- 22.01.2013 00:00
Önce CHP Adana Milletvekili Ümit Özgümüş’ün twitter mesajından haberim oldu: “Her devrin adamı. Son yılların Erdoğan’ın yalakasıydı. Omurgasız ve ilkesizdi...”
Sonra, sosyal medyada buna benzer binlerce “tweet”in fink attığını söyledi arkadaşlarım.
Ben, ölümünün ardından ortaya çıkan “sevgi seli”ne bakıp da bu mesajlara şaşıranlardan değilim. Çünkü Birand’ın, sağlığında da sürekli olarak, Türkiye’nin görünüşte modern, fakat zihnen otoriter kesimlerinin bu türden tepkilerine maruz kaldığını biliyordum. Zaten bu nedenle 2011’de, kanserle halleşmek için verdiği uzun aranın ardından yeniden ekranlara döndüğünde Yeni Aktüel için kaleme aldığım Mehmet Ali Birand portresini bu yaygın nefretin analizi üzerine kurmuştum.
Portre, tıpkı bu yazı gibi “‘Olduğu gibi’ bir insan ve gazeteci” başlığını taşıyordu. Portreden bir yıl sonra, Can Dündar’ın yazdığı biyografisinde gördüm ki, “nasıl tanınmak isterdiniz”sorusuna işte böyle cevap vermişti: “Olduğu gibi bir insandı” desinler.
Kaydettiğim bu isabet nedeniyle çok mutlu olduğumu belirtmeme lütfen izin verin... İşte benim Birand’ım...
*
“Peki, bunca yıllık başarının sırrı ne” diye soruyor gazeteci, ardından da ekliyor:
“Biri muhabirlik...”
Kendisiyle söyleşi yapılan 46 yıllık gazeteci Mehmet Ali Birand ilave ediyor: “Olduğun gibi olmak...”
O söyleşi sırasında ben de bir kenarda duruyor olsaydım, “şeytan tüyü” diye ilave etmek isterdim...
Şeytan tüyü, benim tarifime göre, gönlünüzün sebepsizce kaydığı insanlarda olan ve bunu sağlayan şeyin adıdır...
“Şans” diye bir şey yoktur, fakat “şeytan tüyü” diye bir şey vardır... Çünkü o doğal bir insan özelliğidir; sahipseniz, etrafınızda iyiliğinizi isteyenler kötülüğünüzü isteyenlerden çok daha fazla olacak, hayat sizi sık sık ödüllendirecektir.
Mehmet Ali Birand’da şeytan tüyü olduğu o kadar belli ki!.. O nedenle, “en büyük atlatma haber”ini henüz tıfıl bir muhabirken, 1967’deki Kıbrıs krizinde yazmış olduğunu öğrenmek beni hiç şaşırtmadı.
(...)
Buraya kadar yazdıklarımla internet sözlüklerinde, forumlarda sıkça karşılaşılan “bir nefret objesi olarak Mehmet Ali Birand” yorumları arasında tam bir zıtlık olduğunu biliyorum...
Bu yorum sahipleri görünüşte hakikaten kötü Türkçesine, hakikaten kötü telaffuzuna, hakikaten fazla sayıdaki gaflarına karşı seferberlik düzenlemiş gibi görülüyorlar ama, bence bunlar “Mehmet Ali Birand nefreti”nin asıl kaynağını perdelemek üzere geliştirilmiş tekniğin araçlarından başka bir şey değil. Hiç kuşkum yok ki, Birand, Türkiye’nin en netameli meselelerinde sık sık bu yorum sahiplerinin canını sıkan şeyler söyleyen bir “AB yalakası” olmasaydı, Türkçesi de, telaffuzu da, gafları da sevimli bulunacak, gülünüp geçilecek, en fazla “öyle sarhoş olsam ki, Birand seni unutsam...” türünden zeki esprilere konu olacaktı...
“Ben, buyum!”
“Fenerbahçe’nin sarı lâcivert başkentin Ankara’nın bembeyazlı senfonisini Mehmet Okur’un mavi beyaz moruyla döneceğiz, onun için bizden ayrılmayın, mutlaka dokuz dakika sonra buluşuyoruz efendim...”
İnternette bir Mehmet Ali Birand turu atarsanız, bu satırlar sık sık çıkacak karşınıza... Ben, “bu artık abartıdır” deyip bir de video turu atınca anladım ki, değilmiş. Kulaklarımla duydum, aynen böyleydi. Anladığım kadarıyla “dokuz dakika sonra” seyircilere iletilecek üç haberin anonsuydu bu: Bir Fenerbahçe haberi, bir “karlı Ankara” haberi ve bir Mehmet Okur haberi...
Bir de yıllar önce “Madrit’in Midyat ilçesinde” kaçırılan Süryani rahip Gabriel Akyüz’le, serbest bırakıldıktan hemen sonra canlı yayında gerçekleştirdiği bir telefon söyleşisi var...
(Rahip) Araba durduruldu ve kaçırıldık...
Ha, bu kadar yani (aksiyon eksikliğinden dolayı uğradığı hayal kırıklığı barizdir... devam eder):
Malatya’dan çıkarken, öyle mi?
Manastır’dan, Manastır’dan...
Ha, Manastır’dan...
Bu örnekleri veriyorum, çünkü onlar ve Birand’ın onları doğal hâlinin bir parçası sayıp kafaya takmaması, karakterinin en önemli parçalarından birini gözler önüne seriyor:
“Ben konuşurken de böyleyim, Türkçem iyi değildir. Yani Türkçe dersi vermiyorum ki. Sizinle nasıl konuşuyorsam, ekranda da öyle konuşuyorum. Sanıyorum insanların bir bölümünü de o cezbediyor. Ben buyum.”
Bence tamamen haklı... Ona ideolojik bir düşmanlık beslemeyenler, Birand’ın bu hâllerini ya sevimli buluyorlar ya da tolere edilebilir... İnsanlar, bu yanıyla onda bir samimiyet buluyorlar, eh, o zaman şeytan da tüyünü esirgemiyor ondan...
Muhteva cesareti, retorik cesareti...
Türk basınında “cesur” diye bilinen gazetecilere yakından baktığınızda, çoğunun hiç değişmeyen siyasi pozisyonlarından oraya buraya laf yetiştiren “kaya gibi” insanlar olduğunu görürsünüz... Retoriğe abanırlar ama kullandıkları retoriğin sınırları da kendi sınırlılıklarını gösterir: “Hain”,“liboş”, “dönek” falan...
Oysa entelektüel cesaret; dünyaya bakışın, fikirlerin değişmesi durumunda bunun ifade edilebilmesiyle ilgili bir kavramdır. Mehmet Ali Birand, bu ülke basınının entelektüel cesaret sahibi gazetecilerinden biri...
Şu son iki ay içinde, ülkenin en netameli iki konusunda gerçekleştirdiği çıkışlara, sadece onlara bakmak bile onun entelektüel cesareti hakkında yeterli bir fikir verebilir...
Önce Türk merkez medyasının “darbeci genleri”yle yüzleşmesi geldi:
“Bizim için, (yani, laik Merkez medya mensuplarının büyük bölümü için) öncelik demokrasi veya Parlamento değildi. Genelkurmay daha önemliydi.”
Birand, bu yazısıyla kalın bir kabuğu kırmış, kabuğun koruyup gizlediği kirli-gevşek dokuyu fâş etmişti. Bu “çıplak bıraktırıcı” eylem beklenen tepkiyi gördü ama, o bir adım bile gerilemedi.
Zorlu ameliyatından hemen önce de merkez medyada dillendirilmesi hakikaten cesaret isteyen“Türkiye artık kararını vermeli” başlıklı yazısını yazdı. Birand yazısında, barış için gerekiyorsa Öcalan’ın ev hapsine çıkabileceğini, genel affın kaçınılmazlığını gündeme getirdi, gerek TSK’nın gerekse de PKK’nın operasyonlarını karşılıklı olarak durdurması gerektiğini yazdı.
Birand, “Kürt açılımı” günlerinde de cesur yazılar yazdı, 12 Eylül 2010 referandumuna “evet”diyeceğini açıklayan birkaç Doğan Grubu gazetecisinden biri oldu.
Hayata ve demokrasiye kesin dönüş...
“Ben hayatta en çok farklı olabilmeyi istedim...”
Bu cümlesi beni çok düşündürdü... Farklı olmayı bu kadar istemekle “olduğun gibi olmak” arasında bir çelişki yok mu? Bence var ve bu cümle insanda ister istemez yapıp ettiklerinde “farklı olmak”arzusunun payını ölçme iştahı uyandırıyor.
Mesela yaşına ve kariyerine rağmen muhabirlik tutkusundan hiç vazgeçmemesinde, bu yolla kendi kuşağının tembel gazetecilerinden ayrılma isteği rol oynamış mıdır?
Belki de “ne fark eder ki” diye düşünüyorsunuz, “bu kadar hayırlı bir sonuç doğurduktan sonra...”
Haklısınız... Zaten ondan nefret etmek için kuyruğa girenler en çok onun bu yanından rahatsızlık duyuyorlar, o yanını nereye gizleyeceklerini bilemiyorlar.
Türkiye hayali “demokrasisiz bir laiklik” olan ve fakat her nasılsa “solcu” da kalabilen birileri Birand’ı hiçbir zaman sevmeyecekler.
Türkiye’nin normal, darbesiz bir demokrasi olması yolunda kararlı bir mücadele içinde bulunanlar ise onun bu mücadele karşısındaki gitmeli-gelmeli pozisyonunu birbirine zıt duygularla izleyecekler.
Fakat sanki bu defa kesin dönüş yapmış gibi görünüyor...
Hem hayata hem demokrasiye...
İnşallah öyledir.
alpergormus@gmail.com
Yorum Yap