bağırmıştı. Abdülmecid de her zaman çelebiliğiyle gülüp geçmişti. İşte böyle sıra dışı bir Osmanlı padişahıydı Abdülmecid.

 


Niye II. Abdülhamid değil?

Başa dönersek, TBMM’nin (ya da AKP’nin) dolaylı yoldan ‘şanlı Osmanlı geçmişini’ veya ‘Halifeliği’ gündeme getirmek için Osmanlı tarihinin en Batıcı-modernleşmeci padişahlarından biri olan, kadına, içkiye, eğlenceye pek düşkün olan Abülmecid’le işe başlaması size de mantıksız gelmiyor mu? Bu iş için kadınla, içkiyle işi olmayan, mazbut ama en az Abdülmecid kadar modernleşmeci Pan-İslamcı II. Abdülhamid daha uygun olmaz mıydı mesela? Bence ortada ya bir savrukluk, bir amaçsızlık var ya da Kemalist-Atatürkçü modernleşme hamlelerinin aslında çok özgün olmadığını, aksine Abdülmecid döneminde, hatta III. Selim-II. Mahmud dönemlerinde başlatılan Batılılaşma-modernleşme hamlelerinin bir devamı olduğunu gösterme amacı var. Ki bu buna daha mantıklı geliyor. Ama hangi amaçla olursa olsun Abdülmecid gibi özgün bir padişahı gündeme getirmek hayırlı bir iş olmuş...


Özet Kaynakça:
 Necdet Sakaoğlu, “Abdülmecid”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı ile Tarih Vakfı ortak yayını, 1994, C. I, s. 45-48; Cevdet Paşa, Maruzat, Çeviren: Yusuf Halaçoğlu, Çağrı Yayınları, 1980; Hıfzı Topuz, Abdülmecit, Remzi Kitabevi, 2009; Stanley Lane Pole, Lord Stratford Canning’in Türkiye Hatıraları, Çeviren: Can Yücel, Tarih Vakfı Yayınları, 1999; Alphonse de Lamartine ve İstanbul Yazıları, Çeviren: Nurullah Berk, İstanbul Kitaplığı, 1971.


hurayse@hotmail.com

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums