- 8.05.2011 00:00
Usame bin Ladin’in öldürülmesiyle başlayan tartışmalar, epeydir aklımda olan garbiyatçılık konusunu açmak için uygun ortam hazırladı diye düşünüyorum. Çağdaş yazar Partha Chatterjee’ye göre garbiyatçılık ‘Doğu’ diye tanımlanan bölgenin entelektüellerinin Batı’yı algılama tarzı olan ‘tersine şarkiyatçılık’ diye nitelenebilir. Şarkiyatçılık terimi ise, Filistin kökenli ABD’li düşünür Edward Said’in 1978’de yayımlanan Şarkiyatçılık adlı eseriyle ilgi alanımıza girmişti. Özetle söylemek gerekirse, Said’e göre Rönesans’tan bu yana Avrupalılar Şark’ta direniş görmeden bulunma şansına sahip oldukları için Şark’ı gözlemlemişler ve yazmışlar, Şark zorbalığı, şaşaası, acımasızlığı, şehveti, mezhebi, felsefesi, bilgeliği gibi başlıklarda sadece belli bir coğrafyaya ait olduğu düşünülen karmaşık bir fikirler dizgesi oluşturmuşlar ve bunlara dayanarak Şark’a egemen olmuşlardı. Yani şarkiyatçılık bir bilgiiktidar ilişkisiydi ve bu ilişki ve bu ilişkiyi kuran söylem tek yönlü, tutarlı ve sürekliydi.
Said eleştirisi
‘Tersine şarkiyatçılık’ terimi ise ilk olarak Suriyeli filozof Sadık Celal el-Azm tarafından Edward Said’i eleştirmek için kullanıldı. Azm, farklı toplumları incelemenin (özelikle şarkiyatçılar için) kasten kötü niyet taşıdığı hakkındaki Said’in düşüncesini reddediyor, kendisininkinden farklı olan kültürleri ve toplumları inceleme arzusu hemen hemen bütün toplumlarca paylaşılan genel bir eğilim olduğunu söylüyordu.
Said’e yönelik eleştirileri bir yana bırakarak devam edersek, İranlı siyaset bilimci Mehrzad Boroujerdi, ‘tersine şarkiyatçılığı’, Doğulu entelektüel ve siyasi seçkinlerin ‘doğru’ ve ‘gerçek’ kimliklerini yeniden ele geçirme ve nihayet kendilerine mal etme iddiasıyla kullandıkları bir söylem olarak tanımlıyor ve garbiyatçılığın tanım icabı İslamcı düşüncelerin harcında bulunduğunu ileri sürüyor.
Haçlı Seferleri ve Nahda
Garbiyatçılığın ortaya çıkışıyla ilgili başka yaklaşımlar da var. Bunlarda birine göre garbiyatçılık esas olarak Müslüman dünyanın Batı ile ilişkilerinden doğmuştur. Örneğin Amin Maalouf, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri adlı eserinde Arapların, bütün Haçlı Seferleri boyunca, Batı’dan gelen yeni fikirlere direndiklerini söyler. Ona göre bu saldırıların en kötü etkisi Arapların kendi içine kapanmasıdır. İstilacı açısından, fethedilen halkın dilini öğrenmek bir beceri iken; yenilenler için fatihin dilini öğrenmek bir uzlaşma, hatta bir ihanettir. Böylece çok sayıda Frenk Arapça öğrenirken, ülke halkı, birkaç Hıristiyan’ın dışında Batılıların dili karşında kayıtsız kalmıştır. Haçlı seferleri, Batı Avrupa için ekonomik ve kültürel gelişmenin önünü açarken, Doğu’da Müslüman topraklarda engellenemez bir gerileme dönemi başlatmıştır. Bu tarihten itibaren gerek küçük Müslüman devletlerinin birbirleriyle olan mücadeleleri, gerekse batıdan Frenklerin ve doğudan Moğolların istilası nedeniyle İslam dünyası kendi içine kapanmıştır. Dayanıksız hale gelmiş, savunmaya çekilmiş ve hoşgörüsüz olmuştur. Bu oluşumlar, Müslüman dünyayı Avrupa’nın sosyal ve ekonomik gelişmesinden uzaklaştırmıştır.
Arap-İsrail çatışması
Gerçekten de, Osmanlı’nın çöküş döneminde, Osmanlı hâkimiyetinde yaşayan ve devletin güç kaybetmesinden rahatsız olan Arap entelektüellerin arasında düşünsel anlamda toplumun ve İslam dininin yeniden yorumlanması olarak ortaya çıkan Nahda hareketinin temel sorunsalı Müslümanların aynı zamanda hem otantik hem de modern olabileceğiydi. Nahda düşünürleri mücadelelerini esas olarak üç biçimde yürüttüler: Birincisi gelenekçiliğin dar yorumlarını aşmak için Kuran’a ve sünnete dönüldü. İkincisi parçalanması muhtemel Osmanlı İmparatorluğu sonucunda ortaya çıkan milli devletlere karşı ümmetin bütünlüğünü esas alan bir ideoloji geliştirildi. Üçüncüsü Batı’ya karşı fiziksel direniş örgütlendi. 6 Şubat 2011 günkü yazımda ele aldığım Mısır’daki Müslüman Kardeşler Nahda siyasasının en tipik ve en önemli temsilcisiydi.
Ancak 1948’de İsrail Devleti’nin kurulması ve 1967’de Arap-İsrail Savaşı’nda Arapların Batı’nın uzantısı olarak gördükleri İsrail karşısında büyük bir yenilgi almasıyla, Arap entelektüelleri ciddi bir şok ve şaşkınlık yaşadılar. Yenilgi ‘kendi’ ile karşılaşmayı ‘öteki’ ile karşılaşmadan çok daha sorunlu hale getirdi. Örneğin Lübnanlı yazar İlyas Huri’ye göre, 1967 yenilgisi Arap düşüncesinde ‘bilincin, planlamanın ve benliğin yokluğu’ olarak ortaya çıktı.
‘Garbzedelik’ illeti
İranlı düşünür Celal Ahmed’in 1960’larda garbiyatçılık literatürüne katkısı ‘garbzedelik’ (İng. Westoxification) terimi, yani Batı kültürünün İran kültürünü zehirlemesi kavramı olmuştu. Ahmed şöyle diyordu: “Garbzedelik hastalığından veremden söz eder gibi söz ediyorum. Fakat belki bu hastalık daha çok buğday biti istilasına benziyor. Onların buğdaya içeriden nasıl saldırdıklarını gördünüz mü? Kabuk dokunulmadan kalır. Sadece bir kabuk (...) Tıpkı bir ağacın üstündeki içi boş bir koza gibi. Her neyse ben bir hastalıktan bahsediyorum: Kendisinden çabuk etkilenilen bir çevrede çabucak yayılan bir hastalıktan.”
Üçüncü dünya entelektüelleri arasında İslam’ı bir kurtuluş mücadelesi ve ideolojisi olarak kullanan en etkili ve görüşleri en yayılmış yazarlardan biri olan Ali Şeraiti ise Batı’nın karşısına merkezinde İslam dininin oturduğu otantik bir toplum modeli sunarken, Batı’yı tıpkı Cemal Ahmed’de olduğu gibi zehir, düşman, hastalık metaforlarıyla ele aldı. Benzer şekilde İranlı düşünür Seyyid Hüseyin Nasr’a göre de Batı düşüncesinde önemli bir dönemece işaret eden Rönesans “Greko-Romen putperestliğin manevi açıdan sapkın ögelerini yeniden gündeme getiren, İslam’ın yerini almak üzere dirilen Cahilliye çağının değerler sistemi” idi.
Humeyni’nin katkısı
Bu düşünürlerin fikirlerinin iktidara gelmesi 1979 İran İslam Devrimi’yle oldu. 1980’lere gelindiğinde Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar tüm Arap dünyasında İslam dini siyasi görüşlerin neredeyse tek taşıyıcısıydı. O yıllarda komünist Afganistan, sosyalist Cezayir, devrimci Libya, monarşik Fas, laik Tunus, Batı yanlısı Mısır, bölünmüş Lübnan ya da şeriatla yönetilen Suudi Arabistan olsun, kitlelerin mevcut politikalara yönelik tepkileri ve iktidar talepleri İslam-Batı çatışması şeklinde dile getiriliyordu. Daha sonraki yıllarda Burma, Çad, Etiyopya, Tayland ve Filipinler’de yürütülen halk ayaklanmalarının ardında da İslami motifler yer aldı. Bunlara Türkiye, Hindistan, Endonezya, Malezya ya da Trinidad-Tobago gibi ülkeleri de katabiliriz.
Garbiyatçılığın Batılı kökleri
Garbiyatçılığın kökenini başka yerlerde arayanlar da var. Örneğin Ian Buruma ve Avishai Margalit 2004’te yayımladıkları Garbiyatçılık: Düşmanlarının Gözünde Batı adlı kitaplarında Doğu’nun Batı’yı nasıl ahlaksızlığa, çürümüşlüğe, makineleşmeye indirgediğinin izlerini sürerken, garbiyatçılığı otomatik olarak şarkiyatçılığın karşısına koymuyorlar. Yazarlara göre günümüzde İslamcı köktenciliğin bayraktarlığını yaptığı Batı kentlerinde yaşayanların ruhtan ve ahlaktan yoksun oldukları iddiası, Batı ekonomilerinin açgözlü bir iştaha ile yönlendirildiği ya da finans dünyasını Yahudi komplosunun yönettiği meselesi hiç yeni temalar değil. Hele, 20. Yüzyılda ortaya çıkmış İslami ve/veya Ortadoğulu kavramlar hiç değil. Aksine 15. yüzyıl Reform Hareketi, 18. yüzyıl Alman Romantizmi, 19. yüzyıl Panslavizm’i, 1930’ların faşizmi, nasyonal sosyalizmi ve komünizmi ile 1940’ların Japon Şintoizmi’nin, 1980 sonrasının radikal İslamcılığının ve küreselleşmenin ortaklaşa doğurduğu bir kanser uru, bizzat Batı’nın yarattığı bir çeşit Frankeştayn canavarıdır. Ancak bu canavarın yüzyıllardır çeşitli sosyal, ekonomik, politik, kültürel sorunlarla boğuşan İslam dünyasında kendisine mümbit bir toprak bulduğu açıktır.
1942 Kyoto Konferansı
Yazarlara göre ‘Batı düşmanlığı’ anlamına gelen garbiyatçılık kavramının ilk şekillendiği platform Temmuz 1942’de, yani Pearl Harbour baskınından yedi ay sonra Japonya’nın Kyoto şehrinde toplanan bir konferanstı. Kendilerine ‘Romantik Grup’ adını veren aydınlar ile Budist ve Hegelci filozofların oluşturduğu katılımcıların temel meselesi “Modern ile nasıl baş edeceğiz?” idi. Buradaki ‘modern’ lafı, bizdeki Tanzimat’ın Japonya’daki muadili sayılabilecek Meiji Restorasyonu diye anılan dönem süresince (1868-1912) yaşanan Batı tipi reformlara duyulan antipatiyi sembolize ediyordu. Japon aydınları için o tarihte modern demek Batı demek, ama asıl Amerika demekti. Batılılaşma ise Japon ruhuna işlemiş bir hastalıktı.
Konferans boyunca, Doğu’nun uhrevi kültürünün bütünlüğünü bozan bilginin özelleşmesi ve bilim belasından, Japon toplumunu bir kara delik gibi içine çeken kapitalizmden, toplumu bireylere doğru çözen özgürlük ve demokrasi yalanı gibi kavramlardan söz edildi. Herkes geleneksel Japon kültürünün manevi açıdan ne kadar derin olduğunda, buna karşılık Batı kültürünün ne kadar sığ, köksüz, yıkıcı olduğunda hemfikir oldu. Demek ki gelecekteki savaş Japonlaşma ile Amerikanlaşma arasında geçecekti.
Aslında Batı’yı alt etme fikri o tarihlerde hem Japon Marksistleri hem de aşırı sağcıları arasında çok popülerdi. Yeni olan, bu düşmanlığı devrimci şiddete dökme fikriydi. Bu konferansta şekillenen garbiyatçı söylem, o tarihten bu yana büyük bir içerik değişikliğine uğramadan Usame bin Ladin’le sembolize olan modern cihat akımına kadar etkisini sürdürdü.
» Kozmopolit şehirler
Kökeni ister Malouf’un dediği gibi Haçlı Seferleri olsun ister Buruma ve Margalit’in dediği gibi Batı kültürünün Batılı entelektüeller tarafından eleştirisi, garbiyatçılara göre Batı’nın dört temel özelliği vardır: Birincisi günahkâr, ruhsuz şehir hayatı, erdemli taşra yaşamını zehirler. İkincisi Batı kültürü insanoğlunun kahramanlığı yerine ticarete tapar. Üçüncüsü Batı kültürü ruhunu makineleşmeye teslim etmiştir. Dördüncüsü Batı toplumu inançlarını kaybetmiş sapkınlar ordusudur.
Edward Said’in şarkiyatçılarının, Doğu için kullandığını ileri sürdüğü dilden çok daha düşmanca olan bu dili ve tezleri analiz etmek bir gazete sayfasında çok kolay değil. Bu yüzden sadece bazı noktalara işaret etmekle yetineceğim.
Garbiyatçı suçlamalardan ilkinin, şehirleri “Yahudilerin, Müslümanların ve Hıristiyanların aynı dine (paraya) taptığı mekânlar” olarak tanımlayan Voltaire’den mi ödünç alındığı bilinmez ama Panislavist yazar F. Dostoyevsky’nin kahramanları için St. Petersburg ‘dünyanın en absürd şehri’ idi. Amerika doğumlu, Fransa ve İngiltere eğitimli ünlü şair T.S. Eliot için Antwerp, Brüksel ve Londra çürümüş mekânlardı. Hitler için Berlin yıkılıp yeniden inşa edilmesi gereken ‘aşağılık’ bir yerdi.
Bunların Doğu’daki izleyicileri ise işi lafta bırakmadılar. Komünist Çin’in efsanevi lideri Mao Zetung, 1966’da başlayıp 1969’da biten ama gayrı resmî olarak 1976’ya kadar süren ve milyonlarca insanın yok olmasına neden olan Büyük Kültür Devrimi sırasında şehirleri boşaltırken şehirleri “politik ve ahlaki çürümenin cisimleşmiş hali” olarak tanımlamıştı. Aynı şekilde tarihin tanıdığı en azılı Batı karşıtı olan Kamboçya’daki Kızıl Kmer örgütünün lideri Pol Pot, başta başkent Pnom Phen olmak üzere büyük şehirlerde yaşayan iki milyon kişiyi, bir süre sonra ölecekleri ölüm tarlalarına “Fransız kültürü ile çürümüş şehir” temasını kullanarak sürmüştü. Master tezini bir Alman üniversitesinde ve şehircilik üzerine veren Muhammed Atta için üzerine bir Japon kamikazesi gibi atladığı New York’taki İkiz Kuleler “fahişelerin anası Semiramis’in diktiği” Babil Kulesi’nin izdüşümü idi. Atta’nın piri merhum Usame bin Ladin için ise Kabil, Riyad ve Kahire kokuşmuş oluşumlardı.
» Kahramanın ölümü
Buruma ve Margalit’e göre, garbiyatçıların Batı’ya yönelik ikinci temel eleştirisi olan “kapitalizm insanoğlunun biricik bütüncül ve gerçek varoluş şekli olan kültürü yıkması, onları köksüz, ruhsuz tüketiciler haline getirmesi” fikrinin de asıl sahipleri de Batılı düşünürlerdir. Örneğin I910’lu yılların ünlü Alman sosyal bilimcisi Werner Sombart’a göre özgürlük, eşitlik ve kardeşlik tüccar idealleridir ve bunlar insanları yumuşak konfor düşkünlerine dönüştürür. Konfor düşkünü birini ise bir dava uğruna kahramanlığa razı etmek mümkün değildir. Amerikan deneyimini genel olarak olumlu gören 19. yüzyılda yaşamış Fransız düşünürü Alexis de Tocqueville’in Amerikalılarda gördüğü en büyük eksiklik de bu ‘kahramanlık’ duygusudur. Bu anlamda, Rus intihar bombacıları, Hitler’in fanatisch’leri, Stalin’in kolhozcuları ve Japonların kamikaze pilotları tam bu korkak tüccar ruhuna cevaptı. “Biz kazanacağız çünkü Amerikalılar Pepsi- Cola’yı biz ise ölümü seviyoruz” diyen Afganistanlı Cihad savaşçısı ya da “Kadınlarımız parfümlerini toprağın kokusu ile, mücevherlerini silahlarıyla değiştirdiler” diye övünen El Fetih sorumlusu Batılı öncüllerinin yolundan gitmektedir.
» Bilim safsatası
Garbiyatçı söyleme göre, Batı’nın üçüncü büyük kusuru olan ‘insan ruhunu parçalayan akıl ve bilim safsatasına inanması’ fikrinin mucitleri de Avrupalıdır. Örneğin milletlerin toprağa kök salmış organik oluşumlar olduğunu, dil ve kültürün de milletlerin ruhu olduğunu söyleyen Romantik Alman düşünürü Gotrfried von Herder’e göre ‘soğuk Avrupa dünyası’ evrensel akıla dayalı olduğunu ileri süren felsefe ile donup kalmıştır. Manicilik’teki Yezdan (İyilik) ve Ehriman’ın (Kötülük) Herder’deki karşılığı ‘organik’ ve ‘mekanik’dir.) Balkan milliyetçiliğini de derinden etkileyen Herder’in görüşlerinin, Alman felsefeci F.F. Nietzsche aracılığıyla Rusya’ya, yine Alman düşünürü F.W. Schelling ve Martinik asıllı Fransız düşünür F. Frantz Fanon aracılığıyla İran’a taşındığını biliyoruz.
» Zevk-u sefa düşkünlüğü
Ama garbiyatçılara göre Batı’nın en büyük günahı saf inancın düşmanı olarak ‘zevk ve sefa düşkünü putperestlik’tir. Buruma ve Margalit’e göre bu suçlama ile Puritenlerin Avrupa kültürüne yönelttiği eleştiri arasında akrabalık bulmak mümkün. Özellikle Batılı kadınların yaşam biçimleri günümüz garbiyatçılarında büyük rahatsızlık, hatta tiksinti yaratıyor. Onlara göre Batı ‘sekülerleşme’ adı altında, kutsal olan her şeyin yok edildiği, gücünü barbarlıktan alan “Yeni Cahiliye” dönemini yaşamakta. Örneğin Usame bin Ladin’in hocası Seyid Kutub’u 1948’de Mısır hükümeti tarafından eğitim için gönderildiği New York’ta en çok rahatsız eden şeyler ise ‘şehrin ayartıcı atmosferi’, ‘günlük yaşamın tenselliği’ ve ‘Amerikalı kadınların hayasızlığı’ olmuştu. 2003 yılında Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da toplanan 10. İslam Ülkeleri Konferansı’nda 57 ülkeden gelen binlerce kişiye seslenen Malezya Başbakanı Mahathir Mohamad için “Yahudi lobisi tarafından yönetilen Batı uygarlığı kulamparalığa varan bir seks özgürlüğü, erkeklerle erkeklerin, kadınlarla kadınların evlenmesinin resmen onaylandığı bir çürümüşlük” demekti. Kutub’un ve izleyicilerinin bu modern ‘Cahiliye’ dönemini sonlandırmak için önerdiği yol ise ‘Cihat’tı.
Aşağılık kompleksi
Peki garbiyatçılık, şarkiyatçılığın, Batı’nın ya da yerel despotların açtığı yaralara merhem olabildi mi? Doğulunun kendisini ‘ezilmiş bir masum’ olarak sunma kolaycılığının ardına gizlendiğini ve kimliğini İslam gibi farkları gözardı eden ve tamamen kendine ait özellikler üzerinden kurarak, Batı’ya alternatif oluşturduğunu sandığını söyleyen Edward Said’in bu soruya cevabı kesin bir “hayır” olmuştu.
Ancak bu cevap bile Pakistanlı yazar İbn Warraq’ı ikna etmemişti. Warraq’a göre Said’in Şarkiyatçılık adlı kitabı bütün bir Arap kuşağına kendine acıma sanatını, “kötü emperyalistler, ırkçılar ve Siyonistler olmasa, gene olağanüstü bir durumda olurduk” fikrini öğretmiş; 1980’li yılların İslamcı köktendinci kuşağını yüreklendirmiş; İslam’a yönelik her tür eleştiriyi sessizliğe mahkûm etmiş, hatta bulgularıyla İslami duyarlıkları incitebileceklerinden korkan ve şarkiyatçılıkla yaftalanma riskini göze alamayan seçkin İslam bilginlerinin araştırmalarını durma noktasına getirmişti.
1992 yılında Mukaddime fi ilmi-l’İstiğrâb (Garbiyatçılık İlmine Giriş) adlı bir kitap yazan Kahire Üniversitesi felsefe profesörü Hasan Hanefi’nin, 12-13 Şubat 2002 tarihinde İstanbul’da düzenlenen İKÖ-AB Ortak Forumu’nda özetle “Batı karşısında kendimizi nesne, Batı’yı özne kılıyoruz. Batı’dan özgürlük ve demokrasi gibi kavramları aşırmakla Batı’yı, sorduğumuz sorulara cevap veren bir bilgi kaynağı kılmış oluyoruz. Bu bir hurafedir ve biz sorunlarımızın çözümünü/cevabını yanlış yerde arıyoruz. Bunların çözümü bizdedir, kendimizdedir. Biz çözüm arayışında Batı’yı transfer etmekle meşgulken Batı beni geçmeye devam ediyor. Sonuçta ise aşağılık kompleksine kapılıyoruz” demesine de bir mim koyalım.
Birbirinin ayna görüntüsü değiller ama, şarkiyatçılıkla garbiyatçılığın birbirini besleyen birer kötü fikirler dizgesi olduğu açık. Ancak Atlas Okyanusu’ndan Hint Okyanusu’na uzanan çok geniş bir coğrafyadaki son devrimci kalkışmalara bakılırsa, Müslümanlar çözümün bir avuç cihat savaşçısının terör faaliyetiyle değil halkların siyasi mücadelesiyle geleceğini fark etmişe benziyorlar. Umarım yanılmıyorumdur...
Özet Kaynakça: Edward W. Said, Şarkiyatçılık, (Çev. Berna Ülner), Metis Yayınları, 1999; Amin Maalouf, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, (Çev. M.A. Kılıçbay), Telos Yayınları, 1998; Mehrzad Boroujerdi, İran Entelektüelleri ve Batı, (Çev. Fethi Gedikli), Yöneliş Yayınları, 1996; Celal El-Ahmed, Garpzedeler: Batıdan Gelen Veba, (Çev. B. Tuna), Nehir Yayınları, 1988; Ali Şeriati, Medeniyet ve Modernizm, (Çev. İsa Çakan), Yeni Zamanlar Yayınları, 2005; Ian Buruma&Ashai Margalit, Garbiyatçılık: Düşmanlarının Gözünde Batı, (Çev. Güven Turan), Yapı Kredi Yayınları, 2009; Hasan Hanefi, “Oryantalizmden Oksidentalizme”, Uluslararası Oryantalizm Sempozyumu, (Çev. Hakan Çopur), İ.B.B. Kültür Müd. Yayınları, 2007; Daryuş Şayegan, Yaralı Bilinç: Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, (Çev. Haldun Bayrı), Metis Yayınları, 2002.
hurayse@hotmail.com
Yorum Yap