- 24.02.2013 00:00
Dünyada bugün itibariyle (takriben) 2,2 milyar Hıristiyan, 1,5 milyar Müslüman, 1 milyar Hinduve 500 milyon Budist yaşıyor. Bu dört inancı taşıyanlar, dünya nüfusunun takriben dörtte üçüne karşılık geliyor. Diğer bütün dinlerin mensupları, geriye kalan dörtte birlik kısmın (yine takriben) yarısına sığıyor. Dörtte birlik kısmın diğer yarısında ise, ateistler, agnostikler, deistler ve bir yaratıcıya inansalar da herhangi bir dine bağlı olmayan teistler var.
Bu tablo, zaman içinde değişmiyor değil. Ancak değişimler, büyük ölçüde, nüfus artış ve azalışlarının bir sonucu. Din değiştirmeler ise, çok küçük bir yüzdeye karşılık geliyor. Bir başka deyişle, insanların ezici çoğunluğu, etkileşimin fazla olduğu yerlerde bile, ailelerinin dinini benimseme ve ölene dek bu dine bağlı kalma eğiliminde. Dahası, insanlar, zaman içinde dindarlık seviyeleri azalsa ve hatta dinî inançlarını kaybetseler dahi, yeniden dindarlaşmaları durumunda bunu kendi dinlerine dönerek yapıyorlar.
Bütün bunlar aslında çok şaşırtıcı değil. Zira, insan zihni çok küçük yaşlarda şekilleniyor. Bir çocuk ailesinin konuştuğu lisanı öğrendiği ve farkında dahi olmadan bu lisanla düşündüğü gibi, bu dünyaya ve sonrasına dair mefhumlarını da yine ailesinden ediniyor ve din dendiğinde aklına öncelikle kendi zihnindeki teoloji ve bu teolojiye dair imgeler geliyor.
Örnek olarak, Ahmedî bir ailede doğan ve Mirza Gulâm Ahmed’e, eserlerine ve hayatına dair olağanüstülüklerin bahsiyle büyüyen bir insanın durumunu düşünelim. Bu kişiyi çevreleyen kültür, (1) zihnindeki ilgili noktalara sızarak Mirza Gulâm Ahmed’e dair saygıdeğer bir imge inşa eder, (2) ona duyulan sevgi etrafında oluşmuş bir sosyal ilişkiler ağı içinde güçlü bir aidiyet hissi oluşturur; daha geniş manada da, dünyanın farklı yerlerindeki Ahmedîler ile arasında bir kardeşlik bağı ortaya çıkarır, (3) kişiye varlığı nasıl anlamlandırması gerektiğini öğretir; bunu yaparken, diğer düşünce ve inançları kendisini merkeze alarak konumlandırır ve onların “hataları”nın altını çizer, (4) kişiye bir dizi değer yargısı telkin ederek, erdemli bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğini öğretir; ve bunun doğal bir sonucu olarak, (5) hayatlarını aynı şekilde sürdürmeyen insanlara dair olumsuz imgeler oluşturur.
Dünyanın farklı yerlerindeki büyük ve küçük çaplı bütün dinî gruplarda (ve hatta kimi seküler kültlerde) benzeri özelliklere rastlamak zor değildir. Hatta, tam da bu benzerlik nedeniyle, inanç sahipleri (bir parça açık fikirli olmak şartıyla) birbirlerinin sevgilerini, korkularını, ritüellerini ve bir cemaatin içinde bulunmanın kişi için ifade ettiği anlamları çok daha kolayca anlayabilirler. Yine de, inanç sahiplerinin, din değiştirmeleri kolay olmaz. Örneğin, ana akım içindeki bir Müslüman, kolay kolay Ahmedî olamaz. Ya da, dünyanın ancak İsa’nın ikinci gelişine dek varolacağı düşüncesiyle büyüyen ve algılarını baştan bir kez o şekilde oluşturmuş bulunan bir Hıristiyan, (otantik olan ya da olmayan) bu teolojisini yıkan ve farklı bir şekilde yeniden inşa eden İslam’ı kolay kolay benimseyemez. Çünkü, zihinlerdeki kalıplar çok küçük yaşta oluşur, kemikleşir ve sonrasında kolay kolay esnemezler.
Bir soru
Gerek Hıristiyan gerekse Müslüman âlimlere eskiden beri sıklıkla sorulan sorulardan biri de, başka inançları benimseyen insanların ölüm sonrasındaki durumlarının ne olacağıdır. Bu soruya eskiden beri farklı cevaplar verilmiş olsa da, iki büyük İbrahimî dinin bu konudaki geleneksel yaklaşımı hep aynı gibidir: Başka inançların mensupları için kurtuluş yoktur.
Bu cevap, araştırma yükümlülüğünün kişiye ait olması, kendisine doğru şekilde tebliğde bulunulmamış olan insanların bilemeyecekleri şeylerden ötürü yargılanmayacakları, cennetin ve cehennemin seviyelerden ibaret olması gibi bir dizi argümanla gerekçelendirilmeye ve hafifletilmeye çalışılmış olsa da, hüküm açıktır.
Ne var ki, hayata baktığımızda, insanların, yapıları gereği, henüz yetişkin dahi olmadan bu konuda zihinsel kapasitelerinin (ve hatta hür iradelerinin) önemli ölçüde sınırlandığını görüyoruz. Durum bu iken, “Ama biz babalarımızı böyle yaparlarken gördük” (Şuara 74) itirazının haklılık payı yok mu?
taraf@serdarkaya.com
twitter.com/derinsular
Yorum Yap