- 20.07.2011 00:00
Sık yazarız, tekrarlayalım. Siyaset "tartışabilmek" demektir; sorunları konuşarak çözmek, kararları müzakere ederek almak demektir.
Siyaset "iletişim" demektir...
Siyaset bir toplumdaki farklı beklenti, öneri ve taleplerin belirli kurallar ve yasalar çerçevesinde karşı karşıya gelmeleri "birbirlerini etkileyerek, birbirlerinden beslenerek, birbirlerini çürüterek", kararlara zemin oluşturması demektir.
Siyaset, farklı kesim ve talepler arasındaki fikir alışverişinin ve ortak payda arayışının ana vasıtası olan "ifade özgürlüğü" demektir.
Tartışmanın, konuşmanın, ifade özgürlüğünün bittiği yerde siyaset de biter, anlamını yitirir.
Siyaset bitince kavga başlar, kaba güç, şiddet devreye girer.
Ya da tersi, kavga başlayınca, kaba güç, şiddet devreye girince siyaset biter...
Ve şiddet...
Şiddet farklı düşünceleri karalayan, reddeden, yok edilesi düşman ilan eden bir zihniyetin ifadesidir.
14 Temmuz sonrası ülkeye tekrar şiddetin gölgesi hâkim oldu...
Kürt meselesini son gelişmelerden bu yana siyaset şemsiyesi değil, şiddetin gölgesi etrafında tartışıyoruz.
Silvan'daki ölümler, çatışma davetiyesi olarak özerklik ve bunlarla eşitlenemez olsa da, Başbakan'ın siyasi alanın meşruiyeti açısından dozu sert asayişçi açıklamaları etrafında pek çok analiz yapılıyor, tutum alınıyor...
Ne var ki, "şiddet spotu"nun altında yapılan bu analizler, sorunun çözümü ve çözüme ilişkin tarafların sorumluluklarını dikkate almaktan, anlamaktan uzaklaşıyor.
Tersine taraflar arasında ana sorumlu, tali sorumlu gibi hiyerarşiler kuruyor...
Bugün bu hiyerarşiyi meşru kabul etmek mümkün değildir...
Siyaset, en az iki taraf, konuşma, diyalog gerektiriyorsa, siyasi alanın korunmasında sorumluluk her tarafındır...
Ama bunu fark etmeyi engelleyen yapısal bozukluğu da taşıyoruz...
Değil mi ki, hâlâ, en demokrat kesimlerde bile, şiddetin, şu ya da bu şekilde doğrulanabildiği, türlü ve siyasi gerekçelerle açıklanabildiği, mağduriyetin doğal refleksi kabul edilebildiği aşırı siyasileşmiş bir bakış açısına sahibiz...
Kötü ya da yanlış bile olsa "siyaset" ile "şiddeti", yani AK Parti'nin tutumu ile Kürt siyasi hareketinin ölümcül siyaset karşıtı hamlelerini eşitleyen, sapkın bir çatışma algısı üzerine oturan bir bakış açısı...
Peki, bu durumda, siyasi alanın daralmasına bu bakış açısı da katkıda bulunmaz mı?
Bu tür gelişmeler hep aynı noktaya işaret ederler:
Siyasi alanın dar alana hapsolunması, dar alanda iç çatışmalarla dar rekabete mahkûm edilmesi, tartışmalardan arındırılması...
Demokrasilerin önündeki tehlikelerden birisidir bu.
Bu açıdan ezberlere dayanan algılar da bir sorundur...
Bu algı sadece dağı görür, sadece müzakereyi görür, sadece mağduru görür...
Kürt sorununun Güneydoğu merkezli, Kandil Dağı'na, İmralı'ya sıkışmış bir sorun olmadığını, dağdan kente inmiş bir mesele haline de geldiğini görmek çok mu zordur oysa?
Üstelik artık sadece Yüksekova, Van, Diyarbakır'da değil, İstanbul, Mersin, İzmir, Adana'da başgösteren bir sorundur...
Kürt sorunu sadece siyasi değil devasa bir toplumsal sorundur.
Çözümü sadece müzakereyi değil, "katılımı" gerektiren bir sorundur...
Dağ gibi, dev gibi etnik, kültürel, sosyal farklı nitelikler taşıyan, siyasi kullanıma, şiddetin okşamalarına açık bir sorun...
Evet, zaman zihinlerin de dağdan ovaya inme zamanıdır...
Yorum Yap