- 29.05.2012 00:00
Hep söylüyorum, genel yayın yönetmenliğini yürüttüğüm son dönem Nokta’sının zihinlere “sert siyasi dosyalar yayımlayan dergi” olarak kazınmasından ve bu algının bir daha da silinmemesinden hiç hoşnut değilim.
Çünkü 2006’da Nokta’yı yayıma hazırlarken, onu siyasetten çok topluma ve insana bakan bir dergi olarak tasarlamıştık. Nokta, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “imaj”ıyla “hakikat”ı arasındaki mesafeyi daraltan “sert” dosyaları yayımlamadan önce işte bu yönüyle öne çıkmış ve beğenilmişti.
Ne var ki, başta “Darbe Günlükleri” olmak üzere yayımlanan üç kapak haberinin ardından Nokta’nın iyi bir “toplum dergisi” olduğu algısı silikleşti ve zamanla da unutulup gitti. Yapacak bir şey yok; bu algının değiştirilemeyeceğini biliyorum...
Aradan yıllar geçti, ben de başlangıçta kafama taktığım bu “algı”yla birlikte yaşamaya alıştım. Fakat geçtiğimiz hafta aldığım bir mektup canımı o kadar çok yaktı ki, bir kez daha “Nokta keşke topluma ve insana bakan bir dergi olarak hatırlansaydı, o çerçevedeki haberleriyle etki yaratsaydı” diye düşünmeden edemedim. Çünkü –belki böylece Rahim Demirbaş Nokta’da o zamanlar yazdığımız gibi toplumda bir “yeryüzü bilgesi” olarak tanınır, hürmet görür ve bana, kahrolarak kaleme aldığına emin olduğum o mektubu yazma gereğini duymazdı.
“Ben karanlığa ağlayacak adam değilim”
Nokta’yı nasıl bir dergi olarak tasarladığımız, daha ilk sayı için kaleme aldığım “Editörden” yazısının ilk satırlarından kolayca anlaşılabiliyordu:
“Doğrusu bu ilk yazıda niyetim Nokta’nın bu ülkeye, hayatlarımıza farklı bir bakışının olacağını söylemek, bu farklılığı size izah etmekti. Sonra ‘izah’ bölümünün şundan ibaret olmasını yeterli gördüm: ‘Nokta, Sait Şanlı’ya sekiz sayfa ayıran bir dergidir. (...) Diyarbakır Kasaplar Odası Başkanı Sait Şanlı, ömrünü affetmenin yüceliğine, özür dilemenin erdemine adamış bir yeryüzü bilgesi. Yüzlerce kan davalısını barıştırdı, yüzlerce işlenmek üzere olan cinayeti kendine has ikna yöntemleriyle engelledi. Sait Şanıl, Nokta dergisini çıkaran gazetecilerin gözünde bir ‘aziz’dir. Ve bu dergi, bir şekilde ‘gündeme oturmuş’ ünlülerin değil, Sait Şanlı gibi sıradan bir hayat süren, ünsüz ama büyük insanların sözlerine açacak sayfalarını... Evet, hem de sekiz sayfa, gerektiğinde on sayfa...”
Bu böyle gitti... Çoğunu İrfan Aktan’ın kotardığı bu türden portreler Nokta’nın alâmet-i fârikalarından biri oldu.
Nitekim Nokta’nın sondan bir önceki sayısında da (12-18 Nisan 2007) bir başka “yeryüzü bilgesi”olan Rahim Demirbaş’a sadece sekiz sayfa ayırmamış, öyküsünü kapak haberi olarak sunmuştuk:
“Konya’nın Ereğli ilçesinde yaşayan emekli matematik öğretmeni Rahim Demirbaş, artık sadece ‘kocakarı’ların yaşadığı, kişi başına yıllık gelirin 200 YTL olduğu köyünde satın aldığı geniş arazide, 18 yaşında ölen oğlunun adını vermeyi tasarladığı bir orman ‘inşa’ ediyor. Issızlığın ortasında şimdiden 10 bin ağaç dikmiş bile. Hedefi 50 bin. Rahim Demirbaş’la uzun bir söyleşi yaptık, sözlerini çözmeye çalışarak onu böyle bir insan haline getiren şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştık.”
Rahim Bey de ne güzel anlatmıştı mücadeleci ruhunu ve ağaç sevgisini:
“Ben karanlığa ağlayacak adam değilim. Bir mum yakar, ışığına bakarım. Önemli olan kuru söğütten dilli düdük çıkarmak hemşerim. (...) Konya’dan orman şefi geldi. Dedi ki, hocam ağaçlar fevkalade büyümüş, orman literatüründe bu ağaç sekiz senede bu kadar büyüyemez. Ben de kendisine, ben ağaçlarımı öpüyorum, onlara şarkılar söylüyorum, dedim. Hakikaten de öyle oluyor. Ben geliyorum buraya, ağacı kucaklayıp öpüyorum ya, canlanıyor bir anda.”
“Şu havuzdaki suyu sekiz kilometreden getiriyorum”
Rahim Bey’in mektubuna geleceğim... Fakat ondan önce hikâyesini kendi dilinden biraz daha anlatmalıyım ki, o mektubun hepimizi, bilhassa da siyasi gücü ve parayı elinde bulunduranları utandırma katsayısı daha da büyüsün ve belki bu yazı bir işe yarasın.
İşte Rahim Demirbaş’ın beş yıl önce İrfan Aktan’a anlattıklarından bölümler:
“Bak beyim, buraya ağaç dikmeye başladım ya, pek çok eşim, dostum, arkadaşım, ‘Delirdin mi Rahim, ne işin var orada. Sen ağaç dikiyorsun da, yarın öldüğünde kim bakacak’ dedi. Adamlar haklı da gerçi. Çünkü biz bütün hayatımızı paraya dönük olarak düşünüyoruz. Mesela ben burada 400 dekar alacağıma Ereğli’de 50 dekar alsaydım, etrafını da çok güzel çevirseydim, içine de dünyanın en güzel ağaçlarını dikip bir de şato gibi ev yapsaydım; öldüğüm zaman çocuklarım satar, gayet rahat geçinirlerdi onun parasıyla. Ama çocuklarım burayı, köydeki ormanı satamazlar. Kimse almaz ki. İşte bu yüzden burası ben öldükten sonra da yaşayacak. Ağaçlarımı toplayıp kefenime de saramayacağıma göre, bu iş bütün insanlığa faydalıdır. İnsanlar olarak dünyaya milyonlarca metreküp karbondioksit salıyoruz. Ee, bunları emen tek şey ağaçmış.
“Benim hanım çok iyi bir insandır. Önceden direndi, çocuğun rızkını dağa-taşa serpiyorsun dedi. Hanım şeker hastası, akşama kadar kırk ilaç alıyor. Bazen o da geliyor, on- on beş gün benle kulübede kalıyor.
“Valla bana para da vermek isteyenler oldu. Yok kardeşim dedim, benim paraya değil suya ihtiyacım var. Şu havuzda topladığım suyu sekiz kilometre öteden getiriyorum mesela. Onun kaynağını satın aldım. Borular döşedim, getirdim buraya kadar. İşte, asıl benim sıkıntım su. Ben hep diyorum, paraya pula ihtiyacım yok, bana su verin. Ben kimseden bir şey istemem. Sadece duysunlar ki Türkiye’nin en yoksul köyünde bir orman yetişiyor. Ben sadece yetkililerden su istiyorum. Onu da ücretsiz değil, taksite bölsünler, ben peyderpey ödeyeyim.”
“Size derdimi dinlettiğim için beni affediniz”
Beş yıl önce, çölün ortasında bir vaha yaratmak isteyen bu kahraman insanın öyküsünde beni en çok düşündüren, sık tekrarladığı “para istemiyorum” kelimeleri olmuştu. Düşündüm de, böyle bir insanın, beş yıl sonra “tükendim” deyip yardım çağrısında bulunması kimbilir ne kadar zor olmuştur. Bu zaten satırlarına da yansıyordu:
“(...) Uzun iletileri sevmediğinizi biliyorum, fakat sizi kıymet bilen bilerek affınıza sığınıyorum. Hep düşündüm, bu güzel ülkeme bir şeyler bırakmak istedim. Girdim fakat çıkamadım. 14 yıldır hep götürdü. Hiç geri dönmedi. Demek ki boyumdan büyük bir işe girişmişim. Elimdeki üç beş kuruşu bir şey sanmışım.
“Krediler çektim, evlerimi sattım. Çocuklarımı da bu sarmalın içine aldım. Şu an borcumdan dolayı hapislik çıktı. Yaptığım iş akamete uğrayacak.
“Düşündüm: Milletvekillerinin her birine sadece bir aylıklarının yüzde 1’ini bir yıllığına ödünç vermeleri için ileti yazdım (bu benim sıkıntıları ortadan kaldırıyordu). Kimisi isteğimi hiç hesaba almadı. Üçü bana döndü, meğer benden beş betermiş.
“Alper Bey biz yardımlaşmasını bilen bir kültürün insanlarıyız. Bana bir yıllığına ödünç para verebilecek yüksek karakterli, hassas duygulu, varlık sahibi insanlar bulmalıyız. Mevlana der ki, ‘bir damla rahmetin denize katkısı olur’, Allah kimseyi çaresiz bırakmasın.
“Başbakanımız ‘taş üstüne taş koyanın yanındayım’ der durur. Ne yazık ki kendisine ulaşamadım. Yazdığım mektuplar ve de iletiler aracılar aracılığı ile yerine ulaşamadı. Ankara’ya yolum düştü, Orman Bakanı ile görüşmek istedim, ‘randevusuz olmaz’ diye görüştürülmedim. Bu güzel insanlara derdimi anlatmak istedim, olmadı.
“Kendimi aciz hissediyorum. Demek ki ben bir hiçim. Size derdimi dinlettiğim için beni affediniz. Saygılarımla.”
Rahim Bey’i icradan ve hapisten kurtarırlar da ortak utancımızı biraz olsun azaltırlar umuduyla, onun banka hesabını “varlık sahibi” insanlara ve siyasi güç sahiplerine bildiriyorum...
İsteyenlere, Rahim Bey’in telefon numarasını da verebilirim.
Ereğli ING Bank, Rahim Demirbaş hesabı.
IBAN: TR75 0009 9007 8066 0800 1000 01.
alpergormus@gmail.com
Yorum Yap