“Kul hakkı” kavramın siyaset oluşturucu rolü üzerine

  • 29.04.2013 00:00

 Geçen haftaki yazımda, anayasa'da devletin niteliğinin “Türk” olarak kalmasını Anadolu'yu yurt tutan Türklere “Kul Hakkını” teslim etmenin gereği olduğunu dile getiren Alev Alatlı'nın söylemini eleştirmiştim. Daha çok sosyal ilişkilerin İslami değerler ışığında düzenlenmesi ve sürdürülmesi ile ilgili kullanılmakla birlikte bu kavramın siyasi bir yönü de var kuşkusuz. Fakat siyaset oluşturucu bir etik değer olarak bu kavramın ulusalcıların elinde kullanılmasına pek tanık olmuyorduk, bu da oldu. Bu kavramın geleneksel siyasi yaşantımız içindeki yeri ve rolü üzerinde bu hafta da biraz sesli düşünmek istedim.

“Kulluk” bilindiği gibi İslami düşünce içinde bireyin Allaha özgür iradesi ile bağlanmasında anlamını bulur. Bu bağlanmayla birlikte insan yaşantısını Allah'ın gösterdiği yolda sürdürmeyi kabul etmiş olur. Karşılığında da Allah'tan ölümden önceki yaşamında velayetine bırakılanlar üzerinde tasarrufta bulunma ve korunma, sonraki yaşamında da huzur talep eder.  “Kul hakkı” olarak tanımlanabileceğimiz hak özünde budur. Fakat velayetine bırakılan kendi yaşamı ve vücudu dâhil insanın sahip oldukları üzerindeki tasarrufu koşulsuz ve sınırsız da değildir. Bir kul olarak bu velayeti Allahın gösterdiği yolda kullanacağını Allaha inanmakla baştan kabul etmiştir. İslam hukuku içinde buna “velayet-i Hassa” denir.

Öte yandan İslam toplumunda seçici kullar tarafından icma yolu (İcma-i Ümmet) ile seçilmiş ve biat edilmiş toplumun içindeki en iyi inan olarak Halife, velayet-i ammeyi üstlenir. Yani Halife kullanılacak bütün dünyevi nimetler (mülk) ile birlikte inanlardan oluşan toplumun Allah nezdinde koruyuculuğunu ve sorumluluğunu üstlenmiş olur. Velayet-i Ammeyi kontrol eden Halifenin bütün mülkü yönetirken ve kullanırken yararlanacağı temel kaynaklar (referanslar) bellidir. Bunlar başta Kuran olmak üzere, Sünnet, İçtihat ve İcma-i Ümmettir.   

Halife'nin davranışları keyfiyetten tümüyle uzaktır ve şeriatla sınırlandırılmıştır. Şeriatı değiştiremez, hatta tefsir bile edemez. Ancak Halife üzerinde fiili bir kontrol de yoktur. Sadece şeriata aykırı davranışların yol açabileceği isyan tehdidi gibi dolaylı bir kontrol aracından söz edilebilir. Bu da Osmanlı devletindeki isyanların hemen hepsinin neden dini bir içerik taşıdığını, sonuçta şeriat yolundan sapmaları düzeltmeye yönelik olduğunu yeterince açıklar.

Padişah velayeti altındaki kulların hakkını gözetmek durumundadır. Huzuruna “yolunuzda boynum kıldan incedir” diye giren vezirin hatası büyükse boynunu vurdurabilir. Kul için Padişahın yolunda ölmek Allah yolunda ölmek ile eş değerdedir. Ama padişah da kulunu küçük düşüremez, kulun onuruyla oynayamaz. Hiyerarşideki yerine göre ona değer vermek ve ona rant (akar) aktarmak durumundadır. Yoksa kul'a isyan hakkı doğar.

Aynı zamanda bir İslam devleti olan Osmanlı Devleti bir anlamda da, Padişah-kapıkulu, pir-mürit, usta-çırak, hoca-talebe arasında şekillenmiş Allah ile kul arasındaki ilişkiden kaynağını alan bire bir ilişkiler toplumudur. İlmiye sınıfının asıl görevi ilişkilerin hangi kurallara göre şekilleneceğini belirlemek ve ilişkilerin bu kurallara göre sürdürülmesini sağlamak, sisteme bu açıdan meşruiyet kazandırmaktır.

Toplumun velayetini elinde bulundurmaya meşruiyet kazandıran bir başka olgu da kan yolu ile örfün taşıyıcısı olma durumudur. Varoluşu sürdürme amacını İslam’da bulsa da devlet kurucu ilk irade budur. Kanın taşıyıcısı olarak Han (han ve kan sözcükleri aynı kökten, khan’dan gelir) mefkûreyi ve örfü korumakla mükelleftir. Bu da ona yasa koyma hakkı verir.

Dolayısı ile örfü korumakla mükellef olan padişah aynı zamanda İslam’ı yaşam biçimi olarak seçmek ve Allaha kul olarak bağlanmakla aynı zamanda ilahi bir görev ve hak sistemini kolaylaştırmak üzere toplumun velayetini de üstlenmiş olur. Hükmetme yetkisini de sadece örfün taşıyıcısı olmaktan değil Allaha karşı yüklendiği bu sorumluluktan alır.

Nasıl kul ile Allah arasında bir sözleşmeden söz edilemezse Padişah ile Kapıkulu, hoca ile talebe, pir ile mürit, usta ile çırak arasında da batılı anlamda bir sözleşmeden söz edemezsiniz. İki özgür ve bağımsız kişi arasında bir akit değildir söz konusu olan. Burada söz konusu olan İslam hukuku içinde özgürce kabul edilmiş kulluktan doğan yükümlülükler ve sorumluluklardır. Bu ilişkinin bir yanında koruyuculuk, adalet ve hakkaniyetle davranma, diğer yanında ise otoriteyi kabullenme, biat ve tevekkül bulunur.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız sosyal ve siyasal ilişkilerde üretilen değerler içinde insani ve etik yanlar kuşkusuz vardır. XVI.-XVII. Yüzyıl Avrupa’sı din savaşları ve Aristokratların kendi aralarında ve kiliseyle sürdürdükleri savaşlarla alt üst olur, bir trajediyi yaşarken Osmanlıda görece bir sükûnet ve huzur vardı. Ama bu karmaşa, devinim ve mücadelenin içinde Avrupa geçmişini sorgulayabildi. Avrupa’da sanayi devrimleri,  felsefe, bilim, teknoloji üzerinden bir modernleşme yaşanırken; sahip olduğumuz moral ve düşünsel alt yapı ve yaşam biçimi bizim böyle bir değişim geçirmemize izin vermek şöyle dursun ayak bağı oldu. Geleneksel yaşam biçimimizi sorgulamaktan hep kaçtık, geleceğe taşıyabileceklerimize sahip çıkıp ayağımıza bağ olanları ayıklayamadık.

Tanzimat ile birlikte Fransa’yı örnek alarak “Osmanlılık” temelinde siyasi birlik arayışı içine girdik, Gayri Müslim unsurları da denkleme dâhil etmeye çalıştık. Fakat geleneksel yaklaşımımızı hep koruduk. “Osmanlılık” temelinde siyasi birlik kurmanın mümkün olmadığını anlayınca II. Meşruiyet ile birlikte bu sefer Almanya’yı örnek alarak etnik kültür temelinde siyasi birlik arayışı içine girdik. Ancak Jön Türk liderlerin bu dönemde ortaya koydukları görüşlere bakarsanız, Türkçülüğe yönelen başta Ziya Gökalp olmak üzere Ahmet Rıza,  Abdullah Cevdet, Mizancı Murat gibi liderlerin Türkçülükle İslamcılığı bir biçimde hep uzlaştırmaya çalıştıklarını görürsünüz. Buna Mustafa Kemal’de dâhildir.

O nedenle Alatlı’nın ülkeyi yönetirken İslam’ı referans aldıklarını söyleyen yeni siyasi kadroları örfün taşıcılarına “kul hakkını” teslim etmeye davet ederken, İslami bir argüman kullanması şaşırtıcı olmamalı.    

Böyle bir siyasi kültürün mirasçıları olarak bugün yaşadığımız coğrafya’da normalleşmeye çalışıyor, çağdaş demokratik yaşamın temellerini atmaya, toplumsal barışı ve huzuru tesis etmeye çalışıyoruz.

Fakat bunu yaparken hala “kul hakkı” üzerinden, örfün taşıyıcısı olmanın verdiği yetki üzerinden mi tartışıp sorunlarımıza çözüm arayacağız. Geleneksel olan içinde kalarak ve davranarak çağdaşlığı, toplumsal huzuru barışı, sivil toplumu, demokratik yaşamı kurmak ve güçlendirmek mümkün müdür? Aramızda oluşturacağımız yeni sözleşmeyi her türlü dini ve örfi etkinin üzerine çıkıp evrensel etik değerler üzerinden oluşturmanın başka bir yolu yok mudur? 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums