- 21.10.2011 00:00
Son zamanların en cüretkâr ve en fazla can kaybına mal olan PKK eyleminin ardından, çarşamba günü gün boyu televizyonlarda dile getirilen yorumları izledim.
Gerek siyasetçilerin, gerek akademisyenlerin, gerekse de gazetecilerin kahir ekseriyeti, PKK’nın “Kürt sorunu”ndan koptuğu, “kendisi için örgüt” haline geldiği ve “beka kaygısı”yla bu eylemlere giriştiğini savundular.
Tabii, bu tesbitlerden yola çıkınca doğal olarak PKK’nın Sri Lanka tarzı “imha”sının askerî, toplumsal, ahlaki açıdan mümkün olduğu gibi bir sonuca varılıyordu ki, konuşmacılar bunu da dile getirmekten geri durmadılar.
Yorumların, PKK’nın Kürt halkının haklarından çok, kendi mensuplarının gelecek kaygılarına odaklandığını imâ eden ve bu nedenle PKK’yı örtük bir biçimde ayıplayan bir arka planı da vardı ki, işin bu yanı bana çok ilginç geldi.
Ben, PKK’ya ilişkin “Kürtleri temsil etmiyor”, “Kürtler umurunda bile değil”, “kendisi için örgüt haline geldi” türünden tesbitlerin “PKK realitesi”ni, PKK ile Kürtler arasındaki ilişkinin gerçek niteliğini yansıtmadığını düşünüyor, dolayısıyla da buralardan
yola çıkarak barışa ulaşılabileceğine asla inanmıyorum.
Bu konudaki görüşlerimi daha önce defalarca yazdım, o nedenle bugün yalnız yukarıda değindiğim “örtük arka plan”la ilgili düşüncelerimi aktaracağım; ki, bu haliyle bu yaklaşımın da çözümün önündeki en büyük engellerden biri olduğu kanaatindeyim.
“Ey PKK, hani yalnız halkını düşünüyordun?”
Bu yaklaşım sahipleri, PKK’ya zımnen şöyle sorular sormuş oluyorlar:
Sen, Kürtlerin siyasi, kültürel vb. hakları için ortaya çıktığını, bu amaç doğrultusunda idealistçe bir mücadele içine girdiğini söylemiyor musun? Madem öyle, seni dışarıda bırakacak olsa da senin taleplerini içeren bir çözüm ihtimali ortaya çıktığında neden huzursuzlanıyorsun? Tam anayasa görüşmelerinin başlayacağı gün bu eylem ne anlama geliyor? Yoksa sen, “İsterseniz anayasada Kürtlerin bütün taleplerini karşılayın, beni kaale almaksızın bu ülkeye barış gelmez” mi demek istiyorsun? Biliyorsun, bir de “Türk hassasiyeti” var, o nedenle kabul et ki devlet seni muhatap alarak çözemez bu sorunu. Senin meselen “haklar” değil mi, öyleyse sen buharlaşıver şöyle, çekil kenara, devlet de senin talip ettiğin hakları Kürt halkına versin!
Elbette bu yaklaşım, içinde bin türlü nüansı barındırıyor, ben biraz kabalaştırma pahasına böyle bir özetleme yaptım.
Devletin, Kürtleri gerçekten tatmin edecek adımlar atmaya hazır olduğu varsayımını bir an için hakikat sayalım ve soralım kendimize: Bu koşullarda dahi PKK’dan “uzamasını”, “buharlaşmasını”, “kenara çekilmesini” istemek gerçekçi midir?
Hayır, değildir; meğerki PKK’lılar iktidar hırsları olmayan, yıllardır dağda zor koşullarda yaşayıp savaşmaları karşılığında hiçbir şey talep etmeyen derviş ruhlu insanlar olsunlar.
Oysa değiller... Onlar da insan ve onlar da herhangi bir siyasi mücadelenin bütün yürütücüleri gibi, amaçladıkları siyasi-toplumsal düzen gerçekleşme aşamasına doğru ilerledikçe yeni düzen içinde yer alma ve giderek “yönetme” arzuları daha da büyüyor.
Bu sonuç, verili insan malzemesi gözönüne alındığında “eşyanın tabiatı” faslından, kaçınılmaz bir sonuçtur... Hangi mücadelenin önderleri ve fiili yürütücüleri mücadele sona erdikten sonra kenara çekilmiş ve her şeyi, adına savaştıkları halka bırakmıştır?
Hatırlayalım, Murat Karayılan, Ahmet Altan’a gönderdiği mektubunda bu “gerilla realitesi”ni şu satırlarla anlatmıştı:
“(...) Kürt sorununun çözümüyle gerillanın birbiriyle çok yakından bağlantısı vardır. Bunu görmeyenler gerçekçi çözüm yolunu da bulamazlar. (...) Ancak ve ancak Kürt sorununun çözümü temelinde bu gücün toplumsal yaşama dâhil edilmesi düşünülebilir. Bu da ancak diyalog ve bir toplumsal uzlaşmayla mümkündür.”
Taraf’tan Tuğba Tekerek, geçenlerde İstanbul’da düzenlenen bir konferansa katılan Güney Afrika Siyah hareketinden hukukçu Albie Sachs ile konuştu. Sachs’ın, iç savaş sonrası “gerilla realitesi” ile nasıl baş edildiğini anlattığı bölümden bir paragrafı dikkatinize sunmak istiyorum:
“Sayıları binlerceydi. Yüzde 25-30’u yeni orduda asker oldu. Şu anda Güney Afrika Savunma Kuvvetleri’nin tüm liderleri eski gerillalar. Bir kısmı istihbarat, güvenlik servislerinde çalışmaya başladı. Oldukça az bir kısmı üniversiteye gitti, bazıları yeni yönetimde, hükümette farklı seviyelerde görev aldı. Ama çoğu iyi bir geçiş yapamadı. Bir miktar para verilmişti, çoğu bu parayı hemen harcadı. Para kullanmayı bilmiyorlardı çünkü. Bazıları çeteci oldu, çoğu değil bazıları. Onlar da bir anlamda aynı yolda devam etmiş oldu, banka soygunları vb. Tamamının emekli maaşı var; bu, hayata devam etmek için çok önemli. Ve şimdi o kuşağa özel ihtimam gösteriliyor, sağlıkları için bir yapı kuruldu.”
Görüyorsunuz, “Biz Kürtlerin haklarını veririz, PKK’lıları da içeri atarız” diyerek halledilebilecek bir mesele değil bu. Cesaret gerektiriyor, politik cesaret...
O mükemmel Anayasa’ya rağmen ETA neden bitmedi?
İstanbul’daki sözünü ettiğim konferansa konuşmacı olarak katılanlardan biri de gazetemiz yazarlarından Mithat Sancar’dı. Sancar, Çukurca’daki korkunç saldırıyı her çarşamba sabahı bağlandığı Açık Radyo’da Ömer Madra’dan öğrendikten sonra, konferansa katılan bir İspanyol akademisyenin, şiddeti sona erdirmek için “örgüt realitesi”nin de dikkate alınması gerektiği yolunda İspanya’dan verdiği örneği hatırlattı...
Franco diktatörlüğü sırasında, BASK bölgesinin İspanya’dan bağımsızlığı hedefiyle kurulan ETA, diktatörlüğün yıkılmasından sonra, yeni demokratik anayasa sürecinde (1978 ve ona ön gelen birkaç yıl) kendi varlığının sona erdirilmesi için bir dizi talep öne sürmüş, fakat bu koşullar kabul edilmemişti.
Mükemmel bir anayasa olan 1978 Anayasası ETA’nın siyasal- toplumsal- kültürel taleplerinin neredeyse tamamını karşıladığı halde, ETA’nın kendi varlığına ve örgüt üyelerinin geleceğine ilişkin taleplerin reddedilmesi nedeniyle ETA tarafından benimsenmedi. Sonuçta ETA silah bırakmadı ve tam 33 yıl boyunca şiddeti sürdürdü. Yasemin Çongar’ın üstü üste yazdığı yazılarda uzun uzun anlattığı gibi, bu sonuç ancak bugünlerde gerçekleşme aşamasına gelebildi...
ETA örneği, etnik sorunla o sorunun taşıyıcısı durumunda olan örgüt birlikte ele alınmadığı takdirde çözümün “eksik” kalacağını gösteriyor...
Şimdi biz de aynı problemle karşı karşıyayız.
Her zaman söylüyorum, PKK realitesi Kürt realitesinden daha zor bir realitedir. Fakat kabul edilmediği sürece gerçek bir barış da mümkün olamayacaktır.
***
İnternet Andıcı’nda tuhaf gazetecilik...
İnternet Andıcı davasının tutuklu sanıklarından biri, davanın bir aşamasında, “irticacı AK Parti hükümeti”ne karşı kara propaganda yürütmek üzere Genelkurmay’da oluşturulan internet siteleriyle ilgili direktifin altında Başbakan Erdoğan’ın imzasının bulunduğunu öne sürdüğünde herkes gibi ben de çok şaşırmıştım.
Bir yandan böyle bir mantıksızlığın olamayacağını düşünmüş, bir yandan da bir tutuklunun ancak yatsıya kadar yanacak bir mumu neden yaktığını anlamaya çalışmıştım.
Sonunda, Milli Güvenlik Kurulu’ndan istenen belge mahkemeye ulaştı. Evet, belgenin altında Başbakan’ın imzası vardı ama o belge “Bölücü Faaliyetlere Karşı Eylem Planı” başlığını taşıyordu, yani dava konusu internet siteleriyle hiçbir ilişkisi yoktu.
Yani yatsı gelmiş, mum artık yanmaz olmuştu. Peki, tutuklu sanık zamanında neden böyle bir talepte bulunmuştu? Bazı gazetelerin haberi sunuşuna baktığımda meseleyi anlar gibi oldum...
Ben, Balyoz, Ergenekon vb. davalarda savunmaların mahkeme heyetinden çok kamuoyunu etkilemeye yönelik olduğuna inanıyorum, sırf bunu örneklemek amacıyla birkaç yazı da yazdım. Böyle olunca, savunma içeriğinin ille de doğru olması gerekmiyor, basının bir bölümü bunları uygun bir biçimde manipüle ettiğinde, kamuoyunun bir kesimi meseleyi öyle değil de böyle anlar ve böylece de amaç hâsıl olmuş olur.
Son örnekte, bazı gazeteler belgenin içeriğini öne çıkarmayarak, “internet andıcının altında başbakanın imzası var” haberciliğiyle yürüttüler bu manipülasyonu.
İnanması zor ama, aynen böyle oldu.
Bu gazeteler şunlardı: Cumhuriyet, Birgün, Yeniçağ, Sözcü, Aydınlık.
alpergormus@gmail.com
Yorum Yap