- 22.06.2012 00:00
Birkaç hafta kadar önceydi, sabahtı ve ben her sabah olduğu gibi Açık Radyo’da Açık Gazete’yi izliyordum. Ömer Madra’nın yayın ortağı Mahir Ilgaz, bana çok çarpıcı gelen bir araştırmadan söz etti. Toplumların “tehlike algısı”nı konu alan araştırma göstermiş ki, bu âlemin, zekâsını kullanarak“ilerleme” yeteneğine sahip yegâne yaratığı olan “insan”lardan oluşan toplumlar, varlıkları açık olarak gösterilse bile “uzak tehlike”leri algılamama ya da onlara aldırmama “yeteneğine”sahipmişler.
Aslına bakarsanız, araştırmayı gerektirmeyecek kadar açık bir gerçek bu; hepimiz toplum içinde yaşıyoruz ve bu araştırmanın vardığı sonucu her birimiz bir ömür boyunca defalarca tecrübe ediyoruz.
Mevcut toplumsal tehlikeleri önemseme ve sadece onlar üzerinde yoğunlaşma eğilimimizin, mevcut (taze) toplumsal acılarımız için de geçerli olduğunu yine hepimiz kendi hayatlarımızdan biliriz.
Sadece mevcut tehlikeler üzerinde yoğunlaşma “yeteneğimiz” sayesinde gelecekteki tehlikeleri; sadece mevcut “acılar” üzerinde yoğunlaşma “yeteneğimiz” sayesinde geçmiş acılarımızı ıskalıyoruz.
Sonuçta da şu oluyor: Toplumların gelecek ve geçmiş algılarına dair bu “yeteneklerinin”(zaaflarının) farkında olan birileri, bu “yetenekleri” körükleyerek toplumların “şimdi”sini, dolayısıyla da geleceğini karartıyorlar.
Bu yazıda sadece ikinci “yetenek” üzerinde duracak, toplumun “taze acı”lar üzerinde yoğunlaşma, buna karşılık geçmiş acıları unutma eğiliminin, ülkenin en büyük acı kaynağı olan Kürt sorununun bir türlü çözülememesinde oynadığı rolü ele almaya çalışacağım.
“Taze acı” mühendislerinin başarıları
Öncelikle bir hak tesliminde bulunayım: Yaşanan ânın acılarını körüklemek ve geçmiş acıları silikleştirmek (böylece onlardan dersler çıkarmayı zorlaştırmak) suretiyle “şimdi”yi ve geleceği karartma “sanatı”nın Türkiye’deki ustaları, uzun yıllar boyunca muazzam bir başarının mümessilleri oldular. “Dökülen kanın yerde kalmayacağı” şeklindeki temel sloganın eşliğinde sürdürülen “son terörist öldürülene kadar mücadele” çizgileri toplumdan uzun yıllar boyunca karşılık buldu. Güneydoğu’dan gelen her asker cenazesi, onların “mücadele”sine yeni bir destek anlamına geldi.
Ne var ki zaman içinde, a) Devletin, Kürtlerin en tabii haklarını kendilerinden esirgediğinin ortaya çıkması ve böylece Kürtlerin sırf asker öldürmekten zevk aldıkları için silahlanıp dağa çıktıkları inancının kırılması, b) “Son terörist öldürülene kadar” çizgisiyle terörün bitirilemeyeceğinin anlaşılması sayesinde Türklerin algılarında akıl düzeyinde belirgin değişiklikler oldu. Giderek daha çok sayıda Türk, Kürt sorununun çözümünün başka yolları olması gerektiğini düşünmeye başladı.
Ne var ki her “taze acı” bu düşüncenin “kuvveden fiile” sıçramasını engelleyen bir rol oynuyordu. Çünkü böylece insanlar kendilerini olgunlaştıran geçmiş acıları unutuyor, akıllarını dumura uğratan taze acıların girdabına kapılıyorlardı. Bu da, acıları sonlandıracak bir çözümün değil, yeni acılara yol verecek çözümsüzlüğün değirmenine su taşıyordu.
Ben, en geç 1990’ların ortalarında “dökülen kanın yerde kalmaması”nın peşinde koşmanın sadece yeni kanların dökülmesine yol açacağının, kanı kanla temizlemenin imkânsız bir “çare”olduğunun toplumun “akıl defteri”ne yazıldığı kanaatindeyim. Fakat bir de duygu diye bir şey var. Son 20 yıldır “intikam” peşinde koşanların yine de belli bir yekûn oluşturması, bu duygunun “taze acı”larla sürekli olarak beslenmesinden kaynaklanıyor.
“Taze acı” mühendisliğinin sınırları
“Taze acı” mühendislerinin başarılarının hakkını teslim etmiştim, fakat onların yeteneklerinin de bir sınırı var. Çünkü etkili olabilmeleri ancak üzerinde sörf yapacakları “taze acı”nın “doğal” olmasıyla,“üretilmiş” olmamasıyla mümkün.
Mesela iki ülke arasındaki bir savaştan çıkar sağlayan birileri, savaş “doğal” bir biçimde sürdüğü sürece taze acı mühendisliği yapabilirler ve etkili de olurlar. Çocukları savaşta ölen anne-babalar“çocuklarının intikamının alınabilmesi için” savaşın sürmesini isteyebilirler. Gerçi onun da bir sınırı var. Savaşın yıkımı öyle bir yere getirir ki o anne-babaları, “kanın yerde kalmaması” feryadı öbür çocuklarının da kanlarının dökülmesi anlamına gelir. İşte o noktada “doğal, hilesiz, hakiki” bir savaş dahi biter, çünkü savaşta çocuklarını kaybeden anne-babalar dahi o noktada “barış” derler.
Şimdi de iki ülke arasındaki “doğal, hilesiz, hakiki” bir savaşın zaman içinde savaştan çıkar sağlayan bir azınlık tarafından provoke ve manipüle edildiğinin ortaya çıktığı bir durumu düşünelim. İşte taze acı mühendislerinin yeteneklerinin tükendiği, sınırına ulaştığı nokta o noktadır.
“Taze acı mühendisliği”nin sonu
Salı sabahı Dağlıca’da büyük bir çatışma oldu, sekizi asker 10’u PKK’lı olmak üzere 18 genç daha öldü, çok sayıda genç de yaralandı. Sorunun çözümünde yeni umutların yeşerdiği günlerde, böyle zamanlarda hep olduğu gibi (Bingöl’deki 33 askerin ölümünden beri) toplumu derinden sarsacak bir“taze acı” daha şırınga edildi Türkiye’ye.
Ortaya çıkan tepkileri hep birlikte izledik. Sonuç şudur: Kürt sorunu, “taze acı” mühendislerinin her yeni “performans”ının kendileri açısından “marjinal fayda”sının iyice azaldığı bir alanı işaret etmektedir artık.
İnsanlar, yeni “performans”larla kendi üzerlerinden yeni yıkımlar yaratma çabalarını akıllarına ve duygularına hakaret sayma aşamasına gelmişlerdir artık.
Bu koşullarda “devlet aklı”nın tek tek insanların aklının gerisine düşüp “intikam” peşinde koşmasının hiçbir mantıklı izahı olamaz.
Hükümetin, halkın karşısına geçip, “Bunlar, benim barışçı çözüm çabalarımı berhava etmek üzere üretilmiş provokasyonlardır, bu defa yutmayacağım” demesinin “siyasi riski” yok gibi bir şeydir.
Nitekim hükümet de aşağı yukarı böyle söyledi.
Her şey, Kürt sorununda “taze acı mühendisliği”nin sonuna geldiğimizi gösteriyor.
Bana öyle geliyor ki, ileride tarihçiler, son saldırının gerçekleştirildiği 19 haziranı, bu “son”a işaret eden sembolik tarih olarak kaydedeceklerdir.
***
Öcalan’ın sus(turul)madan önceki son sözleri...
1970’lerde Kürt siyasi hareketinin, şiddeti bütünüyle dışlayan ve fakat hızla da güçlenen bir yapıda olduğu hepimizin malumu... O dönem Kürt siyasetinin en önemli liderlerinden Kemal Burkay, devletin PKK’yı güçlendirme siyasetinin sonucunda kendilerinin tasfiye edildiğini, devletin de PKK’yla baş başa kaldığını anlatır. Devletin, barışçı siyasi akımlarla baş etme yeteneğinin zayıflığını ve onun yerine şiddeti araç olarak kullananları tercih edip onları ezme yöntemini benimsediğini bilenler, Burkay’ın yorumunda önemli bir haklılık payı olduğunu da kabul edeceklerdir.
Öyle oldu, böyle oldu, neticede PKK bütün siyasi rakiplerini tasfiye ederek Kürt siyasetinin yegâne temsilcisi olmayı başardı.
Zaman içinde elbette devletin kendi içinde birtakım değişiklikler oldu, Kürt meselesinin şiddetle hallolamayacağına dair ciddi bir eğilim ortaya çıktı. Ne zamandır, devlet içindeki iki eğilimin mücadelesine şahit oluyoruz.
Ne var ki, devlet içinde “barışçı çözüm”e ağırlık verenlerin dahi (ki hükümet de bu alan içindedir) zaman zaman eski devletçi, şiddeti öne çıkaran refleksler içine girdikleri açık bir gerçek. Buradaki cesaret eksikliği, bu güçleri zaman zaman şiddetin sürmesini, sonsuza kadar sürmesini isteyen güçlerin yanına itebiliyor.
1980 öncesinde PKK’yı destekleyen devlet içindeki şiddet yanlıları şimdi de PKK içindeki, şiddeti sonsuza kadar sürdürmek isteyen kesimleri destekliyor.
Şiddeti durdurmaya çalışan kesimlerin bu koşullarda, şiddetin durması karşısında siyasi çözüm isteyen PKK’lılara karşı farklı bir tutum alması, bu iki anlayış arasındaki çelişkilerden faydalanmaya çalışması gerekmez mi?
Gerekir, fakat bunun için “siyaset” yapmak gerekir.
Aklıma, Öcalan’ın sus(turul)masından önceki son teklifi geliyor... PKK’nın bazı eylemlerini anlayamadığını söyleyen ve bunlara açıkça karşı çıkan Öcalan, koşullarının “dışarıdaki PKK’yla haberleşecek ve böylece onları yönlendirebilecek” şekilde düzeltilmesi durumunda “gerillayı iki hafta içinde sınır dışına çekeceğini” söylemiş, hükümetle neredeyse “var mısın” diye iddiaya girişmişti.
Hükümet ne yaptı? Taze acı mühendislerinin yarattığı atmosferin esiri oldu ve Öcalan’ı tamamen susturdu.
Bakın o günden bu yana kaç kişi öldü? Oysa hükümet, belirlediği siyasetlerin bir eylemle berhava edilebilecek kadar kırılgan olmadığını gösterip, mühendislere “kırmızı kart” çıkartabilseydi, bugün bambaşka bir Türkiye’de olabilirdik.
alpergormus@gmail.com
Yorum Yap