- 30.10.2015 00:00
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti / AKP) dört kurucusundan biri sayılan Bülent Arınç’ın medyanın AK Parti’yi destekleyen kesimine yönelik eleştirilerine çok farklı tepkiler geldi. Arınç’ın, bu medyanın artık kendisine bir tür ambargo uyguladığına, bir zamanlar ona bağlı olarak çalışan TRT’nin dahi öyle davrandığına dair sözleri medyanın bir kesiminde yuhalandı, öbür kesiminde alkışlandı. Böylece, aşırı ölçülerde kutuplaşmış toplumlarda, sözleri kamusal etki gücüne sahip siyasal-entelektüel şahsiyetlerin kendi “kutup”larına yönelik eleştirilerini bekleyen akıbete o da toslamış oldu.
Karşı kutuptan birilerinin “bizim taraf”ın işine yarayacak eleştirilerini büyütmek; buna karşılık “biz”den birinin “bizim taraf”ın hoşlanmayacağı eleştirileri karşısında ona dünyayı dar etmek tutumu, yalnız ahlaki açıdan değil kamusal yarar açısından da problemli. Çünkü bu tutum, toplumsal sorunlar üzerinde düşünme ya da onları çözme mevkiinde bulunan kişileri, derinlemesine çabalardan çok şu ya da bu kesimin alkışını almaya kışkırtarak toplumdaki toplam siyasi-entelektüel kapasitenin verimini düşürüyor.
Bülent Arınç örneğine dönecek olursak...
Arınç, hem Milli Görüş geleneğinin hem de 13 yıllık AKP iktidarının en önemli isimlerinden biriydi. Bu yönüyle hem eski merkez medyanın, benimsemediği bir siyasi iktidarı “düşman” olarak kodlamasının ne anlama geldiğini biliyordu; hem de içinde yer aldığı siyasi iktidarın, bir aşamadan sonra medyanın bir kesimini “düşman” olarak kodlamasının ne anlama geldiğini biliyordu.
Dolayısıyla, sormak lâzım: Bülent Arınç gibi adalet, hak ve hakikat gözeten birinin, üstelik de konuya dair gizli-açık bilginin tamamına yakınına sahip olduğu koşullarda yapması gereken eleştiri (ve özeleştiri) bundan mı ibaret olmalıydı? Keşke, diyorum ben, Bülent Arınç bir tarafın alkışını, öbür tarafın yuhalamasını garanti eden bir taarruz yerine, medyanın bugünkü konumuna nasıl geldiğine dair bir kazı çalışması koysaydı önümüze.
Bu yazıda ben bunu yapmaya gayret edeceğim...
2002: AK Parti iktidarı ve mücadele bültenleri
AK Parti 2002’de iktidara geldiğinde, karşısında ona beslediği husumeti gizlemeye çalışmayan ve her fırsatta bunu gösteren bir basın cephesi buldu. O zamanlar sorun AK Parti’nin baskıcılığı değildi, kimliğiydi... Basın, bu kimliğin ülkeyi yönetme hakkının olmadığı inancındaydı ve dolayısıyla bu kimliğin iktidarına dünyayı dar etmek için gazetecilik ölçülerinin çok ötesinde, yer yer mücadele bülteni tonunda bir çizgi izliyordu.
Çiçeği burnunda iktidar yöneticilerinin bu tabloya bakıp, daha iktidarlarının başında böyle bir basınla ülkeyi yönetmelerinin çok zor olacağını ve bir süre sonra bu durumu giderecek bir adım atmaları gerektiğini düşünmüş olmaları çok muhtemeldir. Sonraki (2005-2010 arasındaki) gelişmelere baktığımızda, iktidarın, ihtimallerden biri olan medyayı baskıyla geriletme yolunu benimsemediğini, onun yerine merkez medyanın “yıkıcı” çizgisini dengelemek üzere kendi medyasını oluşturma yoluna gittiğini anlıyoruz.
O günlerin aslında gazetecilik olmayan gazeteciliğini merkeze aldığımızda, kendini korumak üzere böyle bir yola giren bir iktidarı suçlamak -şayet hakkaniyetli bir değerlendirme yapılacaksa- o kadar da kolay değil. Ne var ki, hangi koşulların zorlamasıyla yapılırsa yapılsın, bu modelin ileride sorunlara yol açmaması imkânsızdı; nitekim öyle oldu.
O sorunlara, yani bugünkü iktidar-medya ilişkilerine geleceğiz, fakat ondan önce AKP iktidarını kendi medyasını oluşturmaya sevk eden koşulları algılayabilmek için başvurulacak yüzlerce haber-yorum, tavır örneğinden ikisine burada yer vermek faydalı olabilir. Bunlardan birinde, dönemin “gazetecilik olmayan gazetecilik”inin hışmına uğrayan kişi, dönemin Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Bülent Arınç’tı.
2003: Arınç’ın payına düşen “gazetecilik”
İlk AK Parti hükümetinin kurulmasından birkaç ay sonra yaşanan çok çarpıcı bir medya taarruzu, sonradan bazı iktidar milletvekillerince de dile getirildiği gibi, iktidar için alarm verici bir gelişme oldu. Yaşanan örnek, gerçekten de böyle bir medyayla yürümenin çok zor olacağını gösteren bir içerikteydi.
Bülent Arınç’ın TBMM Başkanı olarak vereceği ilk 23 Nisan resepsiyonundan bir hafta kadar önce, resepsiyon davetinin tıpkı öncekiler gibi “TBMM Başkanı ve eşi” tarafından yapıldığı düştü ajanslara. Bu, her şeyden önce habercilik açısından tuhaf bir haberdi. Çünkü on yıllardır olan bir şey bir daha oluyordu, fakat daha önce haber olmayan şey bu defa haber oluyordu: “TBMM Başkanı Bülent Arınç, 23 Nisan davetiyesine eşinin de adını koydu.”
Ve kazan kaynamaya başladı... Muhalefet partisi başkanı ve komutanlar, davete icabet etmeyeceklerini duyurdular. Basın, olan bitenin adını koymakta gecikmedi: “Resepsiyon krizi...”
Gazeteler işi o kadar büyüttüler, öyle karanlık bir atmosfer yarattılar ki, sonunda Bülent Arınç geri adım attı, yeni bir davetiye bastırdı, eşinin adını da davetiyeden çıkarttı. (Arınç daha sonra eşi için çok üzülüp gözyaşlarını tutamadığını da söyleyecektir.)
“Şeyini şey ettiğimin şeyi”
Bu ruh haliyle, resepsiyondan önce 23 Nisan etkinliklerinin tanıtımı için TBMM’de bir basın toplantısı düzenleyen Arınç, bir muhabirin şu sorusuna muhatap oldu: “Davetiyelerde bu kez yalnızca sizin isminiz var, eşinizin yok. Bunun nedeni nedir?”
Bülen Arınç, bu insafsız soru karşısında kendini tutamayıp o ünlü cevabını verdi:
“Nedeni nedir? Bunun karşılığı şeyini şey ettiğimin şeyidir. Bunu bana tekrar niye soruyorsunuz güzel kardeşim? Yani ne öğrenmek istiyorsunuz? Bilinmedik ne kaldı, canım kardeşim? Bu davetiyenin niçin böyle yazıldığını herhalde siz de çok iyi biliyorsunuz, ben de çok iyi biliyorum. Bundan büyük üzüntü duyuyorsanız, gelin o üzüntüyü birlikte paylaşalım.”
Bülent Arınç, eşinin adını yazamadığı davetiyede konukları eşleriyle davet etmişti ama ortada öyle karanlık bir atmosfer vardı ki, başta Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül olmak üzere “eşsiz” olarak gitmek zorunda kaldılar resepsiyona.
Konu, o haftanın mizah dergilerinin de gözdesiydi. Onlardan biri, Tayyip Erdoğan’la Abdullah Gül’ü dans ettirmişti kapağında.
Kapatma davasının gösterdiği...
2008’in başlarında, halkın yarısının oylarını almış iktidar partisine karşı Anayasa Mahkemesi’nde açılan kapatma davası karşısında medyanın aldığı tavır, AK Parti’de zaten başlamış bulunan “biz kendi medyamızı yaratamazsak, bu medya bizi boğar” duygusunu daha da güçlendiren bir rol oynadı.
Basındaki, “bu fırsat bir daha geçmez elimize, kaçırmamalıyız” ruh hali gizlenemez boyutlardaydı. Sıfatı nedeniyle yazıları Hürriyet’i de bağlayan başyazar Oktay Ekşi, daha iddianame hazırlanmadan hükmünü vermişti:
“Partileri halk kurar, halk kapatır diyorlar. O, seçmeniin yitiren partiler için geçerlidir. Yasaları çiğneyen partiyi yargı kapatır. Öyle olmasa mahkemeye bu yetki verilmez. ‘Oyumuz büyük’ tafrasıyla konuşanlar, hukukun ondan büyük olduğunu unutmasınlar.” (Hürriyet, 16 Mart 2008).
İktidarın kendi medyasını yaratma süreci, işte bu kapatma davasından sonra iyice hızlandı ve gele gele bugünkü konumuna ulaştı.
Günümüz: Sadece ‘bizim’ medya olsun
AK Parti iktidarının, medyanın yalnız kendisine değil, Refah Partisi’ne karşı 28 Şubat döneminde aldığı düşmanca pozisyonun etkisiyle de giriştiği “kendi medyasını oluşturma” çabasının anlaşılabilir olduğunu söylemiş, fakat gerekçe ne olursa olsun, bunun son derece olumsuz sonuçlar doğurmasının kaçınılmaz olduğunu da eklemiştim.
Bu süreç, 2010’dan itibaren iktidarın daralmasına, kişileşmesine ve otoriterleşmesine paralel olarak başlıca iki olumsuz sonuç doğurdu: Birincisi, iktidar yanlısı medya, iktidardan gelen talepler doğrultusunda zaman içinde iktidarın neredeyse organik bir parçası haline geldi. İkincisi, (birinciden çok daha önemli olarak) iktidar, her türlü muhalif (hatta eleştirel) sesten rahatsız olmaya başladığı için “karşı taraf”taki medya üzerinde ağır baskılar oluşturmaya başladı.
Baskı, iktidarın hoşlanmayacağı yazarların ve muhabirlerin işlerini kaybetmeleri gibi, otosansür gibi bir dizi sonuç doğurdu. Bu baskı zamanla, bizzat iktidarı destekleyen medyadaki örtülü-silik eleştiri sahiplerine yöneldi, hatta onlara yönelik tepki yer yer “karşı taraf”a yönelik tepkilerin bile önüne geçti. Bülent Arınç, öncesinde değil, işte ancak bu aşamada farklı fikirlere tahammülsüzlüğe karşı sesini yükseltti; şüphesiz ki çok geç kaldı.
Mesleğin ontolojik varlığının mağduriyeti
Özetle, bir zamanlar eleştirellikle hatta muhaliflikle yetinmeyip “düşmana karşı gazetecilik” çizgisini benimsemiş medya, günümüzde o “düşman” tarafından düşmanlaştırılmış bir pozisyona itilmiş bulunuyor: Bumerang!
Günümüz medyası, kolektif bir suç ürünü...
Fakat bir nokta var ki, onu vurgulamazsak bu yazı okuyanlarda bir eksiklik duygusuna yol açacak, belki de hakşinaslık eleştirilerine mâruz kalacak.
Doğru, bir bumerang tablosuyla ve kolektif bir suç ürünüyle karşı karşıyayız, bugünün medya mağdurları dünün medya zalimleri idi, fakat bir de her dönemde mesleğini kimseyi düşmanlaştırmadan yapmaya çalışan ve bunu becerebilen gazeteciler var. Onlar ve onların yaşatmaya gayret ettikleri gazetecilik, her dönemin mağduru oldu. Dün, seçilmiş, meşru bir iktidarı sırf kimliğinden ötürü düşmanlaştıran medya iktidarlarının mağduruydular, bugün ise geçmişin rövanşını almak isterken “iyi” gazeteciliğin yapılma koşullarını da berhava eden bir siyasi iktidarın mağduru haline geldiler.
Onların bu kolektif suçta hiçbir günahları bulunmuyor. Onlara, gazeteciliğin namusunu korumaya çalışırken iki ateş arasında kalıp bertaraf olanlar diyebiliriz belki.
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/gunumuz-medyasi-kolektif-suc-urunu
Yorum Yap