- 4.12.2013 00:00
Portreler için sunuş:
Aktüel Dergisi için yedi yıldır yazmakta olduğum portreleri arada bir sizlerin de dikkatine sunmaya karar verdim.
Bu portrelere başlarken, onların “objektif ” olmayacaklarını peşinen ilan etmiş, şöyle demiştim: “ (…) Artık anlamışsınızdır: Yazacağım portrelerin “objektif ” olma ihtimali yok, ki zaten benim de böyle bir iddiam yok. Sonuçta, portrelerim o insanların bendeki yansımalarından ibaret olacak; ben onları öyle algılamış olduğum için öyle yazacağım…”
Fatih Terim ile başlıyorum… Buyurun…
* * *
Birkaç hafta önceydi, Beşiktaşlı bir arkadaşımın evinde olaylı Beşiktaş-Galatasaray maçını izlemeye hazırlanıyorduk… Arkadaşım, günah çıkarmak istermiş gibi bir tonda “Fatih Terim’e eskiden çok kızıyordum” dedi, “fakat Türkiye’de milyonlarca Fatih Terim olduğunu anladıktan sonra artık kızmıyorum…”
Bunun üzerine ben de ona Fatih Terim için birkaç yıl önce yazdığım portrenin başlığını söyledim: “Türkiye’nin insan hali…”
O portrede şunları da yazmıştım:
“Bana, ‘Şu son 30 yılda hayatı Türkiye’ye en fazla benzeyen insan kimdir?’ diye sorsanız, cevabım Fatih Terim olur… ‘Medeniyet’in görüntüsünü samimi bir benimseyiş ve onunla hiçbir probleminin olmayışı… Fakat özünü benimsemede ciddi endişelerin yaşanışı ve sık sık kendi ‘öz’üne dönme refleksleri…”
Böylece bir Beşiktaşlı ve bir Galatasaraylı olarak Terim’e neden kızmamak gerektiği hususunda uzlaşmış olarak maçı izlemeye başladık.
Sonrasını biliyorsunuz… Olaylar olayları izledi ve sonunda en büyük olay patladı: Fatih Terim Galatasaray yönetiminin oy birliğiyle aldığı bir kararla görevden uzaklaştırıldı.
Bence Galatasaray’ın Terim’i tahammülfersâ bir nezaketsizlikle, adeta kusar gibi bünyenin dışına atmasıyla, onun Türk Milli Takımı’nın bünyesine büyük bir hoşâmediyle kabul edilişini birlikte değerlendirmek gerekir; burada, Türkiye’nin cumhuriyet tarihi boyunca yaşadığı avam-havas gerilimini anlatan büyük bir sembolizmin gizli olduğunu düşünüyorum.
Her şey ne kadar kristalize…
Adanalı, liseden terk bir halk çocuğu, az gidiyor uz gidiyor ülkenin en (yegâne?) elit futbol kulübünün teknik direktörlüğüne getiriliyor… Halk çocuğu, görevinin birinci ve ikinci dönemlerinde kabuğunu (ama sadece kabuğunu) değiştirerek uyum sağlamaya çalıştığı takımında kendine bir yer ediniyor… Bu arada takım da, ülkedeki toplumsal-siyasi gelişmelere paralel biçimde elitizmini biraz budamış, eski görüntüsünden biraz uzaklaşmıştır.
Fakat halk çocuğunun elit takımdaki üçüncü dönemi, ülkenin elitlerinin, kendilerini yönetmeye hak ve ehliyetlerinin bulunmadığını zihinlerinden ve kalplerinden hiç atamadıkları “taşralı” siyasetçilere karşı itirazlarını yeniden yükselttikleri bir döneme rastlar…
Ülkedeki bu genel psikoloji futbola da yansır ve tepesinde artık bir “kont”un bulunduğu ülkenin en elit takımı, aslında bir türlü hazmedemediği “taşralı” teknik direktörü kusar…
Bu kadar mı? Hayır. “Taşralı” teknik direktör, “kozmopolit”in değil “yerel”in geçer akçe olduğu Milli Takım’ın umudu haline gelir ve hikâye böylece tamamlanır.
Ben bu satırları yazarken bir yandan da televizyonda, Nevşehir’de ülkenin en “yerli” sanatçılarından biri olan Neşet Ertaş’ı anmak üzere bir araya gelen bazı sanatçılarla Başbakan’ı birlikte Neşet Ertaş’tan “Gönül Dağı”nı söylerken izliyorum… “Bazı sanatçılar”ı tahmin edebilirsiniz, yine orada asla olmayacak bazı başka sanatçıları da…
İçimden, “benzer bir elitizm hikâyesi” diye geçiriyorum.
Kusulmak istenenlerin benzerliği…
Aklıma bir de kusulmak istenen başbakanla kusulmak istenen teknik direktör arasındaki benzerlikler geliyor… İkisi de mağrur, ikisi de kibirli, ikisi de dirençli… Yönetmeye talip oluşlarını dile getirirlerken ve yönetirken kullandıkları dil, onların yüksek egolarını ve hatta narsisistik kişiliklerini ele veriyor.
Bu dil hiç bana göre değil ama, bilmiyorum, belki de ancak böyle insanlar kırabiliyor kendilerinin ve benzerlerinin önüne çekilen statü ve kimlik duvarlarını…
Fakat o otoriter, müdanasız, kendileriyle dolu ve hiç kimsenin iltifatına ihtiyaç duymazmış görüntülerinin ardındaki kırılganlığı da görmek gerek.
Fatih Terim’i kâh “gıcık” kâh “çocuksu” kılan şey de başka bir şey değil zaten.
Ben Fatih Terim’i eski Türk filmlerindeki sert fakat “iyi” fabrika patronlarına benzetiyorum.
Yeşilçam filmlerindeki o patronlar, çalışanlarından mutlak bir itaat isterler, bu itaati elde edince de yumuşayıp çalışanlarına karşı “iyi” davranırlardı. Fakat bu itaatli tavır bir noktada tavsamaya dursun, patronumuzun otoriter yüzü derhal ortaya çıkar, “şımaran” çalışan böylece yaptığı hatayı anlayıverirdi.
Terim hem sert hem “babacan” bir teknik direktör olarak tanınıyor. Hangisi doğru? Bence ikisi de. Hatta onu, karakterinden gelen sertlikle sonradan öğrenilmiş “doğru”lar arasında gidip gelirken yorulan biri olarak görüyorum ben.
Hep “kendini geliştirmek”ten söz etmesi de bununla alâkalı… Taşralı genlerinin taşıdığı feodal değerleri daha “modern” değerlerle ikame etmeye gayret etmenin yorgunluğu…
Belki ömrü birkaç yüz yıl olsaydı bu “cehd” kesin bir başarıya ulaşabilirdi ama, şimdilik bir karakter öne geçiyor, bir sonradan öğrenilmiş “doğru”lar… Sonuç da işte gitmeli gelmeli Fatih Terim davranış modeli olarak çıkıyor karşımıza.
Terim’in bu bocalamalarını en iyi, eleştiri karşısındaki davranışlarında görebiliriz… Eleştirilere karşı göstermek istediği davranış modeli “modern”dir ama, fiiliyatta sık sık “geleneksel” öne çıkar.
Terimvari temel karakterlerde (otoriter kişilik) eleştiriyi daima tek bir duygu izler: öfke… Fakat “eleştiriye tahammül”ün bir erdem olduğunu öğrenmiş otoriter bir kişiliğin eleştiri karşısındaki tepkileri, bunu öğrenmemiş olanlarla kıyaslanmayacak kadar karmaşıktır. Her eleştiriye öfkeyle cevap veren ve başka da bir şey bilmeyenler hiçbir psikolojik karmaşa yaşamazken, öyle yapmak istemedikleri halde gene de öyle yapanlar, ilave bir öfkeye daha sahip olurlar: kendi kendilerine duydukları öfkeye…
Kendisini eleştiren futbol yazarı Osman Tanburacı’ya telefonda söğüp sayarken, Terim’in insanı en fazla hırpalayan bu öfke biçimiyle bir kez daha boğuşmak zorunda kaldığına hiç şüphem yok.
Terim hep böyle kalacak, bizi hep şaşırtacak, bazen “bravo” diyeceğiz, bazen “insaf be hoca…” Bunu o da biliyor, ne kadar öğrenirse öğrensin temel karakterinden kaynaklanan problemleri aşamayacağını samimiyetle kabul ediyor:
“Şimdi bana çok değiştin diyorlar. Eskiden çok gaddarken, şimdi içimden 100’e kadar saymayı öğrendim. Toprağa girmeden huyumun değişmesi mümkün değil…”
Otoriter kişilikle, öğrenilmiş demokratik davranış kodları arasındaki gerilim Fatih Terim’in gelgitli davranışlarını önemli ölçüde açıklasa da, onun düşünce dünyasındaki gelgitlerini açıklayamaz. Bunun için onun yaşadığı hayata bakmalıyız.
Adana’nın kapalı dünyasından dünyaya açılan bu hayatın rotasını izlemeden onun dünyayı kavrayışındaki gelgitleri anlamanın mümkün olmadığını düşünüyorum.
Terim, dünyaya açılıp insanları tanıdıkça değişti… Biraz Türkiye’ye benzer bu yönüyle… Türkiye nasıl “her tarafını kuşatan düşman ülkeler”le temas ettikçe düşmanları azalıyor (bu cümleler eski portreden, hepinizin bildiği nedenlerle bu cümleyi şimdi kuramayız), aynı süreci Terim de yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. “Futbol sayesinde dünyanın dört bir tarafında edindiğimiz dostlar”ı sürekli vurgulaması, bu sürecin onu nasıl değiştirdiğinin önemli bir işareti.
Terim’in Türkiye’ye benzerliğini, onun Avrupa’ya yaptığı çıkarmanın başarısızlığı ile aynı dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasının duraksamasında da görebiliriz.
Fakat her iki hamle de, önceden öngörülebileceği gibi belirgin bir zihniyet değişimine yol açmış görünüyor, ki Fatih Terim artık şöyle konuşabiliyor:
“Biz yıllarca başaramadık. Ya hakem kötüydü, ya top direkten dönmüştü. Ama topun döndüğü direk 10 santim, kale yedi metre. Bu şanssızlık olamaz. Kendi vizyonumuz, birikimimiz, tecrübemiz yoksa kimse başarı beklemesin…”
http://serbestiyet.com/fatih-terim-elitlerin-takiminda-tasrali-olmak/
Yorum Yap