- 1.02.2016 00:00
Bir bölgede masum Müslümanların yaşadıklarını bile bile hedefin askerî veya stratejik değeri için onları öldürmeye kalkışmak ‘hataen öldürme’ kategorisine girmez, cinayet olur.
Hudeybiye barışının getirdiği çok yönlü kazanımlardan biri, savaş durumunda Mekke’de yaşayıp da kendini gizleyenlerin Müslümanların muhtemel bir çarpışma sırasında zarar görmelerinin önüne geçilmesiydi. Fetih Sûresi’nin 24-25. ayetleri buna değinir. Bu sayede kendini gizleyen zayıf Müslümanlar adeta İlahi müdahale ile korunmuş oldu. Mekke’de sayısı ve nerede ikamet ettikleri bilinmeyen mü’min erkekler ve kadınlar eğer savaş çıksaydı hiç kuşkusuz mağdur olacak, kim bilir onlardan nicesi öldürülmüş olacaktı. Yüce Allah savaş ortamını ortadan kaldırmak suretiyle hem masum yere öldürülecek Müslümanları korumuş hem onları belki de hayatları boyunca unutamayacakları bir musibetten, sıkıntı ve üzüntüden kurtarmış oldu.
Demek ki masum insanlar bir yerde ikamet ediyorken yaşadıkları yerin stratejik değeri veya savaşta Müslümanlara kazandıracağı görece avantaj bir gerekçe olarak öne sürülerek saldırı düzenlenemez. Her ne kadar Ebu Hanife “genelin menfaati veya muhtemel zararının önlenmesi için küçük bir grubun kısmi zararı göze alınabilir” fikrini öne sürmüşse de, genelin menfaatinin nerede başlayıp nerede bittiği, zararın hangi ölçülerle tespit edilebileceği konuları kişilere, savaşan gruplara göre değişeceğinden mümkün mertebe bu tür uygulamalardan kaçınmak gerekir. Nihayet İmam Şafii ve İmam Malik, bu tür saldırılara cevaz vermemişlerdir. Kurtubi, “Düşman bir inkârcı, bir Müslüman’ı kendine kalkan olarak kullanacak olsa, ona ok atmak caiz olmaz” der. Şayet biri düşmana ok atayım derken kalkan olarak kullanılan Müslüman’ı öldürecek olsa hem diyet hem kefaret ödemek zorunda kalır.
Çağımızda da maalesef birtakım gruplar, belli stratejik hedeflerin imhası veya ele geçirilmesi ya da baskıcı bir rejimin devrilmesi gerekçesiyle kitlesel imha silahlarına hedef olabilecek masum sivillerin öldürülmesine, ülke içinde iç savaşın çıkmasına, milyonlarca insanın yurtlarından kaçarak başka ülkelerde mülteciler durumuna düşmesine cevaz vermekte, “öldürülen masum siviller, kadınlar, yaşlılar ve çocuklar nasılsa cennete gidecek, mağdur olan siviller de hak ettikleri sevabı alacak” diye kendilerini rahatlatmaktadırlar.
Bu geçerli bir gerekçe olamaz, zira Müslümanlar Mekke’de gizli Müslüman olduğunu bilmiyorlardı, nerede yaşadıklarının bilgisine de sahip değillerdi. Bu durumda hata sonucu (hataen) öldürdükleri her Müslüman için kefaret ödemek durumunda kalacaklardı. Bir bölgede masum Müslümanların yaşadıklarını bile bile hedefin askerî veya stratejik değeri için onları öldürmeye kalkışmak “hataen öldürme” kategorisine girmez, cinayet olur. Kurtubi, Müslümanlar Mekke’ye saldırı düzenleyip de çaresizlikten hicret edemeyen Müslümanları öldürecek olsalardı Mekkeli müşrikler “Gördünüz mü Müslümanlar kendi dindaşlarını öldürdü” diye etrafa propaganda yapacaklardı. Maalesef zamanımızda bu türden öldürme vakaları sürüp gitmektedir. Kurtubi’nin asırlar öncesinden işaret ettiği üzere bu katliamları seyreden gayrimüslim dünya “Müslümanlar birbirlerini öldürüyor, sivil, masum ayrımı yapmıyor” diye yıpratıcı bir propaganda yürütüyorlar. Aynı şekilde, bir rejimin devrilmesi uğruna yüz binlerce insanın hayatına ve milyonların mülteci durumuna düşmesine mal olacak iç çatışma ve savaşlara cevaz verilemez. Suriye iç savaşına cevaz verenler ve sebep olanlar böylesine büyük bir günah yükünün altına girdiler.
Eğer yüce Allah masumların öldürülmesine izin vermiş olsaydı “Saldırın, ölen masumlara cennet vaadedilmiştir” buyururdu. Böyle bir şey düşünülemez. Zira zaten savaşın meşru gerekçelerinden biri savaş durumu ortaya çıktığında veya ağır baskıların vukuunda maddi, mali veya fiziki çaresizlik dolayısıyla yerinden hareket edemeyen, hicret etme imkânı olmayan müstaz’afların korunması ve kurtarılmasıdır (bkz. 4/Nisa, 75). Şu halde savaştan gaye, zayıfları ve masumları kurtarmak iken, onları öldürmek ve bu amaçla intihar eylemleri düzenlemek asla meşru değildir. (Daha geniş bilgi için bkz., Kur’an Dersleri, IV, 348 vd.)
Yorum Yap