SOSYALİSTLER KENDİNİ YENİLEMENİN NERESİNDE? (2)

  • 26.05.2012 00:00

 Sezaryeni bir cinayet olarak görecek kadar yufka yürekli olan başbakanımızın Uludere katliamını diri tutan basına ve muhalefete “tazminatlarını verdik ya daha ne istiyorsunuz?” türünden çıkışması ve içişleri bakanının bu katliamda ölen gençleri “PKK’nın figüranları” olarak değerlendirmesi haftaya damgasını vuran olaydı.

Bu tavrın vahameti sadece bu açıklamaları yapanlardan birinin başbakan, birinin içişleri bakanı olmasından kaynaklanmıyor. Bu açıklamalar Uludere katliamının hükümetin bilgisi dâhilinde yapıldığı ile ilgili kamuoyundaki kuşkuları daha da güçlendiriyor. Bu tür açıklamalar, olsa olsa bu topraklarda şiddetin daha da artarak sürmesine yol açar. Nitekim öyle de oluyor. AKP yöneticileri bunu nasıl görmez, ellerine bulaşan kanın nasıl farkına varmazlar?  AKP yöneticileri, siyaseten yavaş yavaş kendilerini sona götürecek olan yolun taşlarını döşüyorlar, farkında değiller.

Diğer yandan Halil Berktay’ın neden olduğu tartışmayla sol içinde neden olduğu depremin artçı sarsıntıları da devam ediyor. Fakat kuşkusuz kendini solda tanımlayanlarda yaşanan asıl sorun, hedeflerin ve hedefe götürecek yolların silikleşmiş olması; dolayısıyla moral değerlerde yaşanan yıpranmadır. Bu yıpranma sol içinde sağlıklı diyalogların kurulamamasının kanımca başlıca nedenidir.

Tartışmayı daha çok kuramsal alana çekmekte yarar var diye düşünüyorum. O nedenle bu hafta 1989 Haziran’ında “Yeni Açılım’ derisinde yayımlanmış bir yazımı okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Okuyucularım yazıyı okurken, bu yazı kaleme alındığında Sovyetler Birliğinin reel sosyalist deney olarak varlığını sürdürdüğünü, kuşkusuz göz önünde bulunduracaklardır.

                                           ***      

Sosyalist Düşünce                                                                                      Kendini Marksizm’le Özdeşleştirmekten vazgeçmelidir!

“Felsefenin bir yararı da; yarını kazanabilmek için bugün nasıl davranmak gerektiği konusunda insana yardımcı olabilmesidir. Çağdaş felsefe içinde bu işlev, ancak belli zaman dilimlerinde ortaya çıkmış dünya görüşlerinin tarihsel gelişim süreci içinde sınanmış bilimsel çıkarımları temelinde yerine getirilebilir.

Bugün ortaya çıkan gerçek şu: Ne kapitalist ne sosyalist düzen, geçmişte oluşmuş tek bir düşünsel paket ile açıklanabilecek, yönlendirilecek oluşumlar değil. Tersini savunmak kişiyi, geçmişteki bir kültür birikimine takılı kalmaya, yaşayan kültüre sahip olamamaya götürür. Onlar birbirlerinden öğrenerek, birbirleriyle yarışarak, ortak noktalarının ayrılık noktalarından çok daha fazla olduğu bir arada yaşamaya doğru, her geçen gün biraz daha yaklaşarak yollarına devam edecekler. Bu uzun yolculuğun değişik dönemlerinde ortaya çıkan düşünce paketleri ise, kendinden önceki dünya görüşlerinin insanlığa kazandırdığı bilgi birikiminden yola çıkarken; o anki sosyoekonomik koşullara bağlı olarak oluşmuş ışıldaklardır ve ancak temel aldıkları koşullar içinde misyon yüklenebilirler. Bu akımların özümsenmesi ile gelişmenin nesnel koşullarına uygun biçimde oluşan çağdaş felsefe ise bilimin taşıyıcısıdır. Yoksa bir düşünsel paketi bilimin yerine koymak, ya da bir felsefi akımı yaşanacak bütün zamanlar için, mutlak geçerli, tek dünya görüşü olarak peşin peşin kabul etmek, olsa olsa onu “dinleştirmek”; ona bir çeşit dinsel duygularla bağlanmak anlamına gelir.

18. Yüzyılın ortaları; Avrupa’daki halkların yeni toplumsal düzenden umduklarını bulamadıkları; düş kırıklığı içinde yaşadıkları; işçi ve emekçilerin, çıkarlarını korumak ve savunmak için gelişen ve güçlenen burjuvazinin karşısında bir sınıf olarak ekonomik, politik örgütlerini kurma zorunluluğunu kavramaya başladıkları yıllardı. Öte yandan bu yıllar kapitalist sistemin ilk yapısal bunalımlarının yaşanmaya başladığı; bilim ve teknolojide önemli atılımların yapıldığı yıllardı da. Marksizm bu koşullarda yeni bir sosyoekonomik düzenin müjdecisi olarak doğdu. İnsanın toplumsallaşması sürecinde; insan-insan ve insan-doğa ilişkilerine getirdiği bakış açısıyla, geliştirdiği diyalektik yöntemle felsefenin bilim ile ilişki içinde gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Bu yadsınmayacak bir gerçeklik.

Ancak kabul etmek gerekir ki, insanlığın serüveni, Marstan yüz yıl sonra, bugün; sadece Marks’ın yaşadığı sosyoekonomik koşullardan değil; Marksizm’in temel önerilerinden de çok farklı bir biçimde sürüyor. Marks gelecek kuramını; o gününün gelişmiş kapitalist ülkelerinde güçlenecek işçi sınıfının, partisinin öncülüğünde dünyada yeni bir sosyoekonomik düzeninin, sistemin çatısını çatacağı savı üzerine kuruyordu.

Ancak, yaşam tam da umduğu gibi gelişmedi. Kuşkusuz Marksistler, Marksizm’i derinlemesine her ele alışlarında, onda yaşanan olayları, durumu açıklayacak bazı ipuçları bulabilirler -Tıpkı ilahiyatçıların Kur’an’ı her ele alışlarında yaptıkları gibi- , ama bu temel gerçeği değiştirmiyor. İşçi sınıfının çok cılız olduğu, henüz aristokrasinin egemenliği altındaki Çarlık Rusya’da ortaya çıkan devrimin; Marks’ın önermeleri doğrultusunda gelişmediği biliniyor. Ülkesinde geri üretim ilişkileri, üretim güçleri devralan genç sosyalizm; yeni bir ekonomik, siyasal örgütlenme yaratmanın sorunlarını çözmeye çalışırken; bir yandan Sovyet insanıyla özdeşleşiyor, diğer yandan da üçüncü dünya ülkelerine antiemperyalist, antikapitalist yapılanma yolunda esin kaynağı oluyordu.

Ekonomik siyasal örgütlenmede çok daha deneyimli olan kapitalist ülkeler ise, sistemi yeniden organize etmek, güçlendirmek için teknolojik gelişmenin kazanımlardan ustalıkla yararlanmasını bildiler. Siyasal üst yapılarında ortaya çıkan sorunlarla baş ederken, belirli bir demokrasi geleneği geliştirmesini de bildiler Kapitalizm, zaman zaman yaşadığı derin bunalımlara rağmen ekonomik, siyasal, kültürel çekim merkezi, etki merkezi olarak varlığını sürdürmesini bildi.

Bu noktada sosyalistlerin, sosyal demokratların mücadelesinin kapitalist sistemin gelişmesine yaptıkları katkıları da görmek gerekir. “Genel oy hakkı”, “Sosyal devlet”,  sendika, “sekiz saatlik işgücü”, herkesin parlamentoda temsili edilmesi gibi temel kavramların demokratik yaşam içinde içselleşmesini; kapitalist sistem, sosyalist harekete borçludur. 

Sosyalist düşüncenin hala yanıt bulması gereken temel soru şudur: Eğer kapitalist sosyoekonomik yapıdan farklı sosyalizm diye tanımlanabilecek, uğruna mücadele edilebilecek bir yapı olacaksa; bu yapının ekonomik, siyasi, örgütsel dokusu ve bu yapıyı ayakta tutacak ilişkiler nasıl oluşturmalı, nasıl sürdürülmeli? Sosyalist düşünce, önündeki bu temel soruya hayata geçirilebilir bir yanıt vermek istiyorsa, Marks’ın ortaya koyduğu paradigmayı aşmak durumundadır. Marsizm’den geriye ve günümüze akarak, başka kaynaklardan da beslenerek tekrar oluşmak durumundadır.  Marksizm’i,  yararlanılması gereken kültürel bir kalıt olarak görmek, onu eleştirel bir gözle tekrar ele almak, yapılması gereken budur.

Marksizm’in demokrasi, devlet, devrim, artı değer kuramı kavramları; proletarya diktatörlüğü, tek parti iktidarı, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti gibi önermeleri günümüzde yaşanan gerçekliğe pek de uygun düşmüyor. Yaşam bütün bu kavramları pek çoğunu bir kenara bırakmak, ya da yeniden tanımlamak üzere son bir kez daha ele almaya zorladığı halde; sosyalist dünya görüşü bunu bir türlü göze alamıyor. Sosyalist düşüncede yaşanan bunalım buradan kaynaklanıyor.

Bu tartışmada, öncelikle eski ideolojik yapıya ilişkin şu temel çıkarımlar üzerinde durmalı, düşünmeliyiz.

1.   “Artı değer” kavramının Marksizm içinde taşıdığı özel önem; bilimsel teknolojik devrimin bir sonucu olarak hizmet sektörünün (bugün buna bilişim sektörü, iletişim sektörünü de katmak gerekir) temel sektörlere göre ağırlığı ve öneminin hızla arttığı; bilimsel teknolojik devrimin çalışma sürelerini kısalttığı, esnekleştirdiği kapitalist üretim ilişkileri içinde de aynen korunabilir mi?

2.   Marksizm’e göre, burjuva demokrasisi burjuva diktatörlüğünün bir biçimidir. İşçi sınıfının, sendikalarıyla, politik örgütleriyle içinde bir güç ve denge unsuru olarak yer aldığı, toplumdaki bütün güçlerin, eğilimlerin sivil toplum örgütleri biçimde örgütlenip, yaşama müdahale edebildiği bir politik sistem, “burjuva diktatörlüğü” olarak tanımlanabilir mi?

3.   Demokrasi ile diktatörlük kavramları aynı siyasi sistemi tanımlarken bir arada kullanılabilir mi? Demokrasi’nin her devlet, her ekonomik siyasal düzen için geçerli olan, olması gereken ortak paydaları yok mu? Kapitalist sistem için ayrı, sosyalist sistem için ayrı standartlar söz konusu olabilir mi?

4.   “Proletarya diktatörlüğü”, “tek parti” sistemi demokrasi anlayışı ile nasıl bağdaşır? Toplumdaki farklı siyasi eğilimlerin örgütlenerek yer almadığı bir üst yapı, demokratik bir siyasal yapı mıdır? Başka siyasi eğilimlerin var olabilme koşulunu komünist partinin otoritesinin, ya da daha “yumuşak” deyişle, komünist parti öncülüğünün peşin kabulü koşuluna bağlayan düşünce, demokrasi anlayışı ile nasıl bağdaştırılabilir?

5.   Çelişki yaşamın kendisiyse; çelişkiyi sübjektif olarak kaldırmaya çalışarak geleceği kazanmak mümkün mü? Sosyalist devletin temel işlevi ne olmalı: Çelişkiyi (ya da çelişkileri) ortadan kaldırmak mı? Çelişki gelişmenin motoru ise; içinde rekabetin yaşandığı iç pazar, sistemin vazgeçemeyeceği bir unsur değil mi?

6.   Sosyalizm, kapitalist üretim ilişkilerinden bütünüyle arınmış bir düzen mi? Sosyalist üretim ilişkileri özel mülkiyet ve toplumsal mülkiyet biçimlerinin toplumun çıkarları doğrultusunda sistemin bünyesinde korunup yürütülebildiği koşullarda hayat bulabilir, sürdürülebilir mi? Örneğin işletme sermayelerinin giderek halka, özellikle de işletme çalışanlarına açılması yoluyla kapitalist işletmeler toplumsal mülkiyet biçimlerine, kapitalist üretim ilişkileri sosyalist üretim ilişkilerine dönüştürülebilir mi?

7.   Nihayet Sosyalist düşünce bütün bu can alıcı sorulara yeni çözüm yolları ararken “devrim kuramı” bundan etkilenmez mi? Kaldı ki Marksizm’in devrim kuramında nüfusun çoğunluğunun devrim sürecine aktif katılmasını sağlamak için işçi sınıfı dışında kalan kesimlere yönelik geliştirilen hegemonya/diyalog politikaları ile bu süreç için öngörülen hegemonya/diktatörlük oluşumları (ahlaki açıdan) birbiriyle çelişmez mi? Bu yaklaşımda öne çıkan pragmatikliği nasıl açıklamalı?

8.   Sosyalist düşüncenin örgütlenme modeli nasıl olmalı? Sosyalist Parti, devleti toplumun ihtiyaçları ve beklentileri doğrultusunda dönüştürmeye, bu yolda toplumu örgütlemeye ve yönetmeye aday bir kitle partisi mi olmalı; yoksa sadece temel sorunlara kendince doğru alternatifler üretmeye çalışan bir düşünce kulübü mü? İdeolojik parti özde bir kadro hareketidir. Oysa kitle partisi, toplumun içinde yaşama biçimleri birbirine benzeyen; bu bakımdan toplum içinde ağırlığı olan bir kitlenin siyasal hareketidir. Başka bir açıdan da temel hedeflerde bir araya gelmiş insanların farklı düşüncelerini yansıtma olanağı buldukları bir mozaiktir. O nedenle bir biriyle anlaşan bir grubun otoritesini bütün bir partiye yukarıdan hâkim kılma girişimleri kitle partilerini tehdit eden en tehlikeli bir virüstür. Öyleyse şu soruyu da sormak gerekir: Temel önermeleriyle donmuş bir ideolojiyi yığınlara taşımayı hedefleyen ideolojik örgütlenmelerle; yaşamın sürekli gelişen dinamizmini yakalamak, bu dinamizm içinde kitleyi siyaseten bir arada tutmak ve bu güce dayanarak devletin demokratik dönüşümünü gerçekleştirmek mümkün müdür?

9.   Bugün, Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu için komünizm, hiç de çekici olmayan bir fantezidir. Öte yandan, ülkemizde sosyalist hareket henüz, işin başında, bir yandan yasal siyasal örgütlenme olanağını elde etmek için uğraşırken, bir yandan da kendi politik birliğini sağlamaya çalışıyor. Sosyalist hareket, ömrünü siyasal gündemin çevresinde bir yerde sürdürmek istemiyorsa şu soruya da yanıt vermek durumundadır: Halk için hiç de çekici olmayan, henüz ham bir hayal uğruna dar örgütlenmelere gitmek gerçekçi bir tavır olur mu? Bu olgunlaşmamış hayal uğruna, ulaşılabilecek yakın hedefleri feda etmek anlamına gelmez mi?

10.        Ve son bir soru: Gerçekten de Sosyalizm’in hedefi, Marks’ın öngördüğü gibi Komünizm olabilir mi? (Y ada böyle bir uzak hedef, yakın hedefi ne ölçüde ulaşılabilir hale getirir; getirilebilirse bu halka nasıl anlatılabilir.) İtalyan Komünist Partisi Genel Sekreteri Achille Ochchetto, Fransız Sosyalist Parti heyetiyle “ Avrupa Solu” oluşturmak için yaptığı görüşmeler sırasında, basına “Biz 10-15 yıl öncesine kadar (1979’a kadar) demokrasiyi sosyalizme geçiş için bir aşama olarak gördük. Şimdi demokrasi hedef, sosyalizm ise bu hedefe ulaşmak için bir aşamadır” diyor.

Bekli de doğrusu bu.” (Yeni Açılım/1989).

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yorumlar (1)

  • Hakki Sayin
    Hakki Sayin
    16.12.2012 10:38

    karışık ve karmaşık olması mecburi cümlelerle AKP güzellemeleri....hakkaniyet adına şuna da bakmalı buna da bakmalı...uludere de mi uçucu bir gündem?

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums