- 13.11.2012 00:00
Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nin (DSİP) düzenlediği geleneksel Marksizm Günleri’nin geçen haftaki bölümünün konuşmacılarından biriydim...
Kerem Kabadayı ile birlikte katıldığım oturumun konu başlığı “Darbecilere karşı mücadelenin neresindeyiz” idi...
Ben, toplantıya “Türkiye’deki darbe endüstrisinin ‘sivilleştirilmesi’ süreci” başlıklı bir tebliğ sundum.
Bu tercihimin nedeni, Türkiye’deki “darbe endüstrisi”nin 1989’dan itibaren yeni bir evreye geçtiğine inanmamdı. Katılımcılara bu konudaki tesbitlerimi sunmak, konuyu onlarla tartışmak istiyordum.
Ne var ki, misafir olarak umduğunu değil bulduğunu yemek zorunda kaldım. Çünkü beni izleyenler, bundan ziyade Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalarda sanıkların ve onların avukatlarının davada dile getirdikleri itirazlara dair yaklaşımlarımla ilgiliydi ve sorular asıl oralardan geldi... Dolayısıyla ben, tebliğimin ardından bu yöndeki sorularla hâlleşmek zorunda kaldım.
Bugünkü yazıyı, Marksizm Günleri’ndeki oturumda olduğu gibi ikiye bölerek kaleme almak istiyorum... Okumakta olduğunuz birinci bölümde, bugün de inşa hâlinde olduğunu düşündüğüm “Darbe endüstrisinin ‘sivilleştirilmesi’ süreci”yle ilgili düşüncelerimi ayrıntılandırmak, bitişikteki ikinci bölümde ise bir Ergenekon sanığının şikâyetiyle hakkımda açılan ilginç bir dava üzerinden,“Ergenekon ve Balyoz davalarındaki savunmaların özü” bahsine kısaca bir kez daha değinmek istiyorum.
1989 ve post-modern darbe konsepti
1989’da Sovyet Bloku yıkıldığında Türkiye’deki bütün kesimler şu ortak noktada birleştiler: Bu çağ değiştiren travma, Türkiye’nin Batı nezdindeki vazgeçilmez stratejik önemine de ağır bir darbe indirmiştir.
Gerçekten de durum tam olarak öyleydi... Çünkü artık başta ABD olmak üzere Batı’nın “komünizme karşı bir koçbaşı” olarak Türkiye’ye ihtiyacı kalmamıştı. Bu yeni hakikat, Batı’nın Türkiye’deki darbeci müdahalelere eskiden olduğu gibi kolayca yol vermeyeceğini de ima ediyordu.
Dünya kamuoyundaki askerî diktatörlüklere karşı gelişen hassasiyet, ülke içindeki 12 Eylül karşıtı manevi ortam ve önceki darbelerin meşrulaştırıcısı “komünizm tehlikesi”nin ortadan kalkması, sözünü ettiğim güçlüğü daha da büyütüyordu.
Peki, Türkiye’de askerlerin “darbeleri geldiğinde” ne olacaktı?
Ben, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki (TSK) “kurmay zekâsı”nın o andan itibaren “çözüm”üretmeye; “darbe ihtiyacı” belirdiğinde nasıl bir çizgi izleneceği üzerinde kafa patlatmaya başladığını düşünüyorum.
Sovyet Bloku’nun dağılması sürecinde ona paralel biçimde gelişmekte olan bir başka süreç, o çaresizlik içinde, darbeci zihniyet sahipleri için umut ışığı oldu: Yükselen radikal İslam korkusu...
1989’da Çetin Emeç’le başlayan laik aydın cinayetleri, bu korkuyu konsolide etmek amacıyla kotarılmış devlet faaliyetleriydi...
24 Ocak 1993’teki Uğur Mumcu cinayeti bu süreci “taçlandıran” gelişme oldu. Mumcu’nun cenaze törenine yüzbinlerce insanla birlikte askerler de katıldı. Bence 24 Ocak 1993, 1989’dan beri adım adım inşa edilen yeni tipte (post-modern) darbenin işaret fişeğiydi...
Aslında Uğur Mumcu’nun cenaze töreni, sonraki darbe girişimlerinin temel karakterini de veriyordu bize...
Askerler, eskiden olduğu gibi darbelerini salt silahın ve üniformanın gücüne dayanarak yapamayacaklarını idrak etmişler, korkutulmuş kamuoyunun pasif desteğiyle yetinemeyeceklerini anlamışlardı... Fakat “sivil toplum” içinde, zihniyetleri darbecilerinkine yakın anlamlı çoğunlukta kesimler yaratabilirlerse, buradan bir meşruiyet aracı üretebilirlerdi...
Mumcu’nun cenazesi, toprağa atılan tohumun yeşermeye başladığını gösterdi... Dört yıl sonraki 28 Şubat, başta medya olmak üzere “sivil” bombardımanla yumuşatılmış iktidar kalesinin ele geçirilmesinin hem çok daha az riskli, hem çok daha az zahmetli olduğunu gösterdi askerlere. Üstelik, darbeye “sivil toplum”un da katıldığı izlenimi yaratılarak, Batı’nın İslamofobik kamuoyunun tepkisi asgariye indirilebiliyordu... Böylece bir “sivil toplum” taşıyla birkaç kuş birden vurulmuş oluyordu.
Bence Türkiye’deki darbe endüstrisinin gömlek değiştirme süreci devam ediyor...
Günün birinde, seçimle işbaşına gelmiş bir iktidar seçim dışı yol ve yöntemlerle iktidardan uzaklaştırılırsa, bu işe girişenlerin pantolonları haki renkte olabilir belki, fakat gömlekler mutlaka“sivil” olacak.
***
Hakkımda çok ilginç bir dava açıldı
Marksizm Günleri’nde sunduğum “Türkiye’deki darbe endüstrisinin ‘sivilleştirilmesi’ süreci”başlıklı tebliğin ardından, özellikle “Balyoz” olmak üzere son yıllarda açılmış büyük davaların esasen bir “tertip”; delillerin de “üretilmiş, sahte” olduğunu dile getiren değerlendirmelere ve buradan üretilen sorulara muhatap oldum.
Bu itirazları dinleyince, davalardaki savunmaların mahkemelere değil de kamuoyuna yönelik olarak yapıldığına ve bu faaliyetin de hayli etkili olduğuna bir kez daha inandım.
Soruların sahiplerine, “davalardaki problemler”le ilgili olarak itirazları dinlemeye ve yansıtmaya açık olduğumu, fakat “her şey sahte ve düzmece” denince “delirdiğimi”; o andan itibaren de kendi kendime “davalardaki problemleri dinlemeye ve yansıtmaya açık olmak” tercihinin“her şey sahte”cilerin propagandasına alet olmak anlamına gelip gelmediğini sormaya başladığımı anlattım.
Onlara, geçen hafta bir Ergenekon sanığının şikâyetiyle hakkımda açılan davanın ilk duruşmasından hareketle, davalardaki “her şeyi sonuna kadar inkâr” çizgisinin nasıl bir kararlılıkla uygulandığını bir kez daha anlattım, size de anlatayım...
Mümkün en etkili savunma çizgisi
Davanın konusu, 10 Ocak 2012’de kaleme aldığım bir yazıydı... Yazıda, Ergenekon davalarındaki bu savunma hattını özetledikten sonra, bunu gösteren birkaç örnek veriyordum.
Verdiğim örneklerden biri de Yarbay Mustafa Dönmez’le ilgili suçlamalar karşısında, Dönmez’in benimsediği savunma çizgisiydi...
Şöyle yazmıştım:
“Ankara Zir Vadisi’ndeki silahlara evinde bulunan bir krokiden yola çıkılarak ulaşılan Yarbay Mustafa Dönmez, dava boyunca krokinin de silahların da kendisine ait olmadığını savundu ve silahlardaki parmak izleriyle aramayı yapan polislerin parmak izlerinin karşılaştırılmasını istedi. İddiasına göre silahları oraya polis koymuştu. Fakat Jandarma Kriminal Dairesi Başkanlığı raporu istediği gibi çıkmadı ve askerî mahkeme kendisini mahkûm etti. Ergenekon davasından tutukluluğu devam eden Dönmez ordudan da atıldı. Ne var ki Dönmez, askerî mahkemenin kararından sonra dahi ‘silahları polis koydu’ savunmasını dillendirmeye devam etti.
“Ben ilk kez o zaman, bunun Ergenekon ve darbe sanıkları açısından mümkün en etkili savunma hattı olduğunu ve devamının da geleceğini düşünmüştüm. Bu kuvvetli ve sürekli inkâr çizgisi kamuoyunda bir şüphe tortusu bırakabilir, böylece mahkemelerde alınan ‘teknik’ yenilgiler kamuoyunda yaratılan bu ‘psikolojik’ tortuyla dengelenebilirdi.”
Neler yapmışım neler...
Mustafa Dönmez, işte bu satırlarla bir sürü suç işlediğimi öne sürerek (görevi kötüye kullanma, yargı yapanı etkileme, suçluyu kayırma, iftira, adli yargılamayı etkileme, hakaret) savcılığa müracaat etmiş. Savcılık, “kovuşturmaya yer olmadığına” karar vermiş. Bunun üzerine Dönmez’in avukatları bir mahkemeye baş urmuş, mahkeme de sadece “hakaret” yönünden davayı kabul etmiş. Şimdi“hakaret” suç isnadıyla yargılanıyorum.
Davayı ilk öğrendiğimde hayretler içinde kaldım. Çünkü yazdıklarımda hiçbir hata yoktu, sözünü ettiğim bütün raporlar gerçekti.
İşte buna rağmen Dönmez “yalan söylediğimi” öne sürüyordu. Zaten Ergenekon mahkemesine sunduğu savunmanın bir yerinde o yazıya referansla “Alper Görmüş yalan söylüyor” demişti.
Geçtiğimiz yaz aylarında konuya ilişkin yeni bir gelişme oldu...
Dönmez, Emniyet ve Jandarma kriminal dairelerinden alınan “Kroki, Mustafa Dönmez’in el ürünüdür” raporunun gerçeği yansıtmadığı iddiasıyla, yargılandığı askerî mahkemeden bir de Adli Tıp raporu istemişti...
Adli Tıp, konuya ilişkin raporunu yaz sonunda mahkemeye gönderdi: O da, krokinin Dönmez’in “el ürünü” olduğunu teyit ediyordu.
Şimdi ne mi olacak? Dönmez, o krokinin kendisine ait olmadığını ve benim yalan söylediğimi anlatmaya devam edecek... Ve kamuoyunun bir bölümü, “adam, bütün raporları bu kesinlikle reddettiğine göre bu işin altında bir çapanoğlu olmalı” diye düşünmeye devam edecek.
Bu arada mahkeme beni “hakaret”ten mahkûm ederse, hiç şüphesiz bu da “Mustafa Dönmez, Alper Görmüş’ün yalan söylediğini teyit ettirdi” diye lanse edilecek.
alpergormus@gmail.com
Yorum Yap