- 12.06.2012 00:00
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan “Yapı Denetimi Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Taslağı”nın bir maddesi kamuoyunda geniş bir tartışmaya yol açtı.
Madde, “Gazino, düğün salonu gibi eğlence yapılarında, sinema, tiyatro, opera, müze, kütüphane, konferans salonu gibi kültürel binalarda, eğitim, özel eğitim, hastane, sağlık ve özel sağlık tesislerinde, kamu hizmeti için kullanılan resmî binalarda, kara limanları, deniz limanları, hava limanları, terminal, tren garı, metro istasyonları gibi ulaşım yapı ve tesislerinde, otel, yurt ve özel yurt binalarında çalışanların veya müşterilerin çeşitli ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kreş, ibadet yeri ve oyun alanı yapılmasını” öngörüyor.
Bu madde, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)çevrelerinden gelen başka çıkışlarla birleştirildi ve kamuoyunun bir kesimindeki “toplumsal hayatta dinî görünürlüğün artmakta olduğuna” dair “kaygı”ları zirveye taşıdı.
İktidar partisinden gelen bu türden çıkışları, Uludere katliamının ardından Kürt meselesinde ağır bir baskı altında kalan hükümetin “gündem değiştirme” çabalarına bağlayanlar var. Haklı da olabilirler. Fakat öyle olsa bile bu, sözünü ettiğim “kaygı”lara yol açan konuşmaların, önerilerin, yasa ve kararname girişimlerinin iktidar çevrelerinin samimi arzularını, temennilerini ve toplumsal tahayyüllerini yansıttığı gerçeğini değiştirmez.
İslami görünürlüğün artması bir sorun mu?
Bu, şu demektir: İçinde bulunduğumuz tartışma, iktidarın “gündem değiştirme” çabaları ya da Başbakan Erdoğan’ın “başkanlık” hesapları nedeniyle biraz erken doğmuş olabilir, fakat öyle olmasaydı da er geç önümüze gelecekti.
Çünkü mesele içinde bulunduğumuz rejim kurulduğundan bu yana hep öyle olageldiği için hayatını seküler tarzda yaşayanların tümüne ve –hatta hayatını dindarca yaşayanların bir bölümüne “normal”gelen bir toplumsal durumun aslında normal olmamasından kaynaklanıyor. Bu toplumsal durumu,“dinin olabildiği kadar gündelik hayatın dışına itilmesi ya da gündelik hayatta ‘görünür’ olmaktan çıkartılması” diye tarif edebiliriz.
Bu, dediğim gibi bir “cumhuriyet normali” olarak kabul görse de, “cumhur”un büyük bölümünün dindar olduğu bir ülke için açık bir “anomali”ydi ve birileri ne kadar arzu ederse etsin, sonsuza kadar sürdürülemezdi.
Diyeceğim o ki hepimiz hazır olalım: Önümüzdeki dönem, toplumsal hayatta İslam’ın görünürlüğü artacak. Devlet, dindar vatandaşlarının manevi ihtiyaçlarını karşılamalarını kolaylaştırmak için toplumsal alanda da birtakım adımlar atacak ve bu adımlar, şimdiye kadar tümüyle seküler kalabilmiş alanlarda da yansımalarını bulacak.
Tutarlı kalabilmek için...
Benim bu konuya dair ilkesel tavrım şöyle:
Demokratik ve modern bir devlet, vatandaşlarının maddi ya da manevi ihtiyaçlarını ve hak taleplerini yerine getirmeye gayret etmekle mükelleftir.
Bu çerçevede devlet, Türkiye’nin Müslüman inançlı vatandaşlarının manevi ihtiyaçlarını gidermelerine yardımcı olmak ve bunun maddi koşullarını yaratmakla (da) mükelleftir.
Kanaatimce, buna prensip olarak karşı çıkmakla, mesela devletin engelli yurttaşların hayatlarını kolaylaştırıcı birtakım tedbirler almasına ve o doğrultuda yatırım yapmasına karşı çıkmak arasında hiçbir fark yoktur.
Aynı anda birinciye karşı çıkıp ikinciyi desteklemek ve yine de tutarlı kalabilmek için dindarların manevi ihtiyaçlarını önemsememek, hatta meşru saymamak gerekir.
İnançlı yurttaşlarının ihtiyaçlarını karşılamak, bir devleti laik olmaktan çıkarmaz. Laik devlet, inançlı yurttaşlarının ihtiyaçlarını görmezlikten gelen bir devlet değildir. Laik devlet, bütün inançlardan yurttaşlarının manevi ihtiyaçlarını karşılamada aynı derecede hevesli olan, bütün inançlardan yurttaşlarına eşit mesafede duran bir devlettir.
Bence aynı anda hem bu ilkesel çerçeveyi kabul etmek, hem de çalışan ya da müşteri olarak insanların gündelik hayatlarının bir bölümünü geçirdikleri kamusal mekânlarda ibadet imkânının yaratılmasına karşı çıkmak tutarlı bir düşünsel pozisyon değildir.
Üstelik bu türden pozisyon sahipleri, bir demokratik hak, bir insan hakkı olduğu tartışılamayacak bir talebi reddettikleri için, o talebin gündelik hayat içindeki uygulamalarında karşılaşılabilecek sorunlara yöneltecekleri itirazların inandırıcılığını da önemli ölçüde zedelerler.
Burada tayin edici olan şey, devletin dindar vatandaşlarının ihtiyacını karşılarken dinin emirlerinden değil dindar vatandaşlarının taleplerinden yola çıkmasıdır. Devletin yalnızca laik değil demokratik de olmasını savunan birinin temel argümanı bu olmalıdır. Çünkü devletin bu doğrultudaki hizmetlerinin kaynağının dinin emirleri olması durumunda, bu “hizmet”lerden herkesin “faydalanması”hususunda baskıcı olması da kaçınılmazdır.
Dindarların hakkı, devletin görevi...
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son zamanlarda önerdiği “toplumsal yaşam modelleri”nin“başkalarının günahlarından da sorumlu bir dindarlık algısı”ndan kaynaklanması ihtimali işte tam da bu nedenle ürkütücü. Erdoğan’ın kürtajla ilgili tavrının böyle bir algıdan beslendiğini söylemek sanırım yanlış olmaz (inşallah yanılıyorumdur).
Lafı kürtaj meselesine özellikle getirdim; “mescit” tartışmasıyla kıyaslayabilmek için...
Ben şöyle düşünüyorum: Yoğun insani faaliyetlerin olduğu mekânlarda mescit açılması ülkenin dindar vatandaşları için bir hak, devlet için de bir görevdir. Buna karşılık kürtaj yasağı, bireylerle ve bireysel kararlarla ilgili bir alanda devletin bütün bireyler adına karar alıp zorla uygulama girişimidir.
Dolayısıyla liberal ya da özgürlükçü sol bir bakıştan “mescit”le kürtaj yasağını aynı kefeye koyup ikisine de karşı çıkmak tutarlı değildir.
Ya da: Kürtaj yasağına karşı çıkışın güçlü ve inandırıcı olabilmesi için “mescit” bir insan hakkı olarak görülmeli ve savunulmalıdır.
Elbette, talep gelmesi durumunda Türkiye’nin Müslüman olmayan inanç sahiplerinin manevi ihtiyaçlarını karşılamak da devletin görevidir. Fakat bunu savunmanın yolu, haklı bir talebi karşılamaya çalışan devletin bu inisiyatifinde çapanoğlu arayıp ona karşı çıkmak değildir.
-
Rahim Bey teşekkür ediyor...
Köyünün etrafındaki çölleşmiş araziyi orman haline getirmek için varını yoğunu feda eden, bu uğurda icralık olan ve hapis tehdidiyle karşı karşıya kalan emekli matematik öğretmeni Rahim Demirbaş’ın hikâyesini bu köşeden size anlatmıştım.
Yazının sonunda verdiğim banka hesabına gönderilen paralarla ilgili olarak Rahim Bey’den geçtiğimiz günlerde iki mektup aldım.
İlkinde, “Bugün güneş, insanlar daha güzel görünüyor. Bankaya hiç tanımadığım insanlardan gelen 3740 lirayı aldım” diyen Rahim Bey, ikincisinde de bunları borç olarak kabul ettiğini anlatıyordu:
“Bugün sabah 9’da bankaya uğradım. 930 lira gelmiş. Allah gönderenlerin kazançlarını bereketlendirsin. 30-40-50 liralar gönderilmiş. Kimisi ormana destek, kimisi helal olsun diye yazmış. Size kimlerin gönderdiğini liste halinde bildireceğim. Sıkıntıları atlatınca, bu defa güzel insanların paralarını iade etmek için inşallah çağrıda bulunacağız.”
Rahim Bey’in iki mektubu arasında bir kadın okurumdan gelen bir e-posta, bilmem neden, beni çok umutlandırdı. O kadar ki, “Konuyla ilgilenen kişi bizzat ben değilim. İsmini vermek istemeyen bir tanıdığım adına mümkünse sizden telefon numarasını rica ediyorum...”diyen mektubu Rahim Bey’e iletirken altına şu notu düştüm: “Bu mektup beni çok umutlandırdı. Hadi hayırlısı.”
Sezgilerimde yanılmamışım. Kadın okurum, iki başka arkadaşının da katkılarını sağlayarak Rahim Bey’in hesabına 12 bin lira göndermiş. Rahim Bey bu haberi bana ilettiğinde çok sevinçliydi. Böylece toplam haciz karşılığının yarısını karşılamış, hapis ihtimali de ortadan kalkmıştı.
Rahim Bey’in yardımına koşan okurlarım! Ben de hepinize yürekten teşekkürlerimi sunuyorum.
Rahim Demirbaş’ın ikinci mektubundan sonra kendisiyle telefonda konuştum ve sizin adınıza, onun kimseye borçlu olmadığını, sizlerin sadece toplumun ona olan borcunun küçük bir bölümünü ödediğinizi söyledim.
Rahim Bey benim aracılığımla hepinize teşekkür ediyor, ben de iletiyorum.
alpergormus@gmail.com
Yorum Yap