- 14.02.2012 00:00
Kendisinden korkulan insanların büyük paradoksu, onların da korku içinde yaşamalarıdır.
Korkutanlar, daha çok korkuturlarsa kendi korkularının azalacağını sanırlar, oysa tam tersi geçerlidir: Bu “çare”, alınlarında biriken terleri arttırmaktan başka bir işe yaramaz.
Güç kullanan ve iktidarlarını, yönettiği toplumları korkutarak sürdüren siyasi iktidarlar da tıpkı o insanlar gibi korku içinde yaşarlar. İktidarını korkusuzca sürdürmek isteyen bir iktidarın yapması gereken şey daha fazla insanı korkutmak değil, kimsenin kendisinden korkmadığı siyasal koşulları sağlamaktır.
Geçerliliğine inandığım bir demokrasi ölçütü önereceğim:
Eğer bir ülkede insanlar yönetenlerden korkmuyor, yönetenler ise sadece “sandıkta iktidarı kaybetmekten” korkuyorlarsa, orası bir demokrasidir.
Eğer bir ülkede insanlar yönetenlerden korkuyor, yönetenler ise sandığa ulaşamadan iktidarı kaybetmekten korkuyorlarsa, orası bir demokrasi değildir.
AK Parti’nin iki dönemi
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), iktidara geldiğinden beri “sandık” dışından gelebilecek hamlelerden korkuyor. Korkusunun kaynağı uzun bir süre “askerî vesayet” olageldi, son zamanlarda da yeni bir korku kaynağı belirdi: Yargısal vesayet.
AK Parti ve Erdoğan hükümeti, hakiki bir temeli olan askerî müdahale korkusu karşısında iki tepki geliştirebilirdi:
a) Algıladığı korkuyu yönettiği topluma yansıtabilir, baskıcı bir siyasal rejime yönelebilirdi (irrasyonel ve yanlış tercih).
b) Algıladığı korkuyu topluma yaslanarak aşmayı deneyebilir, böylece askerî vesayetin, içinde nefes almakta zorlanacağı daha özgürlükçü bir siyasal modele yönelebilirdi (rasyonel ve doğru tercih).
AK Parti ikinci yolu tercih etti ve bunu uzun yıllar boyunca sürdürdü.
Sonra işler tuhaflaştı. İktidar partisi, askerî vesayetin gücünü kırdıkça ve seçimlerde giderek daha yüksek oylar aldıkça partinin hoyratlık katsayısı da artmaya başladı.
Bu değişimi en iyi gösteren şeylerden biri de, son yıllarda öğrencilere karşı sergilenen tutum oldu.
Mesela, bir şiir okudu diye dünya kendisine dar edilen Başbakan, bütün “suçları” konuşma yaptığı salonda “parasız eğitim istiyoruz” pankartı açan iki öğrencinin (Ferhat Tüzer ve Berna Yılmaz) neredeyse iki yıl boyunca tutuklu yargılanmasından hiç rahatsız olmadı.
Ekşi Sözlük’e iki “entry” yazdı ve...
Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili Hüseyin Aygün, tutuklu öğrenci sayısının 500’ü aştığını söylüyor. Bu öğrencilerin kahir ekseriyetinin suçu, “terör örgütünün propagandasını yapmak”. Bu öyle bir suç ki, hiç farkında olmadan bile işleyebilirsiniz. Mesela attığınız bir slogan ya da okulunuzda dağıtılan bir bildirinin cebinizden çıkan tek nüshası “terör örgütlerinden” birine ait olabilir; bu da sizin terör örgütünün propagandasını yaptığınıza dair yeterli bir delil sayılabilir. Mesela tutukluluğu iki yıla yaklaşan Cihan Kırmızıgül, taşıdığı bir poşu nedeniyle terör örgütünün propagandasını yapmakla suçlanıyor.
Son dönemde yaşanan ve öğrencileri haklı bir tedirginlik içine sokan iki vakaya bir göz atalım...
Birinci örnek:
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, TV ve Sinema bölümü öğrencisi Mikail Boz, bölüm başkanı Yusuf Devran hakkında Ekşi Sözlük’te yazdığı iki “entry” nedeniyle okuldan bir dönem uzaklaştırıldı. Boz, ayrıca savcılıkta da ifade verdi.
Keşke bu iki metnin tamamını burada dikkatinize sunabilseydim de, sergilenen hoyratlığın nasıl bir şey olduğunu siz de görebilseydiniz... Boz, yazılarında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, TV ve Sinema Bölümü’nün yeni başkanının çok hızlı yükselişini konu ediniyor, bunun, Yusuf Devran’ınSamanyolu TV geçmişiyle bir ilgisinin olup olmadığını sorguluyordu.
İşte bu yazılar nedeniyle, not ortalaması 4 üzerinden 3.96 olan Mikail Boz cezalandırıldı. (“Entry”lerin tam metinlerini şuradan okuyabilirsiniz: http://sosyalmedya.co/eksi-sozluk-mikail/)
Staj talebi için telefon etti ve...
İkinci örnek:
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü ikinci sınıf öğrencisi Şeyma Özcan 9 Aralık 2012’de sevk edildiği mahkeme tarafından tutuklandı ve cezaevine gönderildi. Devrimci Karargâh soruşturması kapsamında gözaltına alındığı açıklanan Şeyma Özcan’ın avukatı İnayet Aksu, kendilerine delil olarak sadece bir telefon görüşmesinin sunulduğunu söylüyor. Avukat Aksu tutuklamadan hemen sonra durumu şöyle anlatmıştı:
“Şeyma, gazetecilik stajı yapmak için daha önce Devrimci Karargâh örgütü soruşturmasından gözaltına alınıp serbest bırakılan avukat Özcan Kılıç’ı aramış. Ve kendisine bir staj yeri ayarlayıp ayarlayamayacağını sormuş. Kılıç da Şeyma’ya Diyarbakır’da Dicle Haber Ajansı’nda bir staj ayarlamış. Ancak Şeyma yaz okuluna gittiği için bu stajı yapamadı. Şimdi soruşturma kapsamında telefonları dinlenen avukatla yaptığı bu görüşmesinden dolayı tutuklandı. Polis, Şeyma’nın staj yapıp gazeteciliği öğrendikten sonra Devrimci Karargâh’ın yayınlarını çıkaracağını söylüyor. Bu suçu işleyeceğine inanıyor. İşlenmemiş bir suç için bir genç kız tutuklanıyor.”
İşte böyle...
Bu yazıyı, buraya kadar okuduklarını “gündemden kopuk” diye nitelendirebilecek okurlara bir notla bitiriyorum:
Değil... AK Parti’yi korkutan her gelişme, onun herkesin korkusuzca eleştiri yapabildiği demokratik bir ülke yaratma yolunda attığı adımlardan vazgeçmiş olmasıyla yakından ilintilidir.
AK Parti, korkuyu (da) bir yönetme biçimi olarak kullanmaktan vazgeçmediği sürece kendisi de korku içinde yaşamak zorunda kalacak.
Umalım ki AK Parti Uludere ve MİT musibetlerinden gerekli sonuçları çıkarsın ve “seçimde iktidar kaybı” dışında hiçbir korku yaşamayan bir parti olabilmesinin yolunun korkusuzca eleştiri yapabilen bir toplumdan geçtiğini artık anlasın.
-
Kimse Dink ailesini tartışmaya çağırmasın
Hrant Dink davasının rezalet bir kararla kapatılmasından sonra gerçekleştirilen görkemli yürüyüşte bir ara yanımdan “AKP vuruyor AKP koruyor” diye bağıran bir grup geçti. Slogan, “Faşistler vuruyor AKP koruyor” sloganına nazireyle ve belli ki bunu eksik ve yanlış bulan bir grup tarafından seslendiriliyordu. Grup üyeleri, yürüyüşçülere, Hrant Dink’in katlinin gerisinde mevcut iktidarın bulunduğu propagandasını yapıyordu.
O anda aklıma, Susurluk protestolarının yönünü devlet içindeki karanlık çeteleşmelerden “şeriat tehlikesi”ne çekmeye çalışan (ve sonunda başarıya ulaşan) gruplar geldi ve zihnimden bu benzerliğe dikkat çeken bir yazı yazma düşüncesi geçti.
Fakat sonra, doğru ve haklı olsa bile, böyle bir bakış açısının o günlerin (ve bu günlerin) esas meselesi olan Hrant Dink için adalet arayışını gölgeleyebileceğinden endişelendim ve bu yazıyı yazmaktan imtina ettim.
Bu kararımda, Dink ailesinin, böyle bir odak kaymasından duyacağı rahatsızlık da etkili oldu.
Açıkçası duygum da şu yöndeydi: Varsın birileri de sadece adalet arayışı için değil –ilaveten– düşman bellediği hükümete karşı kullanışlı bir araç olduğunu düşündüğü için o yürüyüşe katılmış olsun. Değil mi ki o yürüyüş sayesinde “bu davanın böyle bitmeyeceği” bir kez daha gösterilmiştir, varsın onlar da o sâikle orada olsun...
Fakat sonra, biliyorsunuz, bu tartışma açıldı.
Ben bir yandan ilgili yazıları okurken, bir yandan da Dink ailesinin bu tartışmayı nasıl bir ruh haliyle izlediğini düşünüyor, tartışan iki kişiyle de iyi ilişkileri olan ve bunu sürdürmek isteyen birinin psikolojisi neyse, öyledir herhalde diye fikir yürütüyordum.
Böyle birinin hiç ama hiç istemeyeceği şeyin ne olduğu açık: Tartışmacıların, onları kendi yanlarında taraf tutmaya çağırmaları...
Ece Temelkuran, Etyen Mahçupyan’la giriştiği tartışmanın konu edildiği BirGün söyleşisinde şu sözleriyle işte bunu yaptı:
“Etyen dönsün bir kendine baksın, kendi arkadaşlarının neler dediğine baksın. Arat Dink’in, Orhan Dink’in söylediğinden başka bir şey söylemiyorum ben.”
Ben diyorum ki, bu tartışmayı artık bitirelim; davanın Yargıtay duruşmalarına odaklanalım, neleri yapabileceğimizi konuşalım, bu cinayetin esas faili olan devlet üzerindeki kamuoyu baskısını arttıralım.
Fakat tartışma bir süre daha devam edecekse, hiç değilse “fair play” kurallarına uyalım ve Dink ailesini kendi tarafımızda tartışmaya çekmeye çalışmayalım.
alpergormus@gmail.com
Yorum Yap