Katledilmesinin 97. Yılında MUSTAFA SUPHİ efsaneden gerçeğe

  • 2.02.2018 00:00

  Bu sene Mustafa Suphi’nin 14 yoldaşıyla birlikte Trabzon açıklarında katledilişinin 97. yıldönümü. Onların 28 Aralık günü Kars’tan başlayıp 29 Ocak’ta Trabzon’da sonlanan ölüm yolculuğu karşısında Bolşevik Partisi ile Sovyet hükümetinin bu vahşeti sadece seyretmekle yetinip katliam karşısında derin bir suskunluğa gömüldükleri bilinegeldi, sözü edildi ama birtakım kurgusal tahminler dışında nedenleri araştırılmadı ya da araştırılamadı.

Ben bu konuyu araştırmayı 2002 yılında kafama koymuştum. Ama bu işe ancak üç yıl kadar önce el atabildim. Uzun kesintilerle tamamlayabildiğim çalışmamı kitaplaştırmayı katliamın 97. yıldönümüne yetiştiremeyince vardığım sonuçları bu yıldönümünde hiç değilse kısa bir yazıyla paylaşmak istedim.

Bu araştırmanın beni güncelliği de olan sonuçlara götüreceğini hiç düşünmemiştim. Mustafa Suphi’nin katledilmesiyle Türkiye Komünist hareketinin çok büyük bir kayıp verdiğinden çok söz edilmiş ama bunun nasıl bir kayıp olduğu üzerinde de hemen hiç durulmamıştır. Bu çalışma bana, kaybedenin sadece komünistler ve sol hareket olmadığını, Müslümanıyla Hıristiyanıyla, Sünnîsiyle Alevisiyle, Türküyle Kürdüyle, Rumuyla Ermenisiyle, liberaliyle muhafazakârıyla… kısacası bütün halklarıyla tüm Türkiye’nin neler kaybettiğini de görmemi sağladı.

İki efsane

Mustafa Suphi’nin adı etrafında ayakları üstüne oturtulmayı hâlâ bekleyen iki efsane var.

Birincisi: “Rus Komünist (Bolşevik) Partisi’yle hiçbir sorunu olmayan Mustafa Suphi” efsanesi. Ya da, dönemin Ankara Hükümeti’nin ağzıyla söyleyecek olursak, “Bolşeviklerin Türkiye kolu Mustafa Suphi” efsanesi.

İkincisi: İdeologluğunu bir zamanlar Attilâ İlhan’ın yaptığı ve yakın zamanda da Sultan Galiyev üzerine yaptığı yayınlar vesilesiyle Halit Kakınç tarafından güncelleştirilmeye çalışılan “Milliyetçi/Turancı/Milli Komünist” ya da günümüzün moda ifadesiyle “Milli ve Yerli Mustafa Suphi” efsanesi.

İkincisini bir başka yazının konusu yapabilmek umuduyla, Mustafa Suphi’yi ölümünün 97. yıldönümünde anarken birinci efsaneyi en genel hatlarıyla ele alarak ayaklarının üstüne oturtmaya ve böylelikle Bolşevik Partisi’nin ve Sovyet hükümetinin 15’lerin ölüm yolculuğu boyunca ve katliamın ardında içine gömüldükleri suskunluğun nedenlerine ilişkin vardığım sonuçları paylaşmaya çalışacağım.

“Mustafa Suphi” konusunu ele almış araştırmacıların sözünü ettiğim “suskunluk” üzerine eğilmemiş olmalarının nedenini, onların esas olarak “Ankara-Moskova” ilişkisi ile “Ankara-Suphi” ilişkisi üzerine odaklanırken üçüncü ayağa, yani “Moskova-Suphi” ilişkisine aynı derinlikte eğilmemiş olmalarına bağlıyorum. Konu sadece bu iki boyutla sınırlanınca yol kaçınılmaz olarak “Katil kim?” noktasına gelip orada tıkanmaktadır. Oysa, bunun yerine “Katliam ortamını yaratan koşullar neydi?” sorusuna odaklanılabilseydi “Bolşevik/Sovyet suskunluğu”nun nedenleri aydınlığa kavuşturulabilirdi. Bunun yapılamamış olmasını, yani katliamın planlayıcıları, azmettiricileri belliyken “Tetiği çeken kimdi?” sorusuna takılıp kalınmasını “Rus Komünist (Bolşevik) Partisi’yle hiçbir sorunu olmayan Mustafa Suphi” efsanesinin zihinlerimiz üzerindeki baskısıyla açıklamak herhalde yanlış olmaz.

1968 kuşağının TKP yöneticileri ve üyeleri olan bizlerin bu sorun karşısındaki tutumu daha da ilginçtir. Bu efsane o kadar işimize gelip hoşumuza gitmiş olmalı ki, onu sürekli tekrarlayıp durmakla yetindik. Böylece Suphi’nin katledilmesiyle Türkiye Komünist Partisi’nin uğradığı kaybın ne olduğu konusuna derinlemesine eğilemedik. Suphi’nin “Kurtuluş Savaşı”na müdahale stratejisinin özgünlüğünü göremedik; TKP’nin o tarihte Cumhuriyet’in kuruluş sürecine müdahale edememesinin yarattığı sonuçlar üzerinde hiç düşünmedik, hem TKP’nin hem de genel olarak Türkiye solunun daha ileri tarihlerdeki başarısızlıklarının nedenlerini tarihsel kökleriyle ele alıp deneyimleştiremedik.

Üç soru

Sovyetlerin ve Bolşevik Partisi’nin Suphi’nin ölüm yolculuğu sürecindeki ve katliam karşısındaki suskunluğuna ilişkin olguları bilmekte veya hatırlamakta yarar var:

Mustafa Suphi ve beraberindeki heyetin Kars’a doğru hareketinden yedi gün önce Komünist Enternasyonale bağlı Şark Şurası Sekreteri Stasova Sovyet organlarına bir genelge yayımlayarak Mustafa Suphi’nin ve TKP Merkez Komitesi’nin Ermenistan üzerinden Türkiye’ye gönderilmekte olduğunu bildirip yol boyunca kendisine yardımcı olunması talimatını verir. Böylece öğreniyoruz ki, Mustafa Suphi ve beraberindekiler Komünist Enternasyonal kararıyla Türkiye’ye gitmektedirler.

Ankara hükümeti gelecek olan TKP heyetinin Kars’a ulaşınca doğrudan Ankara’ya sevk edilmesi kararını daha önce vermiştir. Kazım Karabekir heyet daha gelmeden bu kararın geçerliliğini Milli Müdafaa Vekâletine teyit ettirir. Fakat TKP heyeti Ankara’ya yeni atanmış Sovyet Elçisi Midivani ile birlikte Kars’a geldiklerinin ertesi günü Mustafa Kemal’den Kazım Karabekir’e daha önce alınmış kararı değiştiren bir telgraf gelir. Mustafa Kemal bu telgrafıyla Kazım Karabekir’e, “Ankara’da Komünist cereyanlarının istenmediğini”, Suphi’nin Ankara’ya ulaşmasını uygun bir şekilde engellemesini bildirmektedir.

Kazım Karabekir Erzurum Valisi Hamit Bey’in de görüşünü alarak şöyle bir plan hazırlar: Mustafa Suphi ve beraberindeki heyet Erzurum üzerinden Trabzon’a gönderilip oradan tekneyle sınır dışı edileceklerdir. Erzurum’a geldiklerinde halk galeyana getirilerek tepki göstermesi sağlanacak ve bu durum Trabzon’dan sınır dışı edilinceye kadar her yerde tekrarlanacaktır. Ama bu tertip uygulanırken Sovyetler ve komünizm katiyen hedef alınmayacak, tepkiler sadece Suphi’nin şahsına yöneltilecektir ki, Sovyetler halkın bunları istemediğini görecektir.

O arada Ankara’daki Sovyet Elçiliği Başkâtibi Suphilerle birlikte Kars’ta bulunan Midivani’ye Ankara’da komünistlerin tevkif edilmeye başlandığını bildiren bir telgraf gönderir. Midivani bu beklenmedik gelişmeyi Bolşevik Partisi’nin Kafkas Bürosu’na (Orjonikidze’ye) şifreli bir telgrafla aktarır ama Mustafa Suphi’yi bu durumdan haberdar etmez.

Yine o arada, Mustafa Kemal Erzurum Valisine bir telgraf göndererek Kazım Karabekir’le birlikte hazırladıkları planı uygun bulduğunu bildirir.

Suphi ve beraberindekiler Kars’tan Erzurum’a hareket ettikleri 18 Ocak 1921 günü öncesinde veya sonrasında bir Azerbaycan gazetesinde “Kars’ta bulunan Komünist Enternasyonal temsilcilerinin Ankara’ya gitmelerine izin verilmediğine” dair bir haber çıkar. Ama Şark Şurası bu haberi derhal, 20 Ocak 1921 günü tekzip eder: “Şark Şurası (Komünist Enternasyonal) Ankara’ya hiçbir temsilcisini göndermemiştir!” 40 gün önce yayımladığı genelge ile Mustafa Suphi ve heyetinin Türkiye’ye Komünist Enternasyonal’in temsilcileri olarak gönderildiğini duyurmuş olan Şark Şurası şimdi Ankara’ya hiçbir temsilcisini göndermediğini ilân ederek Türkiye Komünist Partisi Başkanı’nı ve beraberindeki heyet üyelerini kaderleriyle baş başa bırakmaktadır.

Mustafa Kemal’in Suphilerin ölüm yolculuğunu izlemekte olduğunu 25 Ocak günü Erzurum Valisi’ne gönderdiği telgrafta “Trabzon’a gönderilen heyette kaç kişi vardı” diye sormasından anlıyoruz.

18 Ocak günü Kars’tan hareket eden Mustafa Suphi ve yoldaşları Erzurum’da ve sonrasında kendilerine karşı düzenlenmiş tertip sonucu hakaretlere ve fiili saldırılara da uğradıkları, aç ve susuz bırakıldıkları çok kahırlı bir yolculuk yaparak 28/29 Ocak gecesi Trabzon’a vardıklarında zorla bindirildikleri teknenin arkasından hareket eden ikinci teknedekiler tarafından katledilerek cesetleri denize atılır.

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Trabzon açıklarında katledildikleri o gün Mustafa Kemal, Anadolu’nun değişik yerlerini gezdikten sonra Ankara’ya gelmiş olan Şark Şurası temsilcisi Eşba ile uzun bir görüşme yapar. Bu görüşme esnasında ne M. Kemal ne de Eşba Mustafa Suphi ve beraberindeki heyetten tek kelime olsun söz etmezler.

Suphi’nin Türkiye’ye dönerken Bakû’de bıraktığı TKP Dış Bürosu katliamdan çok geç haberdar olur. Bu büro üyelerinden Ahmet Cevat Emre 2 Nisan 1921 günü Şark Şurası yöneticilerinden Pavloviç’e bir mektupla başvurur: “Cellatların cezalandırılmasını talep ederek bizimle olan dayanışmanızı ispat etmelisiniz. En iyi yoldaşlarımızın hatırasını müdafaa etmeyi üzerinize alacağınızı ümit ediyorum.” Bu başvuruya yanıt gelmez.

12 Nisan günü Bolşevik Partisi’nin veya Komünist Enternasyonal’in sorumlularından biri olduğu anlaşılan Krasin adında bir yetkili TKP Harici Bürosu üyeleriyle birlikte bir toplantı yapar. Krasin’in söyledikleri ve Harici Büro’nun bu söylenenler üzerine aldığı karar şöyledir:

Krasin: Suphi ve arkadaşları konusunda bir şeyler yapmanın önünde engeller var. Kemal’e karşı resmen bir şey yapamayız. Elimizde yeterli materyal yok. Yaparsak diplomatik ilişkilerimize olumsuz tesiri olur. İttifaka zarar verir. Ölenlerin hepsi Türk tebaası. O nedenle Kemal’e sorulamaz. Başka teşkilat varsa onlar bu cinayete karşı itiraz, şikâyet ve dava… ama Mustafa Kemal aleyhinde değil, katiller aleyhinde.

TKP Harici Bürosu’nun kararı: Acı veren bu hadise hakkında şimdilik siyasi ilişkilere zarar vermemek için gazeteler ve mitinglerle gösteriler yapmak mücadele için uygun olmaz. Ancak sorumlu makamlara olayı bildirmeli ve yalnız Türk hücrelerinde matem merasimi icra edilmelidir. Onlar partinin şehitleridir. Hatıralarını yaşatmak bir vazifedir.

 

Bu tablo önümüze yanıtlanması gereken iki soru koyuyor:

1)    Ağustos 1920’ye kadar Suphi’nin Rusya’daki bütün çalışmalarını hem manevi hem maddi olarak destekleyen Bolşevik Partisi yönetimi ne olmuştur da Anadolu’ya dönüşünde onu böyle yalnız bırakmıştır?

2)    M. Kemal ve Ankara Hükümeti Suphilerin bu şekilde sınır dışı edilmelerini Sovyetlerin görmezden geleceğinden emin olmasa, ilişkilere ciddi zarar verebilecek böyle bir riski göze alabilir miydi?

Bu soruların yanıtlanabilmesi için kanımca esas olarak şu noktaların araştırılması gerekir:

-         Mustafa Suphi’nin Rusya’ya gitmezden önceki fikir dünyası ve politik tercihleri;

-         1917 Ekim Devrimi’nden sora Müslüman Komünistlerle kader birliği yapmasının Bolşevik Partisi yönetimiyle ilişkilerini nasıl etkilediği;

-         Batı’da başlayacak devrim beklentisinin boşa çıkmasının yarattığı sonuçlar;

-         Bolşevik Partisi’nin bu koşullarda devreye sokmaya karar verdiği “Enver Paşa kartı” (“Misyon Enver Paşa” projesi);

-         Mayıs 1920’de Bakû’ye geldikten sonra oluşturduğu teşkilat içinde kendisini hedef alan muhalefetin Bolşevik Partisi yönetimiyle ve Kazım Karabekir’le kurduğu ilişkilerin sonuçları.

1914’te Kırım’a ayak basan Mustafa Suphi

Mustafa Suphi’nin Ekim Devrimi’nden sonra Müslüman Komünistlerle niçin kader birliği yaptığını anlayabilmek için 1914’te sürgünde bulunduğu Sinop’tan kaçıp Sivastopol’a (Kırım’a) ayak basmasından önceki fikir dünyasına ve politik tercihlerine bakmak gerekir.

Doktorasını yapmak için gittiği Paris’te Jean Jaurès’yi dikkatle izlemiş ve Marks’ın yapıtlarını okumuş ve Avrupa’daki sosyalist akımlar hakkında bilgisi olan Suphi sosyalist düşüncelerden kuşkusuz etkilenmişti ama Kırım’a ayak bastığında sosyalist değildi. Abdülhamit rejimine son veren 1908 devrimini desteklemiş, hatta 1911’e kadar İttihat-Terakki’nin yanında yer almış ama 1911’de açık muhalefete başlamıştı.

Toplumsal sorunlar hep dikkat alanındaydı. Bu sorunların tespitinde toplumbilimden (sosyolojiden), tespit edilen sorunların çözümünde ise toplumsal iktisattan yararlanılmasını savunuyordu. En geç 1911 yılından itibaren, Rusya’daki Stolypin gericiliğinin ardından İstanbul’a sığınmış olan Cedidcilerle yakınlık kurduğu anlaşılıyor. Nitekim Temmuz 1912’de kurulan, kurucularının arasında Tatar aydınlarından Yusuf Akçura’nın da bulunduğu İttihat-Terakki muhalifi Milli Meşrutiyet Fırkası’nda yer almış, bu fırkanın yayın organı İfham gazetesinin sorumlu yazı işleri müdürlüğünü yapmıştır.

Bu parti, “Türk kimliği”ni esas aldığı ve muhtemelen kurucuları arasında Yusuf Akçura da bulunduğu için ilk “Türkçü/milliyetçi parti” olarak anılır ve Suphi’ye de “Türkçülük” atfedilir. Fakat, o günün “Türkçülüğü”nü ve “milliyetçiliği”ni, bu kavramların günümüzde kazanmış olduğu içeriklerle özdeşleştirmek kanımca iki bakımdan yanlıştır.

Birincisi, 20. yüzyılın başlarında, özellikle Balkanlar’da ve İstanbul’da görülen liberalizm-milliyetçilik-sosyalizm gibi Batı Avrupa kökeni kavramların bugünkü anlamlarına sahip olmadıklarını hatırlamak gerekir. Özellikle milliyetçilik ile sosyalizm o tarihlerde birbirlerini dışlayan değil iç içe geçen hareketlerdi.

İkincisi, Selanik kökenli Jön Türkçü (İttihatçı) “Milliyetçilik” ile Suphi’nin yakınlık duyduğu Tatar Cedidciliğinin “Milliyetçiliği” arasındaki köklü farkı gözden kaçırmamak gerekir. İttihatçılar için esas mesele çok uluslu Osmanlı topraklarında, özellikle Balkanlarda yükselen milliyetçiliğe tepki olarak “devleti kurtarmak”, “kurtarılacak devlete bir Türk milleti yaratmak”; baskı, asimilasyon ve toplum mühendisliği yoluyla Türk unsurunun Osmanlı topraklarında yaşayan diğer milliyetler üzerinde hakimiyet kurmasını sağlamaktı. Tatar Cedidciliğinin ise “kurtarılmayı bekleyen bir devleti” yoktu. Onlar yüzyıllardır kendilerini ezen, Hıristiyanlaştırıp asimile etmeye çalışan Büyük Rus şovenizmine karşı “hak mücadelesi” veren bir hareketti.

Ayrıca, Suphi’nin içinde yer aldığı Milli Meşrutiyet Fırkası’nın programına bakıldığında, benzer özelliklere sahip, ademi merkeziyetçi bir parti olduğu görülür:

-         Esas olarak Müslüman Türklerin çıkarlarını savunmayı esas alıyor ama bütün diğer milliyetlerden olanlara ve gayr-i Müslimlere de aynı hakları tanıyordu.

-         Diğer milletlere (Rumlara, Arnavutlara, Ermenilere, vb.) geniş bir idari özerklik verilmesini savunuyordu.

-         İlk ve ortaokulların ve öğretmen okullarının yönetimlerinin vilayet meclislerine bırakılmasını ve ilkokul ve ortaokullarda eğitimin o vilayet halkının çoğunluğunun diliyle yapılmasını öngörüyordu.

-         Partinin dış siyasette barışçı bir politika izleyeceğini taahhüt ediyordu.

İfham gazetesinin koleksiyonuna ulaşamadım, ama araştırmacılar bu partinin sosyalist akımların etkisi altında kaldığını ve gazetenin “dikkate değer bir biçimde toplumsal içerikli yazılara ağırlık verdiğini” belirtiyorlar. Partinin savunduğu Türkçülük, Osmanlı Devleti’nin olduğu gibi korunması veya genişletilmesi endişesi taşımayan, tersine “ayrışmaktan” korkmayan, içeriği o döneme göre ilerici sayılabilecek bir toplumsal ve kültürel programa sahipti.

Suphi’nin Tatar Cedidcilerini ve onların da Suphi’yi iyi tanıdıklarını, Suphi’nin Rusya’ya kaçmasından sonra Müslüman basınının kendisi hakkında çok sayıda haber ve röportaj yapmasından, sayfalarını onun savaş karşıtı yazılarına açmasından anlıyoruz.

Bütün bu arkaplanı görmezden gelip, Suphi’nin 1912 sonrası yazdığı “Türklüğün İstikametleri” başlıklı makalesinde “Türklük”ten ve bir coğrafyayı tanımlamak için kullandığı “Turan” sözcüğünden hareketle, salt bu nedenle kendisini “Milliyetçi/Turancı” ilan etmek kolay oluyor!

Bu verilerden hareketle, 1914’te Rusya’ya ayak basan Suphi’nin nasıl bir fikir dünyasına ve politik tercihlere sahip olduğunu çıkartabiliyoruz.

-         Yukarıda çerçevesini çizdiğimiz anlamda bir “Türkçü”ydü.

-    Kararlı bir İttihat-Terakki muhalifiydi.

-    Osmanlı Devleti’nin yaklaşmakta olan Birinci Dünya Savaşı’na girmesine kesinlikle karşıydı.

-    Osmanlı topraklarında yaşayan Türklerden başka milliyet mensuplarına geniş bir idari özerklik ve ana dillerinde eğitim hakkı tanınmasını savunuyordu.

-    İslâm’la ve sahip olduğu Müslüman kimliğiyle barışıktı.

Bazı araştırmacılar Suphi’nin Bolşevizimle tanıştıktan sonra “bambaşka” bir insan olduğunu iddia ederler. Bu da doğru değildir. Suphi için Türkçülük bir hedef değil, bilincine varılması gereken bir kimlik olmuş ve bu kimliğini Rusya’da edindiği komünist ve enternasyonalist kimliğiyle yoğurmuştur. 1918 kasımında Moskova’da toplanan Birinci Müslüman Komünistleri Kongresi’nde bazı delegeler tarafından “sosyal şovenist” olmakla suçlandığında verdiği yanıtla tam da bu konuya değinmiş oluyordu. Bu suçlamanın birkaç ay önce kurduğu Türk Sosyalist-Komünist Teşkilatı üyelerinin cephelerde Kızıl Ordu’yla birlikte Sovyet Hükümeti’ni savunmak için savaştıkları bir sırada yapıldığına işaret ettikten sonra şöyle devam ediyordu:

“Yoldaşlar, ben Güneyin bereketli bir Türk ocağında ihtimal ki bir şovenist olarak doğdum; Avrupalıların, Avrupa kapitalinin zulmü altında ‘şovenist’ olmayan bir Türk de bulamazsınız; fakat bu bağnazlık, bu şovenizm bende Avrupa zulmüne, Avrupa kapitaline karşı. Yoksa Rusya’daki devrim ortamında ortaya çıkan o yüce kardeşliği dile getirmekten başka bir sözüm veya bir hareketim yoktur; fikirlerim, yazılarım, sözlerim buna şahit, ben bunları her zaman savunmaya hazırım.”

Müslüman Komünistler (Mollanur Vahidov ve Sultan Galiyev)

Mustafa Suphi’nin, Ekim Devrimi’yle Uralsk’taki esaretinden kurtulup Moskava’ya gelir gelmez bütün faaliyetini onlarla birlikte yürüttüğü Müslüman Komünistlerle kurduğu örgütsel ve politik ilişkileri ve bunun Bolşevik Partisi yönetimiyle kendi arasındaki ilişkileri nasıl etkilemiş olabileceği –bildiğim kadarıyla– incelenmiş değil.

Bolşevik Partisi içinde, Tatar komünistleri Mollanur Vahidov ile Sultan Galiyev’in liderliğini yaptıkları Müslüman Komünist muhalefetinin tarihsel kökenleri ve ne olup olmadığı konusunda oldukça zengin bir literatür Türkçeye kazandırılmış durumda. Bu literatürün yazarları tarafından onlara atfedilmiş hiçbir dayanağı olmayan “Milli Komünizm” saçmalığını bir yana bırakarak, bu hareketin nasıl ortaya çıktığını kısaca özetlemeye çalışalım.

Müslüman Komünistler, kökleri 19. yüzyılda Müslüman Tatar din adamlarının başlattığı reform hareketinin ürünü olan Tatar Cedidciliğinin (Yenilenmeciliğinin) içinden çıkmışlardır. Medreselerin dışından değil içinden gelişen bu reform hareketi 20 yüzyılla birlikte toplumsal yaşamın bütün alanlarında gelenek ile laiklik arasında makul bir sentez oluşturmaya yönelerek Tatar toplumunun kendine özgü seküler karakterini biçimlendirmeye başlar. Rusya’daki “1905 Devrimi” liberal bir eğitim almış laik Müslüman Tatar aydınlarını siyasi faaliyete yönlendirir. Bu arada kendi içlerinde, bir yanda sosyalist eğilimler öte yanda milliyetçilik olmak üzere farklılıklar uç vermeye başlar. Ne var ki, 1907’de Stolypin ile başlayan gericilik dönemi Tatar Cedidcilerinin siyasi faaliyetlerine ağır bir darbe indirir; Yusuf Akçura da içinde olmak üzere çok sayıda Tatar aydını Türkiye’ye, Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya göç eder. Cedidcilerin Duma’daki hem sayısal temsil güçleri hem de siyasi etkileri zayıflar, toplumsal dayanaklarını yitirmeye başlarlar.

1917 Şubat Devrimi’nin yarattığı yeni umutlarla tekrar canlanırlar. Tüm Rusya çapında, içinde ulemasından liberallerine, sosyalistlerine kadar çok farklı siyasi eğilimleri barındıran bir Müslüman Komitesi kurulur. İdil-Ural bölgesinin merkezi durumundaki Kazan’da da buna paralel bir komite oluşur. Bu komitenin 7 Mart 1917 günü yapılan kuruluş toplantısında Tatar Cedidciliğinin geleceğini belirleyen çok ciddi bir kırılma yaşanır. Mollanur Vahidov sınıfların varlığını reddeden, “zengin-fakir Müslüman ayrımı olmaz, herkes eşit” diyen milliyetçi konuşmacıları eleştiren, Şubat Devrimi’nin sosyalist devrimle tamamlanması gerektiğini savunan konuşmasında şöyle der:

“Fabrikalarda kamburu çıkasıya çalışan binlerce Müslüman işçiyi nereye koyacaksınız? İşçiler kanlarını niçin döktüler? Kapitalistlerin ve mollaların iktidarı altında kalmak, onların köleleri olmak için mi? Çarlığın kelepçelerini çıkarıp sizin kelepçelerinizi takmak için mi? Hayır! İşçiler kendilerine yeni ve özgür bir yaşam kuracaklar. Bizim sizinle yollarımız ayrıdır!”

Bu ses İdil-Ural bölgesi Tatar emekçileri ve aydınları arasında büyük bir yankı uyandırır. Nisan 1917’de, M. Vahidov’un başkanlığında Kazan merkezli “Müslüman Sosyalist Komitesi” kurulmasıyla Tatar Cedidciliği sosyalist devrimi savunanlar ile devrime karşı çıkanlar olarak bölünür. Haziran 1917’de Sultan Galiyev de bu komitenin yönetimine katılır. İdil-Ural bölgesinde geniş bir örgüt ağına sahip olan komite, Bolşevikler’den Sol Sosyalist Devrimcilere (Sol S-R’ler), partisiz aydınlara, işçilere, köylülere kadar geniş bir yelpazeyi temsil ediyordu. Siyasi bir parti değil, sosyalizmi savunan bir kitle örgütüydü. Sosyalist devrimden yana, Kerenski hükümetine karşı, Rusya’nın savaştan çekilmesinden, barıştan yana mitingler, konferanslar düzenliyor, eğitim çalışmaları yapıyor ve geniş bir dağıtım ağına sahip Kızıl Bayrak gazetesini çıkartıyordu.

1917 Ekim Devrimi’nden sonra Bolşevik Partisi’nin hem içindeki hem paralelindeki “Müslüman Komünistler” örgütlenmesinin temelleri Kazan merkezli bu Müslüman Sosyalist Komitesi’yle atıldı.

O tarihlerde Kazan’ın 600 kilometre güneyindeki Uralsk kentinde savaş esirleri arasında bulunan Mustafa Suphi, Kazan Müslüman Komitesi’nin bu faaliyetlerinden kuşkusuz bir şekilde haberdar oluyordu.  Suphi’nin kendi anlatımıyla, sosyalist yayınlar daha Şubat Devrimi öncesinde Uralsk’a ulaşıyor, esir barakalarının karanlık köşelerinde okunuyordu. Şubattan sonra ise daha önce gizli yürütülen çalışmalar artık açıkça yapılır olmuştu ve Mustafa Suphi hem Türk hem de diğer Müslüman esirler arasında, yaklaşan sosyalist devrimin açık propagandasını yapmaya, Marksizm ve komünizm hakkında konferanslar vermeye başlamıştı. Suphi, başını Mollanur Vahidov ve Sultan Galiyev’in çektiği Müslüman Komünistlerle birlikte hareket etme kararını Şubat Devrimi’nin ardından, Uralsk’daki sürgünlüğü sırasında vermiş olsa gerektir.

Müslüman Komünistlerle kader birliği

Mustafa Suphi’nin Ekim Devrimi’nden sonra bir zaman Moskova’ya gelip Müslüman Komünistlerle birlikte çalışmaya başladığını ve bu örgütsel ve politik birlikteliğin Türkiye’ye dönüş kararını verdiği 1920 sonbaharına kadar sürdüğünü gösteren çok kanıt var.

Bu kanıtlardan ilki, 1918 martının başında Yeni Dünya gazetesini çıkarma projesiyle Merkezi Müslüman Komiserliğinin (MUSKOM) kapısını çalmış olmasıdır. MUSKOM, Stalin’in başında bulunduğu Milliyetler Halk Komiserliği’ne bağlı, 1918 yılının başında kurulmuş resmî bir kurumdu. Kuruluş amacı, Bolşevik Partisi’nin o tarihte çok zayıf olduğu İç Rusya’daki Müslüman halkın sosyalist devrime desteğini sağlamaktı. Sovyet Hükümeti bu amaçla Kazan Sosyalist Komitesi’nin başkanı Mollanur Vahidov’u MUSKOM’un başına getirmiş, yardımcılıklarına da iki Başkır’ı, Sol S-R’li Âlimcan İbrahim ile Şerif Manatov’u atamıştı. Sultan Galiyev ise Milliyetler Halk Komiserliği’nde Stalin’in yardımcısıydı. Böylece, Kazan Sosyalist Komitesi’ne bağlı bütün yerel komiteler fiilen MUSKOM’un yerel örgütleri haline gelmişti. Bir başta deyişle, Milletler Halk Komiserliğine bağlı resmi bir devlet kurumu olan MUSKOM aslında fiilen Müslüman Komünistlerin yönetimindeydi. MUSKOM’un hangi amaçla kurulduğu, yönetimine kimlerin nasıl atandığı, vb. gizlisi saklısı olan şeyler değildi. Buna ilişkin gelişmeleri basından izlemek pekâlâ mümkündü. Mustafa Suphi 1918’in mart ayı başında MUSKOM’un kapısını çalarken nereye geldiğini kuşkusuz gayet iyi biliyordu. Daha Rusya’ya gelmezden önce yakınlık duyduğu Tatar Cedidciliğinin 1917 Şubat Devrimi’nin ardından yaşadığı kırılmayla ortaya çıkan sosyalist-komünist kanadının (Müslüman Komünistlerin) saflarında yer almaya ve Ekim Devrimi’ni, Sovyet Hükümetini savunmaya çoktan karar vermiş olsa gerektir.

İkinci kanıt çıkardığı Yeni Dünya gazetesinin künyesinde yer alan “Nâşiri: Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesi” ibaresidir. Araştırmacılar genellikle bu gazetenin MUSKOM’un yayın organı olduğunu varsaymışlar ama künyesinde niye “Merkez Müslüman Komiserliği” yerine “Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesi” yazdığını araştırmaya gerek duymamışlardır. Küçük ama önemli bir ayrıntı…

Mustafa Suphi’nin MUSKOM’a başvurduğu tarihlerde, 8-28 Mart tarihleri arasında Moskova’da Kazan Sosyalist Komitesi’ne bağlı bütün örgütlerin temsilcilerinin katıldığı “Rusya Müslüman Emekçiler Konferansı” toplantısı sürmektedir. Konferansın örgütleyicileri Mollanur Vahidov ve Sultan Galiyev’dir. Bu konferansın önemli gündem maddelerinden biri de, örgütsel özerkliğe sahip bir Müslüman sosyalist-komünist partisi kurulması meselesidir. Konferans bu konuda prensip kararına varırken bir de bu partinin kuruluşuna ilişkin çalışmaları yürütmekle görevli birMerkez Müslüman Sosyalistler Komitesi oluşturur. Mustafa Suphi’nin Yeni Dünya’sının birinci sayısı bu konferansın bitiminden yaklaşık bir ay sonra, 27 Nisan 1918 günü yayımlanır ve yayıncısı Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesi’dir! MUSKOM’un imkânlarıyla yayımlanan gazete aslında, MUSKOM’u ve bütün alt örgütlerini fiilen elinde tutan Müslüman Komünistlerin oluşturduğu Müslüman Sosyalistler Komitesi’nin yayın organıdır ve Mustafa Suphi de fiilen bu komiteyle birlikte çalışmaktadır.

Suphi’nin Müslüman Komünistlerle birlikteliğinin üçüncü kanıtı, Moskova’da 22-25 Temmuz 1918 tarihlerinde yapılan Türk Sosyalistler Konferansı’nı toplama kararını Müslüman Komünistlerle birlikte almış olmasıdır.

Mollanur Vahidov ile Sultan Galiyev’in de içinde olduğu Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesi Haziran 1918’de Kazan’da bir kongre örgütler. Bu kongrede, kurulmasına daha önce prensip kararı verilmiş olan örgütsel özerkliğe sahip partinin adının “Rusya Müslüman Bolşevik Komünistler Partisi” olmasına karar verilir. Bu partiye, Rus Komünist Bolşevik Partisi’nin programını kabul eden her Müslüman komünist olmasa bile üye olabilecekti, yani üye bileşimi tıpkı Ekim Devrimi öncesinin Kazan Sosyalist Komitesi’nin üye bileşimi gibi olacaktı. En önemli kararlardan biri de özerklikle ilgiliydi. Bu parti Bolşevik Partisi’nin kararlarına tâbi olmayacak, onun programına uygun faaliyet göstermekle birlikte örgütsel özerkliğe sahip olacaktı. Fakat partinin organlarını fiilen oluşturup faaliyete geçme kararı Bolşevik Partisi ile birlikte kararlaştırılacaktı.

Müslüman Komünistler bu kongrelerini yaparken Mustafa Suphi de Kazan’dadır. Bir yanda o kongre sürerken Suphi de Kazan’daki Varşova Oteli’nde, o bölgedeki Türk esirlerini temsil eden bir grupla bir araya gelir. Danışma niteliğindeki bu toplantıda Türkiye’deki emekçi sınıfların çıkarlarını savunacak ve onu uluslararası platformlarda temsil edecek bir sosyalist teşkilâtın kurulmasına ihtiyaç olduğunda fikir birliğine varılır. “Türk Sosyalist Teşkilatı”nın temellerini atmak üzere yakın bir zamanda bir konferans toplanmasına karar verilir ve bu çalışmaları yürütecek beş kişilik bir heyet seçilir. Kazan’daki Müslüman Komünistlerin kongresi ile Suphi’nin Varşova Oteli’nde düzenlediği bu toplantının aynı tarihte aynı kentte yapılması elbette bir rastlantı değildi. Türk Sosyalist Teşkilâtının kurulmasına ve bunun için 22-25 Temmuz 1918 tarihlerinde yapılan Türk Sosyalistler Konferansı’nın toplanmasına birlikte karar verilmiştir.

Birlikteliğin dördüncü kanıtı, Türk Sosyalistler Konferansı delegelerinin arasında Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesi’nin yöneticilerinin de yer almış olmasıdır.  Konferansın konukları arasında bulunan Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesi temsilcileri Mollanur Vahidov ve Burhan Mansur, MUSKOM temsilcisi Firdevs ve Sol S-R’lerin İdil-Ural bölgesi Tatar-Başkırt örgütünün temsilcisi Âlimcan İbrahimov aynı zamanda oy hakkına sahiptiler. Zaten Mustafa Suphi de bu konferansta yaptığı konuşmada Müslüman Komünistlerle birlikteliğini şu sözlerle dile getiriyordu: “Bizim bugün tuttuğumuz yoldan daha dün Rusya’da yaşayan Tatarlar yürümeye başlamışlardı.”

Suphi’nin örgütlediği bu konferansta “Türk Sosyalistleri Teşkilatı” kurulmasına karar verilir. Adına “parti” denmese bile kurulan fiilen seçilmiş beş kişilik Merkezi Heyete sahip bir partidir ve Bolşevik Partisi’ne tâbi olmayıp özerktir.

Bu konferansın en önemli kararlarından birisi de “Sovyet rejimine her bakımdan destek olunması ve bu amaçla silahlı bir Uluslararası Türk Sosyalist Kıtasının örgütlenmesi” olur. Mustafa Suphi’nin Müslüman Komünistlerle birlikteliğinin beşinci kanıtı da bununla ilgilidir.

Türk Sosyalistleri Teşkilatı’na bağlı oluşturulan ilk Türk kızıl kıtası derhal örgütlenir ve 1918 ağustos ayında Tatar-Başkırt taburunun üçüncü bölüğü olarak İdil-Ural bölgesindeki karşı-devrimci Beyaz Ordulara karşı Kazan kentinin savunmasına katılır. İçinde yer aldığı bu Tatar-Başkır taburu Müslüman Komünistlerin örgütlediği, onların yönettiği ve Sovyet Kızıl Ordusu’yla birlikte savaşan bir askeri örgütlenmedir.

Beşinci kanıt, Mustafa Suphi’nin kendisini Bolşevik Partisiyle değil, Müslüman Komünistlerle özdeşleştirdiğini gösteren sözleridir. Galiyev 1923 yılında ilk kez tutuklandığında verdiği ifadede, 1918 yılında cepheden Moskova'ya geldiğinde Mustafa Suphi’nin kendisine şöyle dediğini söyler:

“Devrim, uluslararası irticanın baskısını göğüsleyemeyebilir. Bu durumda (…) Rus devrimcilerin önlemleri hazırdır. Onlar örgütlü bir şekilde yer altına geçebilecekler. Doğu komünistleri ise örgütsüzlüklerinden dolayı bulundukları yerlerde kalacak ve ölecekler. Zamanında davranmak ve hiç olmazsa değerli dövizden oluşan bir fon kurarak her ihtimale karşı (…) yurt dışında bir yerlerde tutmak gerekir.”

Mustafa Suphi’nin Müslüman Komünistlerle birlikteliğinin altıncı kanıtı, kendilerini “enternasyonalist” ilan eden yönetim kademelerindeki bazı Bolşeviklerin Suphi’yi de Müslüman Komünistlerle aynı kefeye koyup “milliyetçilik”le suçlamalarıdır. Hem Müslüman Komünistlerin hem de Suphi’nin özerk örgütler/partiler kurmaları Bolşevik Partisi saflarında sert tepkilerle karşılanıyordu. “Örgütsel özerklik” daha sonraları “tek ülke, tek sınıf, tek parti” şeklinde formüle edilen Leninci parti anlayışına kesinlikle tersti.

5-10 Kasım 1918 günleri Moskova’da toplanan Birinci Müslüman Komünistleri Kongresi’nin ana gündem maddesi Müslüman Komünistlerin ve Suphi’nin de örgütsel özerklik konusundaki ısrarlarıydı. Kongre’ye Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’ni temsilen katılan Stalin ve Bolşevik Partisi delegeleri Rusya Müslüman Bolşevik Komünistler Partisi’nin örgütsel özerklik talebine şiddetle karşı çıkıyorlardı. O arada MUSKOM ve Ağustos 1918’de Kazan’ı Beyaz Ordu saldırısına karşı savunurken esir düşüp kurşuna dizilen başkanı Mollanur Vahidov da ağır biçimde eleştirilir. Bolşevik Partisi’ne üye olmuş Sultan Galiyev ve Mollanur Vahidov gibi Müslüman Komünistlerin “partiye sızmış küçük burjuva aydınlar” oldukları söylenir. Bu tepkilerin nedeni sadece “örgütsel özerklik” talebi değildi. Müslüman Komünistler aynı zamanda, Ekim Devrimi’nin hemen ertesinde Lenin ve Stalin’in Sovyet Hükümeti adına Rusya Müslümanlarına da vaat ettiği kendi kaderini özgürce tayin edebilme hakkı çerçevesinde, bir Tatar-Başkurt Özerk Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulması yönünde ısrarlıydılar. Hak talebinde bulunan Müslüman Komünistleri “milliyetçilik”le suçlayan Büyük Rus şovenizminin parti içindeki Bolşevik temsilcileri kendilerini “enternasyonalist” sayıyorlardı.

Bu kongrede Mustafa Suphi ve yoldaşları da ağır eleştirilere hedef olurlar; “şovenistlikle”, “Sol S-R’ci” olmakla, “komünist” olmamakla suçlanırlar. O kadar ki, Bolşevik Partisi dışında kendilerine ait ayrı bir parti kurmuş oldukları için Suphi ve yoldaşlarının kongre delegeliklerinin iptalini talep edenler bile olur.  

Sonuçta kongre hem Müslüman Komünistlerin hem de Suphi’nin örgütsel özerk taleplerini reddeder ve her ikisinin de Bolşevik Partisi’nin Merkez Komitesi’ne bağlanmasına karar verir. Böylece Müslüman Komünistlerin kurmayı tasarladıkları “Rusya Müslüman Bolşevik Komünistler Partisi” projesi iptal edilmiş olur. Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesi, Bolşevik Partisi’nin Merkez Komitesi’nin bir bürosu haline getirilerek adına “Rus Bolşevik Komünist Partisi Müslüman Örgütleri Merkez Bürosu” denir ve başkanlığına da Stalin getirilir. Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesi’nin o güne kadar bu komiteye bağlı çalışmış bütün yerel örgütleri Bolşevik Partisi’nin yerel örgütlerine bağlanır. Mustafa Suphi’nin Türk Sosyalist Komünist Teşkilatı da Rus Komünist Bolşevik Partisi’ne bağlı “Türk Teşkilatı” olur. Yeni Dünya gazetesinin bu kongreden sonra çıkan Aralık sayısının künyesinde “Rus Komünist (Bolşevik)ler Partisi Türk Teşkilatı” ibaresi yer almaktadır.

Sultan Galiyev, Kasım 1918’deki bu Birinci Müslüman Komünistleri Kongresi’nden sonra, Bolşevik Partisi içinde kendisinden, Mustafa Suphi’den ve Kırımlı Müslüman Sosyalist Firdevs’ten “milliyetçi üçlü” olarak söz edilmeye başlandığını belirtmektedir.

Mustafa Suphi’nin Müslüman Komünistlerle yaptığı kader birliğinin sonuncu ve en güçlü kanıtı TKP’nin kuruluş kongresinden sonra Sultan Galiyev’e gönderdiği teşekkür mesajıdır. Sultan Galiyev o sırada Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’ne bağlı Doğu Halkları Komünist Teşkilatları Merkezi Bürosu’nun Başkanıdır. Suphi’nin Türkiye’ye dönüş yolculuğu arifesinde kaleme aldığı, vedalaşma niteliği de taşıyan bu mesajının konumuzla ilgili satırları şöyledir:

“Muhterem Yoldaş, üç senelik teşriki mesaimiz neticesinde gerek Rusya federasyası içinde gerekse memleketimizde vücuda gelmiş Türkiye Komünist Teşkilatı'nın birinci kongresini geçen ay Bakû'de akde muvaffak olduk. (…) Fırkanın teşekkülü yolunda maziye ait faaliyetin mühim bir hisse-i şerefi şüphesiz ki Tataristan komünistleri ile onların çoğunluğa sahip oldukları Şark milletleri merkezi bürosuna aittir.”

Suphi, TKP’nin kuruluş kongresinin toplanabilmiş olmasından ötürü Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’ne değil “Tataristan komünistlerine”, yani Müslüman Komünistlere ve onların hala çoğunluğu oluşturdukları ve Sultan Galiyev’in de başkanı olduğu Doğu Halkları Komünist Teşkilatları Merkezi Bürosu’na teşekkür etmektedir.

 

Sultan Galiyev’in teorik/politik tezleri ve Mustafa Suphi

Mustafa Suphi’nin teorik/politik tutumunun da Müslüman Komünistlerin (Sultan Galiyev’in) tezleriyle büyük bir uyum içinde olduğu görülüyor.

Sultan Galiyev Tatar Cedidcilik geleneğinden gelmekteydi. Tatar Müslüman aydınlarının tercihini Ekim Devrimi’nden, Sovyet rejiminden ve Bolşevik Partisi’nden yana yapmış kanadındandı. Ateistti ama Müslüman kimliğini koruyordu ve onunla barışıktı.

Dünya devriminde metropollerin işçi sınıfının öncü rolü konusunda Lenin’den ve diğer Bolşevik liderlerden ayrılıyordu. Lenin’e göre sosyalizmin nihaî zaferi ancak ve sadece dünyanın bütün ileri ülkelerinin proletaryası tarafından kazanılabilirdi. Ekim Devrimi sadece, bu büyük devrimin ilk adımıydı; gerisini Batı’nın gelişmiş ülkelerinin proletaryası getirecekti. Ama komünizme geçiş proletaryanın tek başına başarabileceği bir şey de değildi. Bunun için Doğu milletlerin yardımı şarttı. Müslüman Komünistler ise, öncünün işçi sınıfı, ezilen ve sömürülen Doğu halklarının onun yedek gücü olduğunu kabul eden bu teze, bu eşitsiz ilişkiye itiraz ediyorlardı. Bu tez Müslüman Komünistleri her bakımdan Ruslara tâbi hale getirmekte, Ruslarla eşit haklı birliktelikle kendi özgün yollarında yürümelerine engel olmakta, Bolşevik Partisi içinde Büyük Rus şovenizmine cephane sağlamaktaydı.

Müslüman Komünistler Marksizm’in Doğu halklarının koşullarına uymadığını düşündükleri formüllerini kendi koşullarına uyarlamaya çalışıyorlardı. İlginç olan nokta şuydu: Bunu yaparken Rusya’daki Sovyet deneyiminin demokratikleştirilmesi seçeneği üzerinde hiç durmuyorlar, “proletarya diktatörlüğü” uygulamalarını hiç sorgulamıyorlardı.

Sultan Galiyev’in en temel tezleri çok özetle şöyleydi:

-         Avrupa kökenli Marksizm öğretisinin temel taşı olan "proletarya" Asya'nın köylü halklarının arasında yoktur. Ama Lenin'in şu tezi var: Emperyalizm aşamasında kapitalist rekabet dünyayı "sahip olanlar" ve "sahip olmayanlar" (sömürenler/sömürülenler) olarak bölecektir; kapitalist zincir sömürünün en vahşi ve sefaletin en ileri olduğu en zayıf halkasından kopacaktır." O halde "proletarya" kavramı daha geniş tanımlanabilir: Müslüman halklar “proleter” halklardır. Batı’nın en yoksul proleteri Doğu’nun en zengin köylüsünden daha zengindir.

-         Kaldı ki, dünya devrimi için metropol ülkelerin proletaryasına biçilen rol abartılıdır. Metropol proletaryasının devrimi tek başına başarıya ulaştırması mümkün değildir. Çünkü o proletarya emperyalist ülkelerin sömürgelerden elde ettiklerinden pay almaktadır. İkinci Enternasyonal partilerinin o ülkelerin işçi sınıfları üzerindeki hegemonyası bunun en büyük delilidir. Mesele sadece "sömürüden pay almak" meselesi de değildir. Batı proletaryası kendi burjuvazisinin sömürge halkları sömürerek oluşturduğu kültürü de paylaşmaktadır. Almanya'daki Spartakist devrimi ile Macaristan devriminin yenilgisi bunun kanıtıdır. Sömürgelerde devrimci dalga kapitalist zinciri kıracak şekilde harekete geçmedikçe, metropollerdeki işçi sınıfının devrime öncülük ederek başarıya ulaşması mümkün değildir.

-         O nedenle, gelişmiş metropoller proletaryasının "öncü", sömürgelerdeki bağımsızlıkçı hareketlerin "destekçi", "artçı" "yedek", vb. güç olarak görülmesi yanlıştır. Bu ikisinin en azından eşit ağırlıkta ve önemde birlikte hareketi şarttır. Bunun kanıtı da Ekim Devrimi'dir. Eğer emperyalizmin Rusya'nın periferisinde, Doğu'da kışkırttığı İç Savaşta Kızıl Ordu'nun yarısını oluşturan Müslüman kızıl birlikler olmasaydı, devrimin yenilgisi muhtemelen kaçınılmaz olacaktı. O bakımdan Rusya'daki Ekim Devrimi deneyimi dünya devrimi için büyük bir "deneme tahtası" olmanın tüm özelliklerine sahiptir.

-         Devrim Doğu’ya taşınmalıdır. Bunu da ancak Batı proletaryasının desteğiyle Doğulu komünistler yapabilir.

-         Bolşevik Partisi’nin yürüttüğü, Müslümanları da hedef alan "din karşıtı kampanyalar" yanlıştır. Camileri kapatılıyor, kutsal özelliklerine aykırı amaçlarla kullanılıyor, mollalar kurşuna diziliyor. Üstelik bunları çoğunlukla geçmişte misyonerlik yapmış, şimdi de "Bolşevikleşmiş" Rusların yaptığını halk biliyor. İslâm’ı yıkmaya, yok etmeye çalışmak yanlıştır. Yapılması gereken, tam bir laikleşmeyle onu dünyevileştirmektir. Bu çok uzun zaman alacak bir iştir. Müslüman cemaatler (ümmet) korunmalı, dinsel gericilik adım adım temizlenmelidir. Emperyalizmin iktisadi ve siyasi saldırılarından zarar gören Müslüman halkın dini olan İslâm'a saldırmak akılsızlıktır. Müslümanların zaafı İslâm değil, iktisadi ve siyasi geri kalmışlıktır. Bu geri kalmışlık zinciri din karşıt propaganda ile değil, siyasetin toplumsallaştırılmasıyla, Müslümanların siyasi, iktisadi, idari ve kültürel kurumların liderliğine çekilmesiyle kırılır. İslâm’ın doğasında bulunan "kolektivizm", "eşitçilik", toprak ve su üzerinde "özel mülkiyetin reddi", "zorunlu zekât" biçimindeki ilerici vergi sistemi gibi özellikleri dikkate alınmalıdır. Komünistler din düşmanlığı yapmazlar, sadece ateist olma haklarına saygı gösterilmesini isterler. (Sultan Galiyev İslâm'ın kendisinin zaten komünizm demek olduğunu hiçbir zaman savunmamış, böyle bir propaganda önermemiştir.)

Mustafa Suphi’nin Müslüman Komünistlerle kader birliği yaptığı 1918 yılından Türkiye’ye döndüğü 1920 yılı sonuna kadar bu teorik/politik hattı savunduğu görülüyor. Bunun tespit edebildiğim en belirgin kanıtları şunlardır: (1) MUSKOM’un yayın organı Kızıl Bayrak gazetesinde yayımlanan 5 Temmuz 1918 tarihli söyleşisi; (2) Moskova’da 5 Aralık 1918 günü düzenlenen Uluslararası Miting’de yaptığı konuşma; (3) Komünist Enternasyonal’in Mart 1919’daki 1. Kongresi’nde yaptığı konuşma; (4) Komünist Enternasyonal’in Temmuz 1920’deki 2. Kongresi üzerine yazdığı makale.

Suphi’nin bu konuşma ve yazılarında savunduğu temel görüşler şunlardı:

-         Eğer Müslüman ülkelerin proletaryası zamanında devrimcileştirilmezse (…) dünya emperyalizmi onu uluslararası sosyal devrimin gelişmesine karşı savaş amacıyla kullanabilir. (…) Dünya kapitalizmi çöküşü sırasında kendini Doğu’da, öncelikle de Müslüman ülkelerinde savunmaya çalışacak ve sosyalist devrimle savaşını oradan yürütecektir.

-         Emperyalizmin başı Avrupa ve Amerika’da ise kökleri Asya ve Afrika’dadır; o halde dünya devriminin kaderi doğrudan doğruya bu kökün kesilmesine bağlıdır. Mesele Doğu’yu ayaklandıracak savaşçı ve devrimci teşkilatlar yaratılmasıdır. Ama bu konu şimdiye kadar ihmal edildi, çünkü Bolşevik Partisi yöneticileri Doğu’ya layık olduğu önemi vermedi.

-         Türkiye, İran ve Rusya içindeki Türk, Tatar komünist teşkilatlarının faaliyet ve kuvvetlerini birleştirmeleri tarihin kendilerine yüklediği bir vazifedir. Şüphesiz ki Doğu’da devrim hareketlerinin nabzından anlayacak gene doğululardır. Dünya ölçeğinde devrim hareketinde Batı proletaryasından bağımsız olarak Doğu’da iş görmek nasıl bir kuruntu ise, Doğu’yu Batı’dan ayırmak ve birini diğerine feda etmek de büyük ve tarihi bir hata olur.

Müslüman Komünistlere ihtiyaç kalmayınca…

1920 yılının başlarında Rusya’da sürüp gitmekte olan İç Savaş’ın kaderi büyük ölçüde belirlenmişti; Kızıl Ordu’nun karşı-devrimci Beyaz Orduları alt edeceği, Sovyet rejiminin bu savaştan zaferle çıkacağı artık neredeyse kesindi. İç Rusya’da Beyaz’lara karşı savaşan Kızıl Ordu’nun aşağı yukarı yarısını oluşturan Müslüman birliklerine artık ihtiyaç kalmıyordu. Bir başka deyişle, Bolşevik Partisi’nin Müslüman Komünistlere olan iki yıl önceki bağımlılığı da azalıyordu. Bu gerçeğin belirgin bir biçimde dışa vuruşu, daha 1918 baharında ilân edilmiş olup da İç Savaş nedeniyle uygulaması ertelenmiş olan Tatar-Başkır Özerk Sovyet Cumhuriyeti’nden Mayıs 1920’de vazgeçilmesi oldu.

Ekim Devrimi’nin hemen ardından Sovyet Hükümeti Rusya’nın Müslüman halklarına Lenin ve Stalin’in imzalarıyla, biri 15 Kasım 1917 tarihinde “Rusya’nın İnsan Hakları Bildirgesi”yle, ikincisi 16 Aralık 1917 tarihinde “Rusya’nın ve Doğu’nun Tüm Müslüman Emekçilerine” başlıklı çağrısıyla, kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkının koşulsuzca tanınacağı vaadinde bulunmuştu. Bu vaat temelinde Mart 1918’de İdil-Ural bölgesinde bir Tatar-Başkır Sovyet Özer Cumhuriyeti kararı ilan edilmiş ama başlayan İç Savaş yüzünden hayata geçirilmesi ertelenmişti.

Stalin’in Müslüman Komünistleri ilk kez doğrudan hedef tahtasına koyduğu 22 Kasım-3 Aralık 1919 tarihlerinde Moskova’da toplanan Doğu Halkları Komünist Örgütleri 2. Kongresi’nde, Müslüman Komünistler Tatar-Başkır Özerk Cumhuriyeti kararının hayata geçirilmesini gündeme getirip karara bağlanmasını talep edince Bolşevik Partisi yönetiminin şiddetli itirazıyla karşılaştılar. Bunun üzerine aralık ve ocak aylarında bu sorunun ele alındığı özel bir komisyon (Kalinin Komisyonu) kuruldu. Sonuçta, bu talep reddedildi, onun yerine biri Tatar öteki Başkır olmak üzere iki ayrı özerk cumhuriyet kurulmasına karar verildi. Sultan Galiyev’in Lenin nezdinde yaptığı ısrarlı girişimler de kesin bir dille reddedildi ve bu iki cumhuriyet Mayıs 1920’de kuruldu. Tek bir özerk cumhuriyet yerine “kontrol altında tutulması kolay iki ayrı cumhuriyet” uygulaması, ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkına Müslümanların da sahip olacakları vaadinin tutulmayacağının göstergesiydi. Oysa Bolşevik Partisi ile Müslüman Komünistler arasındaki karşılıklı güvenin eksenini bu vaat oluşturuyordu. 

Sultan Galiyev’in 1 Eylül 1920’de Bakû’da düzenlenen Doğu Halkları Kurultay’ına katılmasının Bolşevik Partisi yönetimi tarafından engellenmesi, bu gelişmenin yol açtığı karşılıklı güven kaybının ilk işaretlerinden biri sayılabilir. Gerginleşen ilişkilerin Mustafa Suphi ile Bolşevik Partisi yönetimi arasındaki ilişkileri de etkilediği anlaşılıyor. Zeki Velidi Togan hatıralarında, Temmuz 1920’de Bakû’da görüştüğü Mustafa Suphi hakkında şöyle diyor:

“O komünist ise de Rusların Şark siyasetini beğenmiyordu, bilhassa harp esiri olan Türkiyelilerden bazılarını ‘hakiki komünist’ sayıp, kendisini kenara bırakmak istemelerinden dolayı Stalin ve arkadaşlarına küskündü.”

Ayrıca, TKP yönetiminin Türkiye’ye dönüş kararına Şark Şurası tarafından ilk aşamada itiraz edilmesi üzerine, Mustafa Suphi bunu, 14 Ekim 1920 tarihli Merkez Komitesi toplantısında, “kendisine karşı gösterilen güvensizlik” olarak yorumluyordu.

Ama bu “karşılıklı güven kaybı”nın çok daha genel bir gelişmeyle olan bağlantısına da bakmak gerekir.

Batı’dan beklenen devrim umudu boşa çıkınca…

Bolşevik Partisi Ekim Devrimi’ni Dünya çapında gerçekleşecek Sosyalist Devrim’in ilk adımı olarak görüyor, bu ilk adımın devamının gelişmiş Batı ülkelerinin işçi sınıfının gerçekleştireceği devrimlerle tamama erdirileceğini düşünüyordu. Almanya’daki Spartakist ayaklanma ile Macar Devrimi bu beklentinin haksız olmadığını ispatlar gibiydi. Ne var ki, 1919’un ortalarına gelindiğinde her iki devrim girişiminin de başarısız kalmasıyla bu umut ağır bir darbe yemiş ve 1920’nin yazına girilirken bu beklentinin dayanıksızlığı açıkça görülür olmuştu.

Böylece Bolşevik Partisi Çarlık Rusya’sını kucağında buldu. Rusya Sovyet Federasyonu geri endüstrisiyle, Savaş Komünizminin yarattığı yıkımla, büyük bir açlık sorunuyla karşı karşıyaydı. İngiltere başta olmak üzere, savaşa geldiği Batı’nın emperyalist ülkeleriyle ticarî ilişkiler kurmak, Anadolu’yla ve İran’la olan sınırlarını güvence altına almak zorundaydı. İngiltere ile Ticaret, Ankara hükümetiyle ve İran’la Dostluk antlaşmalarının görüşmeleri 1920 yazında başladı. İran’la Şubat, İngiltere ve Ankara ile Mart 1921’de imzalanan her üç antlaşmada da taraflar kendi toprakları üzerinde, karşı taraf ülkesini hedef alan örgütlerin faaliyet göstermelerine ve propaganda yapmalarına izin vermeyeceklerini taahhüt ediyorlardı.

İçeride ise, acilen istikrar sağlanması, Savaş Komünizmine, köylünün ürünlerine el konulması uygulamasına son verilmesi gerekiyordu. 1921 baharında ilan edilen NEP politikalarına geçilme ihtiyacı bir yıl öncesinden kendisini dayatmaya başlamıştı.

Ekonomik, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında hızla merkezileşmeye gidilmesi, istikrar ve birlik sağlanması gerekiyordu. Henüz daha tam dağıtılmamış olan eski devlet aygıtının merkezileştirilip güçlendirilmesi gerekiyordu. Aynı şey ordu için de geçerliydi.

İç Savaş’ın Sovyet rejimi lehine sonuçlanacağı anlaşıldıkça iktidarı elinde tutan Bolşevik Partisi’ne üye akını başlamıştı. Böylece, İç Savaş koşullarında iyice yükselişe geçmiş olan Büyük Rus şovenizmi Bolşevik Partisi’nin içine taşınıyordu. Kendi içinde de daha sağlam bir “birlik” kurulması ihtiyacını hisseden partinin üye bileşimi artık Ekim Devrimi öncesi gibi değildi.

Bu durum, Ekim Devrimi’nden hemen sonra Müslüman halklara vaat edilmiş olan “ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkı” konusunda da değişiklikleri beraberinde getiriyordu. “Ayrılma hakkı”nın yerini artık “birleşme hakkı” almaya başlamıştı. Sultan Galiyev’in tutuklanıp partiden ihraç edildiği 1923 nisanında toplanan Bolşevik Partisi’nin 12. Kongresi’nde yaptığı konuşmasında Stalin bunu çok özlü bir şekilde ifade ediyordu:

“Şu da hatırda tutulmalıdır ki, ulusların kaderlerini tayin hakkı yanında bir de işçi sınıfının kendi iktidarını sağlamlaştırma hakkı vardır ve ulusların kaderlerini tayin hakkı bu ikincisine tâbidir. (…) Birinci hak ikinci hakka boyun eğmek zorundadır.”

“Misyon Enver Paşa”

Bolşevik Partisi yönetimiyle Mustafa Suphi arasındaki güven kaybının bir başka nedeninin “Enver Paşa faktörü” olduğu anlaşılıyor. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin kesinleşip Talat Paşa kabinesinin 14 Ekim 1918’de istifa etmesinden sona Talat, Enver, Cemal paşalar ve diğerleri Almanya’ya kaçarlar. Talat ve Enver 1919 kışında, o sırada Berlin’de tutuklu bulunan Bolşevik Partisi liderlerinden Radek’le cezaevinde bir görüşme yaparlar. Radek, Anadolu’da işgale karşı direneceklerine dair teminat veren ve Bolşeviklerle ittifak yapmaya hazır olduklarını söyleyen İttihatçı liderlere Moskova’ya gitmelerini önerir.

Temmuz 1920’de Moskova’ya önce Cemal Paşa, Bahaeddin Şakir ve Bedri Beyler, ardından Ağustos’ta Enver Paşa gelir ve Bolşevik Partisi yönetimi tarafından büyük itibar gösterilerek karşılanır. Mustafa Suphi Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’ne bu sırada yazdığı raporunda bu İttihatçı paşaların adlarının hem Azerbaycan hem de Türkiye’

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums