- 24.03.2013 00:00
Beklenen oldu. Diyarbakır’da Abdullah Öcalan “PKK’ya silahlı mücadeleye son verin, Türkiye’yi terk edin” mesajının okunduğu “Nevruz” mitingini geride bıraktık. Türk Bayrağının kullanılmamasından duyduğu rahatsızlığı açıklasa da mesajın içeriğinden Erdoğan’ın da memnun olduğu görülüyor. Bir yanda umutların, diğer yanda milliyetçi öfkenin kabardığı; kışkırtmalara, provokasyonlara açık hassas bir süreçten geçiyoruz.
Bir yanda barış özlemi içinde yürekleri kabarmış “iyimserler”. Diğer yanda kendini yenilmiş, gören siyaseten minder dışına itilmişliğin öfkesini yaşayan, ya da şiddetin hüküm sürdüğü ortamdan bir biçimde nemalanan “kötümserler”, diğer yanda süreçteki absürtlükleri görüp, sürecin hayal kırıklığı ile sonuçlanabileceği uyarısı ile dikkat çeken “tedirginler”. Galiba ben sonuncular arasında yer alıyorum.
MHP’nin Diyarbakır mitinginde “Türk Bayrağı” bulunmadığı için ateş püskürmesini anlıyorum da, AKP ve CHP’liler niye celallendiler onu anlayamadım. Eline silahı alıp 30 yıldan beri devlete isyan eden bir toplulukla barış görüşmesi yapıyorsunuz. Silahlı ayaklanmayı bırakmaları karşılığında devletin sadece Türklerin devleti olmaktan çıkacağı, Türkiye’de yaşayan herkesi kucaklayacağı sözünü veriyorsunuz. Ne olacaktı? Otuz yıldır sistemden dışlandıkları için başkaldırı içinde olanların, anlaşmak için masaya oturdunuz diye, sadece sizi temsil ettiğini düşündükleri bayrağın altında toplanmasını bekliyorsunuz, bu ne kadar gerçekçi? Karşı taraf “dur bakalım, hele bir kucaklaşalım, helalleşelim; devlet bizim de devletimiz, bayrak bizim de bayrağımız bir olsun, o zaman sizden daha fazla sahip çıkarız ortak bayrağa” derse, ne cevap vereceksiniz?
Muhatap olarak kabul ettiğinizin “nasıl adım attığına” değil, “ne adım attığına” bakın. Öcalan mitingde yaptığı çağrı ile beklenen adımı attı mı atmadı mı? Verdiği mesaj barışa hizmet ediyor mu etmiyor mu, siz ona bakın.
İçişleri Bakanı Diyarbakır mitinginde Apo’nun posterleri asıldığı için soruşturma açılacağını, yasal işlem başlatılacağını söylüyor. Bakan nereye bakıyor acaba? Baktığı şeyi göremeyen bir İçişleri Bakanımız var, belli. Biri Sayın Bakan’a mitingin Öcalan’ın mitingi olduğunu, başbakanının da Öcalan’ın söylediklerini olumlu bulduğunu hatırlatıversin lütfen.
Diğer yandan Bakan’ının tepkisi, süreçte nereden nereye geldiğimizi görmemiz bakımından da son derece çarpıcı. Şaşkınlığı mazur görülebilir yani. Fakat sorulması gereken asıl soru da başka.
Çatışmanın acısını yüreğinde hisseden barışa susamış kamuoyunda yükselen beklentileri, heyecanı anlıyorum. Fakat karşılıklı silah bırakmanın da ötesinde idari, siyasi, hukuki sistemin bütünüyle yeniden yapılanma süreci haline gelen bu “Barış” sürecinin önü, iki siyasi liderin bireysel beklentilerine bağlı olarak açıldı; bunu unutmayalım. Tabi bölgedeki konjonktür ile ilgili yeni koşulların iktidar üzerinde yarattığı baskıyı da görmek gerekiyor. Ama, Abdullah Öcalan İmralı koşullarından kurtulmak, Erdoğan da başkanlık sistemine geçip, başkan olmak istiyor. Süreç başarı ile sonuçlanırsa, Kürt halkına kimliğini kazandıran, özgürleştiren lider olarak Öcalan İmralı koşullarından kurtulabilecek, tarihe geçecek; Erdoğan da terörü bitirmiş, sistemi Başkanlık Sistemine taşımış, bu arada kendisi ile birlikte AKP’nin siyasi geleceğini de uzunca bir süre garantiye almış olacak.
Erdoğan, sadece başkan olmak değil, siyasetten gelip de Cumhurbaşkanı olanların arasında, kendisinden sonra gelişecek siyasetin iplerini elinde tutmayı bu güne kadar başarabilmiş tek cumhurbaşkanı olmak istiyor.
İyi de, AKP’nin getirmeyi düşündüğü başkanlık sistemi, nasıl bir sistem olacak? Amerika’da olduğu gibi başkanının karşısında güçlü bir parlamento, iktidarı elinde tutanlar arasında sert bir güçler ayrılığı olacak mı? AKP’nin 2007’de Anayasa Taslağı’nı hazırlayan ekibin başında yer alan Prof. Özbudun’un, Neşe Düzel ile yaptığı röportajda dile getirdiği, AKP’nin anayasa teklifi ile ilgili değerlendirmelerini okumanızı öneririm (18.03.20013, Taraf).
AKP’nin önerdiği başkanlık sisteminde Başkan parlamentoyu feshedebilecek. Yargıdaki belirleyici organ, HSYK (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) Başkan tarafından belirlenecek. Danıştay kaldırılıyor. Güçler ayrılığı diye bir şey ortada kalmıyor. Merkezin yetkileri ne ölçüde bölge yönetimlerine devredilecek, yerel inisiyatiflerin merkezle ilişkileri nasıl düzenlenecek, yerel yönetimler nasıl bir işleyiş içinde olacak, bunlar belli değil.
Belli başlı kurumların hepsinin başkanın kontrolü altında olduğu bir sisteme demokrasi denebilir mi? Ana dilde eğitim gibi bazı haklarını elde etmiş olsalar bile, Kürt halkının böyle bir sistemde, kazanımlarını güvence altında hissetmesi mümkün mü? Toplumsal barış, huzur, böyle bir rejimle gelir mi?
Devlet elinin altında tuttuğu hükümlü ile barış görüşmeleri yapıyor. Sizce de, bu işte bir gariplik yok mu?
PKK’nın ortaya çıkışında derin devletin parmağı olduğu, Öcalan’ı “MİT”in yetiştirdiği yolunda kamuoyuna yansıyan yorumları hatırlayın. Çok yazılıp çizildi, tanınmış bazı Kürt siyasetçilerin ağzından duyduk bu lafları. Öte yandan Uludere’nin hesabının henüz verilmediğini de unutmayalım. Barışı bu kadar istiyorsa, Erdoğan’ın önce Uludere’de 34 genci askeri uçaklarla bombalayanları yargıya teslim etmesi, önce evlatları öldürülen Kürt ailelerinin acısını dindirmesi, onlarla barışması gerekmez mi?
Siyasetin gergin ipi üzerinde, biri cezaevi koşullarından kurtulma, diğeri başkan olup her şeyi kontrolü altına alma özlemi içinde gösteri yapan iki siyasetçi ile karşı karşıyayız. Kenarda MHP saçını başını yoluyor, CHP iki cami arasında beynamaz. Önce kim düşecek, ya da kim kimi düşürecek, yoksa ikisi de bir birini kollayarak süreci başarı ile sonuçlandırabilecekler mi? Süreci merakla ve heyecanla izliyoruz. Olası bir kaza durumunda ortalığın cehenneme döneceğini de biliyoruz.
Türkiye yeni rejimine böyle mi kavuşacak?
Evet, süreç hepimizi heyecanlandırdı. Şiddetin bitmesini, Kürt-Türk bu topraklardaki bütün halkların, inançların birbiriyle kucaklaşmasını canı gönülden istiyoruz, demokratik bir Türkiye hepimizin ortak özlemi. Ama, “Dur bakalım ne olacak?” diye köşemize çekilip seyreden edilgen bir seyirci de olamayız. Uyanık olmak, uyarılarda bulunmak, sürece müdahil olmak zorundayız.
Tedbirli bir iyimserlik içinde, ama tedirginiz.
Yorum Yap