Basın özgürlüğü kavgamızın inandırıcılık sorunu

  • 26.03.2013 00:00

 Gazetecilerin, başlarına gelen her musibeti “iktidarın baskısı”na havale edip kendi sorumluluklarından kaçmaları (psikolojide bu türden davranışlara “yansıtma” deniyor) Hasan Cemal hadisesinden sonra bir “imkân” olmaktan çıktı.

Bu “imkân”ın sürdürülebilmesi için Hasan Cemal ve benzeri hadiselerde gazetecilerin denizanası pelteliğindeki dirençsizliklerinin hatırlatılmaması; gazetecilerin başlarına gelenlerin çoğunun müsebbibinin “iktidar baskısı” bahanesine sığınıp kendilerini gizlemeyi başaran patronlarolduğundan söz edilmemesi gerekiyordu...

İşte bu nedenle, gazeteleri ve televizyonları yöneten gazetecilerin, iktidarın patronlar üzerinden gönderdiği söylenen “talimat”lara direndikleri takdirde neler olabileceği, bu ezberlerin içine hiç nüfuz edemedi.

Şimdi, ilk kez Hasan Cemal hadisesi vesilesiyle ezber bozuluyor, “basın özgürlüğü, baskı, sansür, otosansür” bahsi, “gazeteciler direnseydi böyle mi olurdu” sorusuyla birlikte mütalaa edilmeye başlıyor.


Tarhan Erdem’in yazıları

Bu işin öncülüğünü Tarhan Erdem’in yaptığını söylemek yanlış olmaz. Ya da şöyle diyeyim: Bu işi,“iktidarın gazeteciler üzerindeki baskısını önemsizleştiriyor” eleştirilerine aldırmadan ve lafını dümdüz söyleyerek yapan gazetecinin adı, Tarhan Erdem.

Erdem, meselenin özüne önce, “Milliyet olayı” başlıklı yazısındaki (Radikal, 7 mart) şu cümlesiyle parmak bastı:


“Eğer, Başbakan’dan ve danışmanlarından gelen baskılar gerçekten varsa, iki taraf için de ahlaki olmayan bu girişimler yok sayılabilmelidir!”

Tarhan Erdem, 21 mart tarihli “Hasan Cemal ve Özkök” başlıklı yazısında da, “iktidarın patron üzerinden gazetecilere baskı yapması” denklemine, editoryal bağımsızlıklarına kıskançlıkla sahip çıkan gazetecilerin dahil edilmesi durumunda işleyişin nasıl değişeceğini, Hasan Cemal hadisesi üzerinden anlattı.


“İktidardan arıyorum, atın şu adamı”

Tarhan Erdem’in bu ikinci yazısı, son yıllarda bazı muhalif gazetecilerin başına gelen her şeyi doğrudan iktidara bağlama refleksine dair, tanığı olduğu bir hikâyeyle başlıyordu:


“Bundan üç yıl kadar önceydi; hükümet kaynaklı baskılardan yakınan bir gazete sorumlusundan; baskının failini, araçlarını, yöntemini öğrenmeye çalışmıştım.


“Muhatabım, failin sesini duymadığını, başkasının aracı olduğunu, patrondan da doğrudan bir talimat almadığını belirtiyordu, ama ısrarlıydı; çeşitli yollar veya tavırla istediği yayını yapamıyordu! O gün, baskının kaynağını duymuştum ama ‘talimatı vereni’ öğrenememiştim! O gün bugün yakınmalar arttı, son aylarda Başbakan’ın isteğiyle yazarların işine son verildiğine herkes inanır oldu, hatta AK Partililer bile!”

Tarhan Erdem’inkine benzer bir yakınmayı ben de iki yıl kadar önce CNNTürk’te Ayşenur Arslan’ınMedya Mahallesi programına katılan tiyatrocu Mehmet Ali Alabora’dan dinlemiş, o günlerde bu hikâyeyi sıcağı sıcağına bu sütunlarda şöyle anlatmıştım:


“(...) Arslan, sözü, medyadaki ‘hükümet baskılarından kaynaklanan oto-sansür’e getirince Alabora patladı ve bu anonim edebiyatın yazarlarının ortaya çıkıp bütün bildiklerini anlatmalarını istedi. Alabora, orada burada olan bitene ‘göz tanıklığı’ yaptıklarını öne süren gazetecilerin varlığından söz etti ve onların artık susmamaları gerektiğini söyledi.


“Dikkatimi çekti: Ayşenur Arslan, Alabora’nın ‘çıksınlar, açık açık söylesinler’ talebine nedense hiç destek vermedi. O sanki, bu edebiyatın ‘anonim’ kalmasından memnun gibiydi.” 
(Taraf, 22 Kasım 2011).

Bugüne kadar bu anonimlikten patronlar da gazeteciler de bol bol yararlandı: Patronlar, “iktidar baskısı”nı kullanarak editoryal sürece mecburen müdahale etiklerini söyleyegeldiler... Gazeteciler de başlarına gelenlerin çoğunun durumdan vazife çıkaran patronların tasarrufu olduğunu bildikleri hâlde, daha “şık” olan “iktidar baskısı”nı vurgulamayı tercih ettiler.


T. Erdem, E. Özkök’e soruyor...

Tarhan Erdem, yazısının son bölümünü, Hasan Cemal hadisesinin de bu çerçevede algılanmasını isteyen Ertuğrul Özkök’e cevaba ayırmıştı...

Şöyle diyordu Ertuğrul Özkök:


“Gazetecilerin sesinin kesilmesinin arkasında onu aramayacaksak kimi arayalım. Başbakan’a en kritik konularda, en yakın arkadaş grubunu kaybetme pahasına en
 büyük desteği veren bir Hasan Cemal bile fikrini yazacağı 100 cm kâğıt bulamayacaksa, kim, hangi demokrasiden söz edecek ki...”

Tarhan Erdem, ardından, bu yaklaşımın neyi gizlediğini fâş eden birkaç soru sıralıyordu:


“Derya Bey, yazıyı gazetede bassaydı, Hasan Cemal ayrılacak mıydı? Derya Bey, 
Milliyet’in sahibinden talimat almasaydı, bu mesele çıkar mıydı? Milliyet sahibi, eğer yapıldığı söylenen baskı karşısında, ‘Herkes kendi işine baksın’ diyebilseydi değil, düşünebilseydi, Hasan Bey gazeteden ayrılır mıydı? (...) Başbakan’ın, halka söylediklerini eleştirme görevi başka, sözlerini tehdit veya emir saymak başka bir yaklaşımdır; ikincisi Hasan Cemal olayındaki gibi, ‘vazife çıkarma’ yolunu açar.”


Gazeteciler artık sorumluluklarını gizleyemezler

Toparlayarak bitireyim...

Gazeteciler yıllardır iktidarlar karşısında mızıldanmaktan başka bir şey yapmadılar, ortaya direnme anlamına gelebilecek hiçbir şey koyamadılar.

Hasan Cemal hadisesiyle, bu risksiz, tehlikesiz pozisyon sürdürülebilir olmaktan çıkıyor, tablo netleşiyor.

Psikolojideki “yansıtma” tekniği, kendi sorumluluklarının yükünü azaltmak isteyen öznelerin bilinç-dışı davranışlarına dairdir; yani aslında o özneler yaptıkları şeyin farkında değillerdir ve dolayısıyla bir ölçüde mazurdurlar...

Fakat kendi sorumluluklarını gizlemek için sürekli olarak ve sadece iktidar baskısını işaret eden gazeteciler her şeyin farkındadırlar ve dolayısıyla mazur değildirler.

Bu davranışlarını, Ertuğrul Özkök’ün yaptığı gibi Hasan Cemal hadisesinden sonra da sürdürürlerse, basın özgürlüğü kavgaları inandırıcı olmaktan çıkacaktır.

***


Bir düzeltme, bir özür...


Düzeltme
: 22 marttaki “Öcalan’ın büyük dönüşümü ve sol” başlıklı yazımda, 2005’te Öcalan’ı temsil ettiğini söyleyerek gazetecilerle (bu arada benimle de) görüşmelerde bulunan Türk solunun önemli isimlerinden Sarp Kuray’ın, yanındaki avukatı da “Öcalan’ın avukatı” diye tanıttığını yazmıştım.

Zihnimde kalan buydu, fakat bana gönderilen bir e-mail mesajından bunun doğru olmadığını öğrendim. Zaten, dönüp kontrol ettim, o görüşmeyi anlattığım 2010 tarihli yazımda da o kişiden sadece “bir avukat” diye söz etmişim.


Özür
: Aynı yazıda Öcalan’ın o dönemdeki avukatlarından Mahmut Şakar’ın adı da geçiyordu....

Öcalan’ın eski avukatlarından Ahmet Zeki Okçuoğlu, 2010’da Yeni Şafak’a verdiği bir söyleşide, Şakar’ın, PKK’nın 2004 kongresinde aldığı koşulsuz silah bırakma kararını, son anda kongreye yetişerek ve Öcalan adına konuştuğunu söyleyerek geri aldıran kişi olduğunu söylemiş, ben de bu bilgiyi Okçuoğlu’ndan alıntıyla kullanmıştım.

Ayrıca, Sarp Kuray’la birlikte ziyaretimle gelen avukatla ilgili olarak “belki de Mahmut Şakar’dı”diye ilave etmiştim.

Şakar, gönderdiği mesajda, PKK kongresine son anda yetişen adam olduğu yolundaki iddianın sekiz yıldır sürdürülen bir yalan olduğunu söylüyor...


Bana gelince
: Birinden alıntı yaparak dahi olsa bu spekülatif iddiayı sorgulamadan bir kez daha kullanmam da... Ziyaretime gelen ve adını hatırlamadığım avukatın Mahmut Şakar olması ihtimalinden söz etmem de doğru olmadı.

Avukat Mahmut Şakar’dan özür diliyorum.


alpergormus@gmail.com

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums