Yüksek öğretim yasa tasarısı ne getiriyor?

  • 31.12.2012 00:00

 YÖK’ün hazırladığı Türkiye Yüksek Öğretim Kurumu (TYÖK) yasa tasarısı son şeklini aldı, meclise geliyor. Yeni YÖK yasa tasarısını tartışmaya başlamadan önce isterseniz gelin yüksek öğretimde yaşadığımız belli başlı sorunlara bir göz atalım.

“Orta öğretimde gerekli düzenlemeler yapılamadığından, yüksek öğretime olan istem karşılanamayacak bir düzeye ulaşmıştır.” 2012’de Üniversite Seçme Sınavına başvuran öğrencilerin yarısından fazlası açık öğretim dâhil hiçbir yüksek öğretim programına alınmadan kaderlerine terk edildiler.

“Gerekli fizik olanaklar hazırlanmadan ve öğretim üyesi sorunu çözümlenmeden yeni üniversiteler açılmıştır.” Son 15 yıldır 100’den fazla üniversite açıldı. Üniversite sayısı 180’i aştı. Belli başlı üniversitelerin dışındaki üniversitelerde öğretim üyesi açığı bulunuyor.

“Yüksek öğretim öğrencilerinin bilim alanlarına dağılımı ile kalkınmanın gerektirdiği insan gücü arasında denge sağlanamamıştır.” Üniversite mezunlarımızın önemli kısmı işsizken, bazı alanlarda teknik eleman sıkıntısı çekiyoruz. Su tesisatçılığı yapan Arkoloji mezunları, polislik yapan matematik öğretmenleri ülkenin sıradan görüntüleri arasında yer alıyor. Üniversite mezunlarına meslek edindirme kursu açtığı için öğünen bir ülkeyiz.

“Yüksek öğretimde okullaşma oranı, gelişmiş ülkelerdeki okullaşma oranının çok altında kalmıştır.” Yakın zamanda açılan devlet ve vakıf üniversitelerine rağmen Türkiye’de Yüksek öğretimde okullaşma oranları Amerika ve Kanada gibi gelişmiş ülkere göre oldukça düşüktür. Bu ülkelerde Yükseköğretimde okullaşma oranları %58-60’larda iken bizde 2011 itibarıyla %33’dür. Bunun üç de birini açık öğretim fakültesi karşılıyor.

“Yüksek öğretimde; eğitimin kapsam ve niteliği, başarı oranları kurumlar arasında önemli farklılıklar göstermektedir” Bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki başarılı üniversitelerin dışında, üniversitelerde eğitim öğretim lise düzeyinde sürdürülüyor.

“Niteliğin ikinci plana itilerek, unvanların kazanılmasındaki standartların sık sık değiştirilmesine bağlı olarak üniversite statü, saygınlık ve ücret bakımından hızla gerilemektedir.” Bir yardımcı doçentin eline geçen maaş, profesörün eline geçenin yarısından azdır.  Siyasal iktidar profesörlerin dışında kalan öğretim elemanlarının mağduriyetlerini yıllardan beri görmezden geliyor.

Yukarıda tırnak içine aldığım tespitler Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı’nın 1990 yılında Yüksek öğretimin sorunları ile ilgili yayınlandığı rapordan yaptığım alıntılar. Bu tespitlerin yapılmasının üzerinden 23 yıl geçmiş, aradan geçen yıllar içinde sorunlar, iyileşmek bir yana artarak devam etmiş.

Demek ki YÖK üniversite yaşamını düzenlemekte, sorunları çözmekte başarılı olamamış. Demek ki YÖK türü bir organizasyonla bu sorunlar çözülemiyor. Başka bir şey denemek lazım.

Üniversite ne yapar? Bilgi üretir değil mi? Ürettiği bilgiye sahip çıkar, biriktirir; sonra da o bilgiyi halkın anlayacağı hale getirir, ülke yönetiminin, teknolojinin hizmetine sunar. Çalışma yaşamının her alanında ihtiyaç duyulan kaliteli insan gücünü yetiştirir. Bu özellikleri ile üniversiteler bir ülkeyi, ülkedeki yaşamı ileri taşıyan kaldıraçlardır. Bu yüzden ülkeleri yönetenler bu kadar önemli stratejik bir kaldıracı hep kontrol altında tutmak isterler. Bu, anlaşılabilir bir şeydir.

Ama aynı zamanda üniversiteler, bir ülkedeki demokratik yaşamın düzeyini gösteren barometrelerdir. Ülke ne kadar demokratik ise üniversiteler de o düzeyde bilimsel faaliyetlerini özgürce sürdürme olanaklarına kavuşurlar. Böyle üniversitelere sahip olan ülke bundan kazançlı çıkar. Çünkü üniversiteleri ile birlikte çevresindeki yaratıcı beyinlerin çekim merkezi haline gelir. 

Peki bizim üniversitelerimiz özgür mü? Değil.

Cumhuriyetin başından beri, üniversite kurarken hareket ettiğimiz asıl düşünce, teknoloji üretecek bilimsel çalışmalar yapacak bir kurum ortaya çıkarmak değildi. Biz daha çok uluslaşma ve modernleşme yolunda topluma liderlik edecek elit yetiştirmek istedik. Yüksek öğretimde yaşadığımız sıkıntıların çoğu bu geleneksel anlayıştan kaynaklanıyor. Bir kere bunun altını çizelim.

Elit yetiştirme düşüncesi, yukarıdan belirlemeyi, baskıyı, tahakkümü de beraberinde getirdi. 1981 yılında çıkarılan 2547 sayılı Yüksek Öğretim Yasası ile başta YÖK olmak üzere bütün Yüksek Öğretim Kurumları yukardan aşağıya atamayla, siyaseten belirlenir hale geldi.

Yapılan seçimler de göstermelik. Sistemde ilaveten karışıklığa neden oluyor. Çünkü atamayla gelen rektör, doğal olarak atamalarını yaparken öğretim üyelerinin seçimdeki tavırlarını göz önünde tutuyor. Ona göre atama yapıyor. Sanki yaşadığımız bütün kötülüklerin nedeni seçimmiş gibi, yeni yasa tasarısı hazırlıkları içinde, mevcut seçim uygulaması olumsuz malzeme olarak kullanılıyor.

Oysa ortada seçim falan da yok. Son derece merkeziyetçi bir geleneğin içinden geliyoruz.  Atamayla gelen sonuçta kendisini atayana karşı sorumluluk hissediyor. Yukarıdan geleni sorgulamıyor; amirinin “kara” dediğine “ak” diyemiyor. O zamanda ortaya işte böyle, rektörün cumhurbaşkanının, dekanın rektörün, öğretim üyelerinin dekanın, öğrencilerin ise öğretim üyelerinin iki dudaklarının arasından çıkan ile belirlendiği yukarıdan aşağıya bir işleyiş, hiyerarşik bir yapı ortaya çıkıyor.

Bu işleyiş içinden lider çıkmıyor.  Bu işleyiş içinde öğretim üyesi kendini geliştirme ihtiyacı duymuyor, risk almak işine gelmiyor. Niye risk alsın ki, durumu idare etmesi yetiyor. Böyle bir yapı içinde hayatı dönüştürecek, teknolojiye dönüşecek bilimsel üretim de olmuyor.

Sonuç ortada.  Türkiye bilimsel yayın üretiminde bir milyon insana düşen makale sayısı bakımından yılda 180 makale ile Romanya, Malta, Lituanya’nın arkasından Avrupa’da dördüncü durumda. İki öğretim üyemiz yılda sadece bir makale üretebiliyor. Bu bilimsel üretimle 2023 hedefleri nasıl tutturulacak, dünyanın en iyi 10 ekonomisi arasında nasıl yer alacağız? Bu mümkün mü?

Peki yeni Yüksek Öğretim Yasa Tasarısı bu haliyle yasalaşırsa neyi değiştirecek. Bilimsel üretime uygun daha özerk, daha özgür bir üniversite mi ortaya çıkacak? YÖK’ün yerine gelecek TYÖK (Türkiye Yüksek Öğretim Kurumu) sorunların altından kalkabilecek mi?

Çok zor.  Çünkü YÖK yasasını değiştirmeye soyunanlar, 12 Eylül’ün ürettiği bu kurumu kaldırmıyor, kopyalayıp çoğaltıyorlar. Tasarı yasalaşırsa kendini ispatlamış her üniversitenin başına siyaseten atanmışlardan oluşacak birer YÖK gelecek. TYÖK de bu YÖK’çüklerin bir üst kurumu olacak. Proje bu.

Hazırlanan taslakta yeni TYÖK Genel Kurulu’nun 15 üyesi siyaseten (Cumhurbaşkanı, bakanlar kurulu ve partilerden) belirleniyor. Sadece 6 üyeyi mevcut rektörler arasından üniversiteler arası kurul seçecek. Üniversitelerin başına “Üniversite Konseyi” adını verdikleri siyaseten atanmışların ağırlıkta olduğu YÖK’cükler geliyor. 11 kişilik Üniversite Konseyi’nin sadece 4 üyesi üniversite içindeki fakültelerden seçilecek. Rektör’leri de bu YÖK’çükler belirleyecekler ve rektörün başında sürekli denetim organı olarak bulunacaklar. Kurumsallaşmasını tamamlayamamış, kendini henüz ispatlayamamış üniversitelere rektörü ise Yeni TYÖK tarafından atanacak kurul belirleyecek.

Peki açılmasına izin verilecek özel üniversiteler ile mevcut vakıf üniversitelerinde rektörler nasıl seçilecek? Bu üniversitelerin Mütevelli heyetleri belirledikleri bir adayı TYÖK’e önerecekler, TYÖK de bu adayı rektör olarak atayacak. Bu üniversitelerin rektör adayını kendi içlerinde nasıl belirlediklerine TYÖK karışmayacak.

Ha bir de taslakta, bünyesinde en az üç profesör ile en az 10 kadrolu öğretim üyesi olan Fakültelerin başına geçecek dekanların seçim ile belirlenmesi ön görülmüş. Peki, üç profesörü, on öğretim üyesi olmayan fakültelerin ne günahı var? Öyle ya profesör başka bir üniversitede görevli olsa bile istediği üniversitede rektör olabilmek için başvuruda bulunabiliyor. Taslak buna izin veriyor. Peki, başka bir fakültede görevli olunca, profesör istediği fakülteye niçin dekan adayı olamıyor?

Bu taslağı hazırlayanların, üniversite yaşamını demokratikleştirmek gibi bir niyetleri yok. Taslağı hazırlayanlar her şeyin yukarıdan belirlendiği yerde, fakültede işleri yürütecek dekanın seçimle gelmesinin, sistemin genel hiyerarşik işleyişinde bir arıza yaratmayacağını düşünüyorlar muhtemelen. Bence de haklılar. Seçimle gelen dekan her ne kadar fakülte öğretim üyelerine karşı kendini sorumlu hissetse de yukarıdan belirlendiği kadar yetkiyle donatıldığı için bir nevi tampon bölge işlevi görecek. Aşağıdan gelen taleplerle yukarıdan alınan kararları uzlaştırmaya çalışacak. Aşağıdan gelecek TYÖK üzerindeki baskıyı hafifletme rolü üstlenecek. Hesap bu. Kabul etmek gerekir ki dekanın işi hiç de kolay olmayacak. 

Sonuç olarak bu biçimiyle yasalaşırsa bu taslağın anlamı şu: Mevcut devlet üniversiteleri tıpkı TÜBİTAK’ın başına geldiği gibi, siyaseten belirlenmiş birer devlet kuruluşu halinde yeniden düzenleniyorlar. Öğretim üyeleri de birer devlet memuru olarak, sistemdeki yerlerini almaya devam ediyorlar.

Açılacak yeni özel üniversitelerle vakıf üniversiteleri ise eğer kurumsallaşmışlarsa, kendi içlerinde demokratik bir işleyişi geliştirebilmişlerse daha özerk, daha bağımsız biçimde çalışabilecekler.

Galiba bundan sonra yeni devlet üniversitesi de pek kurulmayacak. Yeni kurulacaklar bundan böyle yurt dışındaki üniversitelerin şubeleri ile yeni vakıf üniversiteleri olacak. Böylece yüksek öğretim iyice ticarileşecek. Nitelikli eğitimi parası olan alabilecek.

Oysa bilim adamının özellikleri arasında siyaseten tarafsız olmak, özerk olmak, bağımsız olmak, nesnel olmak, objektif olmak gibi kriterler yer alır. Yüksek öğretimde kurumsallaşmanın yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir biçimde düzenlendiği ve işletildiği bir yapı içinde bilim adamının özerk olması, tarafsız olması, nesnel olması mümkün mü?

Bu taslak yasalaşırsa galiba bilimsel üretim, kurumsallaşmasını tamamlayarak inisiyatif üstelenebilen bir avuç devlet üniversitesi ile özel üniversitelerin performansına bağlı hale gelecek. Bilimsel üretim, bir avuç insanın her türlü olumsuz koşulda fedakârca sürdürdüğü bir çalışma alanı olmaya önümüzdeki süreçte de devam edecek.

Gerçek şu! Siyasal iktidar ve YÖK’ü oluşturan profesörlerimiz mevcut üniversitelerin ne kadar kurumsallaşmış da olsalar kendilerini yönetebileceklerine inanmıyorlar. Fakat asıl vahim olanı, buna öğretim üyelerinin de inanmıyor olmasıdır. Bilim adamı olarak varlık nedenleri olan tarafsızlık ve nesnelliklerine yönelik böyle bir müdahale karşısında sessiz kalıyor olmalarıdır. “Benim üniversitemin başında bakanlar kurulunun atadığı yöneticinin ne işi var?” diyemiyor olmalarıdır.

Yöneticileri en akil insanların kendilerini yönetebileceklerine inanmıyorsa, üstelik en akil denen insanlar da kendi kendilerini yönetebileceklerine inanmıyorlarsa; o ülkeye demokrasi nasıl gelir?

Sorulması gereken soru bence bu!

DÜZELTME:
Yukarıdaki yazıda, bir cümlede bir sözcüğü kullanmayarak yanlış anlamaya yol açacak bir hata yapmış olduğumu farkettim. Özür diliyor ve cümleyi düzeltiyorum. "Sonuç ortada.  Türkiye bilimsel yayın üretiminde bir milyon insana düşen makale sayısı bakımından yılda 180 makale ile Romanya, Malta, Lituanya’nın arkasından Avrupa’da sondan dördüncü durumda." 

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums