- 24.02.2015 00:00
İDEOLOJİ NEDİR,
DEVLET VE İDEOLOJİ..DEVLETİN İDEOLOJİSİ OLUR MU?.
PEKİ YA OSMANLI DEVLETİNİN?.
İÇİNDEKİLER
BİLGİ KİMLİK İLİŞKİSİ..VE İDEOLOJİYE GİDEN YOL..3
PEKİ YA DEVLET..DEVLETİN İDEOLOJİSİ KONUSU?..4
MARKSİST-LENİNİST DEVLET ANLAYIŞININ ELEŞTİRİSİ9
KİMİZ BİZ, NEDEN “KENDİMİZE BENZERİZ”!..11
DEVLET VE BİREY.. BATI’DA VE BİZDE..12
GİRİŞ
“Stratejik olarak derin tarihimizden” kaynaklanan “Stratejik zihniyetimizi” temel alarak “Türk usulü”, “tarihimize ve kültürümüze, geleneklerimize uygun” bir başkanlık sistemini tartışmaya hazırlanıyoruz.. “Rahmetli Türkeş tarafından da tarih ve töremize uygun olduğu ifade edilen”[1] böyle bir sistemi tartışmaya hazırlandığımız şu günlerde, “gelinim sana söylüyorum kızım sen anla” diyerek (!) konuya açıklık getirmek amacıyla (tartışmanın nasıl bir tarihi zemin üzerinde geliştiğine işaret etmek amacıyla) bu çalışmayı yayınlıyorum. Başkanlık sistemi konusundaki daha ayrıntılı-somut düşüncelerimi daha sonra AK Parti bu konudaki programını açıkladıktan sonra ifade etmeye çalışacağım.
Çalışma iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım aşağıda. İkinci kısım ise daha sonra yayınlanacak. Bu bölümde (yani çalışmanın ikinci kısmında) konuya ilişkin olarak daha çok A.Yaşar Ocak’ın ve Halil İnalcık’ın açıklamalarına yer vereceğim. Bu arada ben sadece araya girerek bunlara kendi açıklamalarımı ilave etmekle yetineceğim..
Bismillah diyerek başlayalım!..
İDEOLOJİ NEDİR
İdeoloji, sınıflı toplumlarda, toplumsal sınıfların, ya da kendisi de bir sınıflı toplum gerçekliği olan bir devletin, yaşamı devam ettirme mücadelesinde olaylara ve süreçlere, dış dünyaya, toplumdaki diğer sınıf ve tabakalara, veya başka toplumlarla olan ilişkilere kendi bireysel varoluş eksenlerini-„kendinde şey“ olarak, „kendisi için“ varlıklarını-temel alan bakış açısıdır. Daha başka bir deyişle, toplumsal sınıfların ve devletin dış dünyaya ve kendilerine, kendi varoluş zeminlerine yerleştirdikleri koordinat sisteminden baktıkları zaman görünenlerin (ortaya çıkan düşünce ve fikirlerin) rasyonal- sistemazite- hale gelmesiyle ortaya çıkan paradigmal dünya görüşüdür.
Bu tabiiçok genel ve soyut bir tanım. Olayı daha elle tutulur hale getirmek için açmamız gerekiyor. Bunun için de önce, „bir sistem olarak ele aldığımız zaman toplum nedir“ sorusundan yola çıkacağız. Sonra da sıra, bu zemin üzerinde, sınıflı toplum ve devlet gerçeğini ele alarak, bütün bu açıklamalar zemininde ideoloji olayını yerine oturtmaya gelecek.. Çalışmanın odak noktasını oluşturan „Osmanlı Devleti’nin ideolojisi“ konusunun bu açıklamalardan sonra daha anlaşılır hale geleceğini düşünüyorum.
BİR SİSTEM OLARAK TOPLUM
Evet, önce, “toplum nedir” onu anlamaya çalışıyoruz:
Toplum, elementlerini insanların oluşturduğu bir sistemdir. Nasıl ki çok hücreli bir organizma, elementlerini hücrelerin oluşturduğu bir sistemse, toplum da insanlardan oluşan bir sistemdir. Milyarlarca hücre bir araya geliyorlar, biribirleriyle bağlaşarak insanı oluşturuyorlar. Sonra, bu insanların bir araya gelmesiyle de toplum ortaya çıkıyor.
“Sistem Teorisi’nin Esasları, ya da Varoluşun Genel İzafiyet Teorisi’nde”[2] şöyle diyorduk: “Kendi aralarında bağlaşım-ilişki halinde olup, birbirlerinin varlık şartı olan; yani, ancak bu bağlaşımın-ilişkinin sonucu olaraktır ki, birbirlerini yaratarak, birbirlerine göre bir varlığa sahip olabilen gerçekliklerin (ki, bunları biz, PARÇA ya da ELEMENT olarak tanımlıyoruz) meydana getirdiği bütüne bir SİSTEM denilir”.[3]
“Bu evrende var olan her şey, kendi içinde, A ve B gibi, yapısal ve fonksiyonel anlamda iki temel parçadan oluşan bir A-B sistemi iken (buradaki A ve B rasgele-sembolik ifadelerdir), aynı anda, bir dış unsurla etkileşmeye bağlı olarak sistem merkezinde ortaya çıkan izafi varlığıyla, bir başka A-B sisteminin içinde de yer alır (gene, bu sisteme göre bir A ya da B olarak) var olur”. (a.g.e)
En basit örnek olarak bir insanı ele alalım: Eğer insanı bir sistem olarak ele alırsak, onu, A:Beyin ve B:Organlardan oluşan bir A-B sistemi olarak ifade edebiliriz. Dikkat ederseniz, bu ifade sadece organizmanın bir sistem olarak iç yapısına işaret etmektedir. Burada Ahmet, Hasan, ya da Elif vb. yoktur henüz ortada. Bir insanın kendi nefsiyle-kimliğiyle varlığı onun dış dünya ile, başka insanlarla-sistemlerle ilişkileri içinde gerçekleşir-ortaya çıkar. İnsanı, bir an için, bütün dış dünyadan soyutlayarak düşünecek olursak, o, iç yapısı bakımından sistem merkezindeki sıfır noktasında gerçekleşir-varolur (onun “kendi varlığında yok olan” hali diyoruz biz buna![4]). Kendi nefsiyle-benliğiyle insan, aynı anda, sistem merkezi diye tanımladığımız bu sıfır noktasında, çevreyle etkileşmeye bağlı olarak gerçekleşen-ortaya çıkan-ve nöronal bir etkinlikle temsil olunan izafi bir varlıktır-oluşumdur. Bu durumda organizma, ilişki içinde olduğu nesnelere göre, her seferinde başka bir A-B sisteminin içinde A ya da B olarak gerçekleşerek (her seferinde başka bir nöronal etkinlikle temsil olunarak) izafi bir varlığa sahip olmakta, kendini yeniden üretmektedir. Örneğin “ben” -benim varlığımı temsil eden benliğim- ilişki içinde olduğum her nesneye göre beynimde yeniden oluşan -ya da aktif hale gelen- nöronal bir aktivite modeliyle temsil edilerek gerçekleşen izafi bir varlığım-gerçekliğim- siz de öyle; öyle, bütün nesnelere göre varlığı değişmeyen mutlak gerçeklikler, “kendinde şey” varlıklar yoktur bu evrende!
Aynı şekilde, bir toplum da böyledir. Onu da gene kendi içinde bir A-B sistemi olarak ele alabiliriz. Bu durumda da gene sistemin elementleri olan insanlar üretim faaliyeti içinde örgütlenerek üretim ilişkileriyle sistemin iki temel parçasını meydana getirecek şekilde biribirlerine bağlanırlar (sınıflı toplumlar söz konusu olduğu zaman bunlar “yöneten” ve “yönetilen” sınıflar olarak ifade edilirler)..
İşte, her türlü idealist ve materyalist bilgi teorisinin-“varoluş” anlayışının ötesinde, eski dünyaya ait bütün o felsefi dünya görüşlerinin içinden onların diyalektik anlamda inkârı olarak çıkıp gelen “varoluşun genel izafiyet biliminin”[5] özü-esası budur..
BİLGİ KİMLİK İLİŞKİSİ..VE İDEOLOJİYE GİDEN YOL..
Peki, insan ve hayvan, bunların her ikisi de çok hücreli organizmalar, ikisi de hücrelerden oluşan sistemler, ve ikisi de, son tahlilde birer informasyon işleme sistemi[6]; bu durumda, bir hayvanlar topluluğu olan “sürü”yle, insan toplumu arasındaki fark nedir, nereden kaynaklanmaktadır?
İnsan, üretme yeteneğiyle hayvandan ayrılıyor. Hayvan, çevrenin karşısında “duygusal reaksiyonlarla”hayatta kalma mücadelesi vererek varlığını sürdürürken, insan üreterek, üretirken varoluyor. Yani, aradaki fark dönüp dolaşıp üretim faaliyetine dayanıyor..
Üretim ise bilişsel (cognitive) bir faaliyettir. Yani ancak, üretim ilişkileriyle biribirlerine bağlı olan toplum yaratığı insanlar tarafından planlı bir faaliyet olarak yapılabilir. Belirli bir hedefe ulaşmak için plan yaparak problem çözmeye dayanan kollektif-toplumsal bir faaliyettir o. İnsanlar ve toplumlar ancak bu türden yaratıcı bir faaliyet içinde varolarak-gerçekleşebiliyorlar.
Hayvanlar söz konusu olduğu zaman olay bu noktada- bilişsel faaliyet sınırında bitiyor. Çünkü onlarda bina insanlardaki gibi böyle iki katlı değildir. Yani hayvanlarda, insanlarda olduğu gibi, duygusal benliğin üzerine inşa edilen bilişsel bir varoluş hali-dolayısıyla da bilişsel bir benlik ve bilinç- sözkonusu değildir. Bu yüzden de, bilişsel bilim terminolojisinde hayvanlarda duygusal benlikle birlikte ortaya çıkan bilince, “bilinç dışı duygusal bilinç” adı verilir ve olay burada biter.
Ama insan öyle değildir! O, duygusal bilinciyle-kimliğiyle hem binanın alt katında oturan bir hayvandır, hem de, aynı anda, bilişsel işlem yapabilme yeteneğiyle-bilişsel kimliğiyle evrim sürecinin iki katlı olarak tasarladığı-inşa ettiği- binanın üst katındaki komşu olarak daha başka bir niteliktir.
İnsanların ve insan toplumlarının gelişmesi, yani binanın bu şekilde iki katlı olarak inşası süreci ise öyle birden bire ortaya çıkmıyor, belirli aşamalardan geçerek gerçekleşiyor. Yeni doğan bir çocuğu düşününüz. Bu durumda, yani ilk aşamada, esas olan hayvanlardaki gibi duygusal bir varoluş haliyle birlikte ortaya çıkan duygusal bir benliktir. Ergenlik çağına kadar olan sürede, bunun yanı sıra bilişsel benlik de gelişmeye devam eder. Okula gitme, öğrenme, bilişsel işlem yapabilme yeteneğini geliştirme çabaları falan hep bu arada binanın ikinci katını inşa için atılan adımlardır. Bu süreç içinde, ergenlik çağıyla birlikte ilginç bir durum ortaya çıkar. Çünkü bu dönem, sözkonusu iki kimlik arasında iplerin-kontrolün kimin-hangi tarafın-elinde olacağı konusunda bir altüstlük (gel-gitler) çağıdır. İki yan-iki kimlik-arasında henüz daha bir denge oluşmadığı için, duruma göre, bazan duygusal ben, bazan da ötekisi-yani bilişsel ben- öne çıkmaktadır. Ama, en tehlikelisi, duygusal ben’in sistemin bilişsel işlem yapabilme yeteneğini de (yani bilişsel kimliği de) kontrolü altına alarak sisteme hakim olup, ortaya çıkan bu anormal durumu sürekli kılmak için adımlar atmaya başlamasıdır.
Bu çalışmanın çerçevesi içinde bizim konumuz (yani, ideoloji konusu) işte tam bu noktayla ilgili!. Toplumsal düzeyde, duygusal yanın bilişsel yanı kontrolü altında tutmaya çalıştığı o kendine özgü durumu açıklamaya çalışıyoruz!. Bu dönemi, nerede duracağını henüz daha tam olarak kestiremeyen, benlik-kimlik sorununu çözümleyerek belirli bir dengeye kavuşup yerine oturamamış olan sistemin kendini arayışı dönemi olarak da tanımlayabiliriz.
Duruma göre, bu dönem bazan uzun, bazan da kısa sürebilir. Ama her halukarda insanların ve toplumların başına gelen felaketlerin çoğunun bu döneme rasladığını unutmayalım. Bütün o hesap hataları, kendi gücünü olduğundan fazla görme, ya da abartma durumu falan hep bu dönemin özellikleri arasındadır. “Saplantı”, ya da “ideoloji” deyip geçiverdiğimiz ben merkezli o hazır bilgi kalıpları-nöronal programlar da hep bu dönemde ortaya çıkarlar. Somut durumların objektif tahlilini (“bilişsel işlem”) yapamayan sistem, kendisine (o anki psikolojisine uygun) hazır bilgi kalıpları (nöronal programlar) edinir-ya da yaratır-sonra da bunların “aydınlattığı” yolda ilerlemeye çalışır!.
Bu açıdan bakınca, ideoloji olayıyla pozitivist dünya görüşü arasındaki ilişki de kendiliğinden ortaya çıkıyor zaten. Çünkü bütün ideolojiler, son tahlilde, pozitivist dünya görüşüyle-felsefeyle- birlikte hayatiyet kazanan toplum mühendisliği ürünleridir. Objektif gerçeklikten yola çıkarak, bilişsel işlem yapıp-problem çözerek ilerlemek yerine (varolanın-yani objektif gerçekliğin yerine tasavvur ettiğin sanal gerçekliği koyarak) gerçekleşmesini istediğin bir hedefe doğru hayattan kopuk bir şekilde yapılan toplumsal mühendislik faaliyetiyle önceden çizilen bir yolda kör bir gidişi temel alırlar.
Duygusal “ben” dış dünyaya sadece kendi varlığını temel alan bir koordinat sisteminden bakacağı için, kendisini, varlığı “kendinde şey” olan “mutlak bir gerçeklik” olarak görür. Varlığının-kimliğinin dış dünyadan gelen etkilere-girdilere- göre gerçekleşen izafi bir oluşum olduğunu, herşeyin (varoluşun kendisinin de), dışardan gelen etkilere karşı bir reaksiyon hazırlama süreciyle birlikte başladığını anlayamaz. Anlayamaz, çünkü anlamak dediğimiz şey, olayları ve süreçleri belirli bir koordinat sisteminin değerlerine göre ele alabilmekle başlar. Duygusal benliğin dünyasında ise tek bir koordinat sistemi vardır ortada ki, o da, “ben”i temel alarak bu duygusal “ben”le birlikte gerçekleşmektedir.
Bilişsel benlik ise bambaşkadır. O, ancak üretim süreciyle birlikte, onun içinde ortaya çıkar. Ürün, organizma-nesne etkileşmesinin sonucu-sentez- olduğu için, üretim süreci üçüncü bir varlığı temsil eden yeni bir koordinat sisteminin daha ortaya çıktığı bir süreç haline dönüşür. İşte, bilişsel benlik, sürece ürünü temel alan bu üçüncü koordinat sisteminden bakabilen benliktir. Daha başka bir deyişle o (yani bilişsel benlik), her an kendini yeniden üreterek içimizdeki binanın üst katında oturan (ve herşeyi- olup bitenleri gözetleyen) insana ilişkin biliminsanı kimliğidir! Evet, aynen böyle!Bilişsel bir instanz olarak insan, olayları ve süreçleri-ve de kendi nefsini- onlara objektif olarak bakarak görebilen bir varlıktır.
PEKİ YA DEVLET..DEVLETİN İDEOLOJİSİ KONUSU?..
İdeolojiyi, “sınıflı toplumlarda, toplumsal sınıfların, ya da kendisi de bir sınıflı toplum gerçekliği olan bir devletin, yaşamı devam ettirme mücadelesinde olaylara ve süreçlere, dış dünyaya, toplumdaki diğer sınıf ve tabakalara, veya başka toplumlarla olan ilişkilere kendi bireysel varoluş eksenini-„kendinde şey“ olarak, „kendisi için“ varlığını-temel alan bakış açısı; dış dünyaya ve kendisine, kendi varoluş zeminine yerleştirdiği koordinat sisteminden baktığı zaman görünenlerin (ortaya çıkan düşünce ve fikirlerin) sistemazite hale gelmesiyle ortaya çıkan paradigmal dünya görüşü” olarak tanımlamıştık. Şimdi sıra geldi devlet-ideoloji ilişkisine. Amaönce devlet olayını ele alalım; devlet nedir onu da bir görelim:
Sınıflı bir toplumda devlet, toplum bir sistem olarak ele alındığı zaman, onun (sistemin iç yapısını oluşturan unsurlar olarak A ve B ‘nin ötesinde) sistem merkezinde oluşan merkezi toplumsal varlığını temsil eden instanzdır, daha başka bir deyişle, sistemin merkezi varoluş instanzıdır.
Her sistemin bir merkezi vardır!..[7]
Evet, her A-B sisteminde, sisteme “dışardan” gelen madde-enerjinin-informasyonun işlenmesi A ve B’nin kollektif-organize çabalarının sonucu olur, bu doğru. Ama, bu süreci sistemin dışından izleyen birisi olayı böyle değerlendirmez! Çünkü, A-B sisteminin içinde olup bitenler onun sorunu değildir!. Onun için önemli olan ortaya çıkan sonuçtur. O, bu sonuca bakarak, bunu, A-B’nin dışardan gelen bir etkiye cevap verirken, sistem merkezindeki varlığıyla tek bir vücut olarak gerçekleşmesi olayı olarak değerlendirir. Yani, bir A-B sistemi, kendi içinde olup bitenlerin ötesinde, dışarıya karşı, sistem merkezinde temsil olunan varlığıyla tek bir vücut olarak temsil olunur-gerçekleşir. Evet, onun bu “varlığı”, dışardan gelen etkinin-mesajın sistemin içinde işlenmesi sonucunda oluşmaktadır; ama, sistemin içindeki üretim süreci tamamlanıpta ürün-output- oluştuğu an, bu, A-B’nin bir dış etkiye karşı tek bir vücut olarak gerçekleştirdiği cevap olarak bilinir. Her durumda, bir A-B sistemiyle, bizim “dış unsur” olarak ifade ettiğimiz çevre arasında böyle bir ilişkinin mevcut olacağını da dikkate alırsak, ortaya çıkan sonucu şöyle ifade edebiliriz: “Her şey”, kendi içinde bir A-B sistemi iken, aynı anda, sistem merkezinde temsil olunan varlığıyla kendi dışındaki başka bir unsurla olan ilişki esnasında oluşan başka bir A-B sisteminin içinde “bir şey” olarak da var olur, gerçekleşir. Bir A-B sistemi için “dış unsur” olan-“çevre” olan şey, aynı anda, A-B’nin sistem merkezindeki varlığıyla içinde yer aldığı başka bir A-B sisteminde A, ya da B dir.
“Sistem merkezi” deyip duruyoruz, peki, bir sistemin içinde, o “sistemin merkezini” temsil eden bir “nokta”-instanz var mıdır gerçekten?
Cevap, “hayır yoktur” olacaktır! Evet, her sistem, sistem merkezindeki “sıfır noktasında” temsil edilir, ama, sistemin iç yapısı açısından böyle bir “noktaya” bir varlık izafe etmek, sıfıra uzay-zaman içinde maddi bir varlık izafe etmek demektir ki, bu da saçmadır! Sıfır “yokluğu”-“varlık içindeki yokluğu”- temsil eder. Bu nedenle, “olmayan” bir şeyin uzayda bir “noktayla” temsili de mümkün değildir![8] Ama gene de biz deriz ki, “her sistem, sistem merkezindeki sıfır noktasında temsil olunur”! Böyle deriz, çünkü ona- sıfır noktasına- izafe ettiğimiz bu “varlık”, aynı zamanda, bütün sistemlerin-varlıkların mutlak gerçeklikler olarak varolmadıklarını, şeylerin, “kendi varlıklarında yok olan” izafi gerçeklikler olduğunu da ifade eder! Şeylerin “varlıkları” onların “kendi dışlarındaki” başka “şeylerle” olan ilişkileri-etkileşmeleri- esnasında “gerçekleşen” izafi bir oluşumdur!..
Bu o kadar önemli bir sonuçtur ki, bunu kavramadan, yani sıfırın bu sanal-potansiyel gerçekliğini-fonksiyonunu kavramadan başka hiç bir şeyi kavramak mümkün değildir[9]!
HER DURUMDA, SİSTEM MERKEZİ, SİSTEMİN İÇİNDEKİ “DOMİNANT UNSUR” TARAFINDAN TEMSİL OLUNUR!
Sistem gerçekliğinin kendi içinde örgütlü bir bütün olduğunu söylemiştik. Şimdi, bu “örgütlü olma” halini-bu “görev bölüşümü” olayını biraz daha yakından ele almaya çalışacağız:
Her sistem, her örgüt, “dışardan” gelen madde-enerjiyi-informasyonu kendi içindeki bilgiyle değerlendirip işleyerek (processing) bir ürün-output-çıktı oluşturmuyor mu; bir sistemin, ya da bir örgütün bütün fonksiyonlarının özü, sistemin içinde yapılan bütün işlerin esası bu değil mi? Elbette! İşte, “görev bölüşümü” dediğimiz olay da bu süreç esnasında, ürünü-çıktıyı- gerçekleştirebilmek için yapılıyor zaten. Sistemin üzerine “çevreden” bir etki geldiği zaman-buna “girdi” deniyor- önce, bu etkiye karşı nasıl bir reaksiyon oluşturulacağı belirleniyor, yani bir reaksiyon modeli- bir plan oluşturuluyor, sonra da, motor sistem aracılığıyla bu planı-modeli hayata geçirmek için çaba sarfediliyor. İşte, bütün o varoluş çabalarının-üretim olayının da-esası budur!. Her sistemin-örgütün- içinde var olan, ve bizim “görev bölüşümü” dediğimiz, yapılan işe, fonksiyona göre biribirini tamamlayarak varolma olayının esası budur!.
Şimdi soru şu; sistemin içinde, “sen şu işi”, “sen de bunu yap” diye görev dağıtan bir instanz- “merkez” (bu anlamda bir orkestra şefi) olmadığına göre, nasıl gerçekleşiyor bu görev bölüşümü? Kimin hangi görevi yapacağı nasıl belirleniyor?..
Cevap çok basit, ama basit olduğu kadar da çarpıcı!! Çünkü, görev bölüşümünü belirleyen, informasyon işleme-varoluş mekanizmasının kendisidir![10] Bu ise, nedeni niçini olmayan bir süreçtir! Evrensel oluşumun-varoluşun doğal mekanizmasıdır! Biraz açalım:
İnformasyonu alıyor musun? Evet! Niye alıyorsun olur mu! Etkileşme olayı bu! Karşı taraf dışardan geliyor, seni etkiliyor! Sen de, kendi varlığını korumak-onu yeniden üretebilmek için bu etkiyi değerlendirerek ona karşı bir reaksiyon oluşturmak zorunda kalıyorsun. Yani, “hayır bütün bunlar beni ilgilendirmez” diyerek dış dünyayla arana mutlak bir sınır çizemezsin (çizmeye kalksan bile bu da gene bir cevaptır-reaksiyondur)!! Çünkü, her türlü etkiye kapalı bir şekilde, bütün diğer varlıklardan “bağımsız” olarak “mutlak” anlamda varolan “kendinde şey” varlıklara yer yoktur bu evrende!![11].
Peki, nasıl yapacaksın bu işi, nasıl koruyacaksın içinde kendi varlığını da ürettiğin o denge durumunu? Ya da, bir üst denge durumuna nasıl ulaşacaksın? Bunun için neye ihtiyaç var? Bilgiye değil mi! Önce, dışardan gelen informasyonun-etkinin- ne olup olmadığını anlayarak onu değerlendirmek için, sonra da, ona karşı bir eylem-reaksiyon-davranış biçimi geliştirebilmek için bilgiye ihtiyaç vardır.
İşte, bir sistemin içinde, sistemin içindeki bilgiyi kullanarak dışardan gelen informasyonu değerlendirme işinde uzmanlaşan bir unsurun -instanzın- ortaya çıkmasına neden olan süreç budur. Sistemin içindeki ilişkilerle (toplum söz konusu olunca bu ilişkiler üretim ilişkileridir) kayıt altında tutulan bilgi, aslında sistemin bütününe ait olduğu halde, görevi gereği-yani varoluş fonksiyonu olarak- merkezde temsil edilen bütüne ait bu bilgiyi kullanarak sistem adına dışardan gelen informasyonları değerlendirmek durumunda olan instanz-unsur, sistemin bütününe ait bilgiyi sürekli tasarruf eder konumda olduğu için, onunla -bilgiyle- adeta özdeşleşir; sahip olduğu fonksiyon onu adeta “bir bilen” konumuna sokar; bu da ona sistemin içindeki bütün etkinliklerde sanki belirleyici-karar verici- durumunda olan oymuş gibi bir görüntü kazandırır. İşte, “dominant” (baskın, belirleyici) olmanın, “sistem merkezinin sistemin içindeki dominant unsur tarafından temsil ediliyor olmasının” anlamı budur.Bütün mesele, A ve B arasındaki ilişkilerle kayıt altında tutulan sisteme ait bilginin kollektif karakteriyle (yani bütüne ait olmasıyla), görevi -varoluş fonksiyonu- gereği, bu bilgiye adeta tek başına tasarruf etmek durumunda olan “değerlendirici” unsurun kendine özgü fonksiyonu arasındaki “çelişkide” yatıyor. Ve öyle oluyor ki, kollektif bir ürün olan bilgiye, görevi gereği bireysel olarak tasarruf etme konumu, sistemin içindeki bu “değerlendirici”-“planlayıcı” kutbu, tasarrufu altındaki bilgiden dolayı sanki sistem merkezini de o temsil ediyormuş konumuna sokuyor; ve bu da onu ilişkilerde “dominant” durumuna getiriyor!.
Getiriyor, çünkü ilişkinin karşı tarafında yer alan “motor sistem” unsurlarının fonksiyonu, sistem adına hazırlanmış olan reaksiyon modelinin uygulanmasından-hayata geçirilmesinden ibarettir. Bunun da gene ayrıca bir nedeni yoktur! Ya, dışardan gelen etkinin bozduğu dengeyi yeniden kurabilmek için, ya da, bir üst düzeyde yeni bir denge içinde varlığını devam ettirebilmek için gerekli reaksiyonu-davranış biçimlerini göstermek zorundasın!. Bu da senin varoluşunun bir sonucu-gereği. Bu işi yaparken de, sisteme özgü reaksiyonu gerçekleştiren unsur -motor güç- olarak gerçekleşiyorsun. Olay bu kadar basittir.
Görüldüğü gibi, görev bölüşümünün altında yatan neden, informasyon işleme mekanizmasının kendisi oluyor. Bütün sistemler, bu mekanizma işlerken, işlediği için varolduğundan, tek bir hücrenin de, çok hücreli bir organizmanın da, bir toplumun da varoluş mekanizması aynıdır. Bütün sistemleri hareket ettiren, sistemin içinde izafi bir varoluş diyalektiğine yol açan “çelişkinin” kaynağı da budur: Sisteme-bütüne-ait bilgiye sistemin içindeki bir unsurun, görevi gereği de olsa, bireysel olarak tasarruf etme durumu, onu, sistem merkezini temsil eder konumuna sokarken, bu durum, sistemin içindeki çelişkinin ve bu çelişkiden kaynaklanan izafi varoluş hallerinin de (hatta, gelişmenin-ilerlemenin, bir durumdan bir başka duruma geçişin de) kaynağı olur...
İşin bir de, “mevcut durumu” -denge halini korumaktan- muhafaza etmekten kaynaklanan yanı var tabi. Evet, denge, son tahlilde, A ve B tarafından birlikte oluşturuluyor. Bu yüzden de, mevcut durumun muhafazasından son tahlilde her ikisi de sorumludur bunların. Ama, dışardan gelen informasyonla-etkiyle birlikte dengenin bozulması söz konusu olduğu zaman, sistem bir yandan mevcut halini -dengeyi-korumaya çalışırken, diğer yandan da, zorunlu olarak, bir durumdan bir başka duruma geçmeye çalışır. Öyle ki, biribiriyle çelişen bu iki süreç, sistemin içinde, mevcut durumu-denge halini temsil eden A ile, bir başka duruma geçişe önayak olan B arasında bir çelişkinin ortaya çıkmasına neden olur. Ama dikkat edilirse, bu çelişki, motor sistem unsuru olarak B’nin, sadece kendi görevini yaparak sistem adına belirli bir reaksiyon modelini hayata geçirmesinden kaynaklanmıyor; dışardan gelen hammadde mevcut durumun içinde, B’nin ana rahminde ürün olarak şekillendiği için, B, kendisinden dolayı değil, ana rahminde taşıdığı ürüne-yeniye- ilişkin bu potansiyelden dolayı yeni bir duruma geçişin temsilcisi konumuna giriyor. A ile B arasındaki çelişkinin kaynağı da işte tam bu noktada ortaya çıkıyor. Bütün bu söylenilenleri hemen bir örnek üzerinde somutlaştıralım:
Toplumu bir sistem yapan nedir? O toplumun neyi nasıl ürettiği değil midir? Elbette!.. Peki, bir toplumda, üretim sürecine ve toplumsal yaşama ait bilgiler-yani toplumun bilgi temeli- nerede ve nasıl kayıt altında tutulmaktadır; insanlar arasında kurulan ilişkiler -üretim ilişkileri- değil midir bu bilgilerin kayıt altında tutulduğu yer?.İşte bütün mesele burada yatıyor! Hangi toplum biçimi olursa olsun, o topluma ait temel yaşam bilgileri üretim ilişkileri tarafından temsil edilir. Bu nedenle, toplumsal üretim sürecinde bu ilişkileri-bu ilişkilerle kayıt altında tutulan bilgiyi temsil eden, bu bilgileri kullanarak üretim sürecini planlayan, neyin nasıl üretileceğini belirleyen unsur -instanz- daima o toplumda toplumsal sistem merkezini de temsil ediyor olarak görünür. İşte, sisteme-bütün topluma- ait bilgilere toplumun içinde bir kesimin bu şekilde tasarruf etme -sahip çıkma- fonksiyonudur ki, bütün toplum biçimlerinde, toplumsal planda temel çelişkinin kaynağını oluşturan da budur. Toplumsal-tarihsel evrim sürecinin diyalektiğini harekete geçiren çelişki bu çelişkidir.
İçinde yaşadığımız kapitalist toplumu ele alalım: Burjuvaziyle işçi sınıfı-çalışanlar- arasındaki ilişkiden oluşmuyor mu bu sistem? Peki nedir bu ilişkinin adı, kapitalist üretim ilişkisi değil midir? Kapitalizme ait bilgiler de iki sınıf arasındaki bu ilişkilerle temsil edilmiyor mu?..Kim temsil ediyor peki bu ilişkileri?..Burjuvazi değil mi?.. Kapitalist üretim ilişkisi sermayeyle maddi bir gerçeklik haline gelmiyor mu; burjuvazi de, sermayeye-üretim araçlarına “sahip” olduğu için sistemin egemen-dominant unsuru değil mi?. Burjuvazinin, mevcut durumu –sistemi koruma- onu muhafaza etme görevi de buradan kaynaklanmıyor mu?..
İlkel komünal toplumu ele alalım. Sistemi bir arada tutan bilgi temeli nedir burada, “kan anayasasındaki”-“Töre”- bilgiler değil midir bunlar; peki nerede ve nasıl kayıt altında tutulmaktadır bu bilgiler, komünal ilişkiler değil midir bu bilgilerin temsil edildiği yer. Gelelim komün üyeleriyle komün şefi arasındaki ilişkiye: Komün şefi bütün komün üyelerince seçiliyor, onlarla eşit haklara sahip biri o da. İlişki, aynen beyinle organlar arasındaki ilişki gibi. Yani, şefin hiçbir üstünlüğü yok diğer insanlardan. Komün üyelerinin kendi aralarından seçtikleri -sistem merkezini temsil eden- bu instanz, bu göreve gelince, görevi gereği, komüne ait bilgi temeli olan kan anayasasını temsil eden unsur haline geliyor.
Ama biz biliyoruz ki, sonra bu durum (yani, dışardan –çevreden- gelen informasyonların-etkilerin değerlendirildiği bilgilere tasarruf etme, bu bilgileri toplum adına temsil etme-kullanma durumu) ilişkiler-sistem değişerek sınıflı toplum gerçekliğine doğru evrildikçe onu -komün şefini- zamanla “dominant” unsur haline getiren zemin haline dönüşüyor. İşte, bütün sınıflı toplumlarda, dış dünyanın karşısında bir sistem olarak toplumsal varlığın-benliğin (self, selbst) temsil edildiği, sistemin merkezi varoluş instanzı olan örgütün -devletin- ortaya çıkış diyalektiğinin altında yatan budur.
PEKİ YA, DEVLETİN İDEOLOJİSİ?..
Sınıflı bir toplumda, sistemin merkezi varoluş instanzı olan devlet de (diğer toplumsal sınıflar gibi) kimlik sorununun çözümlenerek henüz daha yerine oturmadığı bir dönemde- yani ergenlik çağında-duygusal benliğin bilişsel benliği-kimliği kontrolü altında tuttuğu bir aşamada bulunmaktadır.İşte, daha önce “Saplantı”, ya da “ideoloji” olarak adlandırdığımız devlet-ben merkezli hazır bilgi kalıplarının (“devletin ideolojisinin) ortaya çıktığı dönem bu dönemdir. Bu durumda, somut durumun objektif tahlilini (“bilişsel işlem”) yapamayan devlet de, (tıpkı sosyal sınıflar gibi) “kendinde şey” olarak kendisine (o anki psikolojisine uygun) hazır bilgi kalıpları (nöronal programlar) yaratmakta, sonra da bunların “aydınlattığı” yolda ilerlemeye çalışmaktadır. Olay bundan ibarettir!.
MARKSİST-LENİNİST DEVLET ANLAYIŞININ ELEŞTİRİSİ[12]
Bütün bu açıklamalardan sonra, şimdi soruyoruz: Sınıflı bir toplumda devlet (işçi sınıfının ergenlik çağı ideolojisi-bilimi olan Marksizmin bize öğrettiği gibi) basit bir şekilde, “hakim sınıfın örgütü-baskı aracı” mıdır?..
Marksist-Leninist sistem anlayışı aslında Newton Fiziğinin-Klasik Bilim’in sistem anlayışıdır. Buna göre, bütün nesneler, önce, mutlak bir uzay-zaman içinde, varlığı, varoluşu başka hiçbir nesneye, varlığa bağlı olmaksızın “kendinde şey” olarak varolan varlıklardır (aynen bir patates çuvalının içindeki patatesler gibi!. Çuvalı evren, patatesleri de bunun içindeki varlıklar olarak düşünürseniz, klasik materyalist evren-varlık anlayışına ulaşırsınız!.) Bu durumda, ancak daha sonradır ki, “kendinde şey” olarak varolan bu varlıklar kendi aralarında etkileşmeye de başlarlar!.
Buraya kadar buna “kaba, mekanik materyalizm” deniyor. Marksist felsefe ise bu zemine bir de “diyalektik” kavramını ekleyerek “diyalektik materyalizmi” tanımlar.Bu durumda, her biri gene önceden “mutlak”-“kendinde şey” olarak varolan varlıklar, daima (gene kendileri gibi olan) “kendi zıtlarını yaratarak onunla birlikte varolurlar, ve zamanla kendi zıtlarına dönüşürler”!..
Bir örnek olarak kapitalist toplumu ele alırsak, diyalektik materyalist felsefeye göre buradaki sınıflar-burjuvazi ve işçi sınıfı, herbiri, özünde bir diğerinden bağımsız olan “mutlak gerçeklikleri” temsil ederler. Yani bunların varoluşu karşılıklı ilişkiye bağımlı değildir- bunlar izafi birer gerçeklik değildir. Böyle olunca da tabii ne oluyor o zaman, örneğin kapitalist toplum burjuvazinin temsil ettiği “kendinde şey” bir sistem olarak anlaşılıyor. İşçi sınıfı ise, kendinde şey bu sistemin içinde ondan bağımsız, ama onun zıttı olarak varolan ve gelişen başka bir sistemi-sosyalist sistemi-temsil etmiş oluyor. İşte, işçi sınıfının kapitalist sistemi altederek onun yerini alan başka bir sistemi-sosyalist sistemi-“inşaaya” kalkışmasının mantığı budur!.Görüldüğü gibi Marksist devrim anlayışının özünü Marksist-Leninist sistem-varoluş anlayışı oluşturuyor. Bu durumda, sistemin -kapitalist toplumun- merkezi varoluş instanzı olan örgüt olarak DEVLETE de artık sistemin hakim sınıfı olan “burjuvazinin örgütü” olmaktan başka bir anlam kalmıyor.
Açıkça görüleceği gibi bunun nedeni tamamen materyalist-“kendinde şey” olarak varolma anlayışıdır. Herbiri “kendinde şey” olarak varolan iki sınıf ve bunların temsil ettiği iki ayrı sistem var ortada!. Devlet de, egemen sınıfın, yani burjuvazinin temsilcisi olan örgüt oluyor. Burjuvaziyle özdeş olan kapitalist sistemi burjuva-kapitalist devlet temsil ederken, işçi sınıfıyla özdeş olan sosyalist sistemi de sosyalist devlet temsil etmiş oluyor; sisteme materyalist bir zeminden ideolojik bir gözlükle baktığın zaman görünen budur!..
YA PEKİ, ANTİKA DEVLET, O NASIL BİR DEVLETTİR-O KİMİN DEVLETİDİR, VE DE ONUN İDEOLOJİSİ NASIL BİR İDEOLOJİDİR?..
Sınıflı bir toplumu, “yönetenler” ve “yönetilenler”den oluşan bir sistem olarak tasavvur ettiğimiz zaman, ilk anda hemen klasik Batı toplumları geliyor gözümüzün önüne. Örneğin, kapitalist toplum. Ve hemen diyoruz ki, buradaki sınıflar burjuvazi ve işçi sınıfıdır.. Bir de tabii, yukarda açıklamaya çalıştığımız gibi, sistem merkezinde gerçekleşen -bizim “devlet” adını verdiğimiz- merkezi varoluş instanzı.. Bu şema, köleci toplumdan feodal topluma, oradan da kapitalist topluma kadar bütün Batı toplumları için geçerlidir. Örneğin, feodal bir toplum, feodaller adı verilen yönetenlerle -yönetici sınıfla-, serfler-köylüler adı verilen yönetilenlerden oluşurken, feodal sistemi temsil eden devlet de gene sistem merkezinde “oturan” bir kral tarafından temsil olunur. Benzer bir durum köleci toplum için de söz konusudur.[13] Ama dikkat edin, bütün bu toplumların hepsi de, bir şekilde, barbarlığın yukarı aşamasından sonra, toprağa yerleşip tarımsal faaliyette bulunarak medeniyete giren, bu süreç içinde devletleşerek sınıflı toplum haline gelmiş olan toplumlardır. Bu yüzden, bu toplumlarda “yönetenler” ve “yönetilenler” daima üretim faaliyeti içinde ortaya çıkarlar. Devlet ise, sistemin merkezi varoluş instanzı olarak, bu süreci-üretim faaliyeti içinde gerçekleşen bu sistemi- temsil eden üst örgüt olarak var olur.
İşte mesele burada! Bizim gibi, barbarlığın orta aşamasında iken, tarihsel devrim mekanizmasına uygun olarak fetih yoluyla devletleşen toplumlarda ise, sınıflar üretim faaliyeti içinde ortaya çıkmazlar. Bu durumda zaten devlet de, fethedilen toprakları-ülkeleri yönetebilmek zorunluluğu içinde yukardan aşağıya doğru gerçekleşmektedir. Tamamen fetihçiliğin ürünü olan bu tip devletler, daha ilk andan itibaren, fetihlerde elde edilen ganimetin beşte birine sahip olan eski barbar fatih yöneticinin (etrafındaki silahlı-silahsız yoldaşlarıyla birlikte) temsil ettiği (toplanan vergilere-haraçlara el koyan) silahlı bir örgüttür. Bu örgüt ve onu temsil eden yönetici “fatih”, bir süre sonra, aşiretten çıkma bu sistemin yapısı gereği, otomatikman, sistem merkezindeki sıfır noktasında oturduğu kabul edilen “Tanrı” adına “bütün mülkün ve üretim araçlarının sahibi” olan bir instanz haline dönüşüverir. Dikkat edilirse, burada yönetenler sınıfı, feodaller, ya da burjuvalar falan gibi öyle aşağıdan yukarıya doğru, üretim faaliyeti içinde üretim araçlarına sahip bir sınıf olarak ortaya çıkmıyor. Burada devlet ve onu yöneten devlet sınıfı, daha işin başından itibaren, yukardan aşağıya doğru ortaya çıkan bir instanzdır-örgüttür. Yani varoluş gerekçesi üretim faaliyeti falan değildir.
Peki ne oluyor bu durumda? Batı toplumlarında, yönetenler sınıfıyla sistem merkezi -devletin oluştuğu yer- arasında herşeye rağmen gene de bir mesafe bulunurken -yani bunlar, bir ve aynı şey değilken- fetih yoluyla devletleşen, barbarlığın orta aşamasından -aşiret toplumundan çıkma Osmanlı gibi toplumlarda, sıfır noktasıyla (yani “Tanrının bulunduğu” sistem mekeziyle) Sultan -yönetici devlet sınıfı- arasında neredeyse hiç mesafe kalmıyor!!. Eski aşiret-komün şefinin yerine geçen Sultan, komün şefinin temsil ettiği sıfır noktasını, yani Tanrıyı da temsil eder hale gelmiş oluyor!. İşte, bizdeki mutlak merkeziyetçi devlet anlayışının ve bunu temsil eden Sultan’ın etrafında örgütlenen devlet sınıfı olayının özü, varoluş gerekçesi budur. İşte, bugün birilerinin çok özendiği o devletçi tarihsel “stratejik zihniyetimizin” maddi temeli budur!..
Dikkat ederseniz, bu durumda devlet artık varolan sınıflardan “göreceli bir şekilde bağımsız hale gelmiş bir örgüt” değildir!. Yani öyle “Bonapart’ın hükümet darbesinden” sonra ortaya çıkan ve sanki sınıflar üstüymüş gibi caka satan bir örgüt değildir! Bizzat kendileri bir sınıf olan (devlet sınıfı) yönetenlerin temsil ettiği bir instanz-örgüttür o artık!. Sistemin merkezi varoluş instanzıyla –ve de, sıfır noktasını temsil eden Tanrıyla- yönetici sınıfın varoluş instanzının -benliğinin- neredeyse bir ve aynı şey haline gelmiş olduğu bir durumdur bu..
Tamam, Roma’yı fethederek “Büyük Roma-Cermen İmparatorluğu”nu kuran Cermenler’in durumu da Osmanlılara benziyordu. Osmanlı Doğu Roma’yı fethettiyse Cermenler de Batı Roma’yı fethetmişlerdi; ama, aradaki benzerlik durumu daha öteye gitmedi! Çünkü, her iki olayın gerçekleştiği ortam farklı idi. Cermen barbarlarının Osmanlılar gibi sürekli fetihçi bir ruh hali içinde olmalarını gerektirecek bir durum yoktu orada. Bu nedenle, bir süre sonra, toprağa yerleşim ve üretim faaliyetinin öne çıkışıyla birlikte, feodal bir sistem ortaya çıktı. Fatih şef de gücünü-varoluş gerekçesini üretim faaliyetinden alan feodal bir kral haline geldi... Buna bir de kilisenin barbar şeften -kraldan- ayrı baş çeken otonom bir güç olarak iktidarı onunla birlikte paylaştığını da eklerseniz olay daha da iyi anlaşılacaktır. Yani, Cermen fatih istese de Doğu’daki gibi -örneğin Osmanlı’daki gibi merkeziyetçi-kadiri mutlak bir Sultan haline gelemezdi!..
Peki bu durum sadece, bize özgü bir şey midir; yani, devlet sınıfı olarak karşımıza çıkan o kadir-i mutlak instanz sadece bize özgü birşey midir? Ya da, Doğu’da, barbarlığın orta aşamasından sonra fetih yoluyla devletleşen toplumlara özgü birşey midir bu?.
Hayır, bu işin bir yanı; ama olayın kökleri-ve nedenleri- daha derinlerde! Alın o eski Sosyalist toplumları, nedir şimdi buralardaki o “devlet”? “Devletin kendiliğinden söneceğinden” falan bahsediliyordu!!. Ne oldu sonra? Pratikte, burada da gene kendisi için varolan, kendi varlığıyla -iradesiyle- işçi sınıfının ve devletin varlığını bütünleştirmiş olan bir sınıf-devlet sınıfı- olayıyla karşı karşıya kalmadık mı?. Dikkat ederseniz, kendisine sınıf demeyen bu sınıf da gene varoluş gerekçesini üretim faaliyeti içindeki fonksiyonundan almıyordu; “işçi sınıfı ideolojisine” göre devlete sahip olmaktan, onu temsil etmekten gelen kendine özgü bir varoluş haliydi bu da! Bu durumda sistem kendi içinde kendi kendini üreten canlı bir organizma değildi. Emir komuta zinciriyle çalışan, biyolojik bir makina gibiydi, mekanik bir yapı vardı ortada!.
Alın bugünkü Çin’i, nasıl bir sistemdir bu şimdi?Gene aynı değil mi!. Artık fosilleşmiş de olsa, halâ, ideolojik bir instanz olarak Komünist Partisi adı altında örgütlü, sınıflar üstü bir “yönetenler sınıfı” var orada da. Devleti bunlar elde tutuyorlar! Peki ya Çin burjuvazisi ve işçi sınıfı (ve de bunların oluşturduğu kapitalist sistem)? Manzara aynen daha önce bizdeki gibi değil mi! Nasıl ki bizde de, devletle bütünleşmiş olan o devlet sınıfının yanı sıra bir de burjuvalardan ve işçilerden-çalışanlardan oluşan bir kapitalist sistem vardı ortada, Çin’de de öyle!. Bu açıdan baktığınız zaman, biz Çin’den çok daha ilerdeyiz tabi!. Bizde kapitalist sivil toplum -zamana yayılan bir süreç içinde- daha 1950’de iktidara adım atmaya başlıyor. Ve bugün artık Devlet sınıfı iyice tükenmeye yüz tutmuş durumda. Yarın Çin’in olacağı da budur!. Nasıl ki bugün bir Arap Baharı’ndan bahsediyoruz, yarın bir de Çin Baharı (sonra, sırada Rus baharının olduğunu da unutmayalım!) başlayacak!. Komünist Partisi’nin temsil ettiği sisteme -devlete- karşı Çin sivil toplumu ayağa kalkacak!. Bunun ne zaman, nasıl olacağı falan ayrı bir konu!. Her ülkenin kendi tarihsel gelişimi belirliyor bunu. Bizdeki gibi zamana yayılarak mı olur, yoksa daha başka türlü mü bunu kimse bilemez.
KİMİZ BİZ, NEDEN “KENDİMİZE BENZERİZ”!..
Evet, tekrar altını çizelim, kimiz biz, neden böyleyiz, neden Batı toplumlarından, onların tarihsel gelişme süreçlerinden farklıdır bizim yaşam çizgimiz?
Bizim sınıflı topluma-medeniyete geçişimiz konar-göçer geleneklerimizin, yani tarihsel olarak oluşmuş toplumsal DNA’larımızın (kültürel bilgilerin-yaşam bilgilerinin) Batı toplumlarında olduğu gibi (Cermenler’de olduğu gibi) toprağa yerleşerek tarımsal üretime başladıktan sonra, üretim süreci içinde, yeni üretim ilişkilerine uygun olarak değişmesiyle olmaz; fetihçilik ruh haliyle içine girilen yeni yaşam koşullarının zorlamasıyla, eskilerinin -mevcut yaşam bilgilerinin- üzerine bazı yeni bilgilerin ilave edilmesiyle (mevcut niteliksel halin içinde kalarak-öğrenmekle) gerçekleşir. Çevreye-yeni koşullara uyuma bağlı olarak, bazı toplumsal genler[14] pasif hale getirilirken, bazıları da, ortaya çıkan yeni durumları da -bilgileri de- kodlayacak şekilde kendi aralarında yeni birliktelikler oluşturarak gelişirler. Yani, tarihe barbarlığın yukarı aşamasından girmiş yerleşik toplumlar gibi, yeni bir üretim süreci içinde yeni üretim ilişkileri yaratan, yeni yaşam tarzını bu ilişkiler içinde üretilen bilgilere göre gerçekleştiren bir toplum değiliz biz. Bu yüzden de bugünün içinde geçmişin nasıl yaşadığına-varolduğuna ilişkin çok özel bir örnek teşkil ederiz. Bizde hala binlerce yıl öncesine ait bazı toplumsal genler (yaşam bilgilerini ihtiva eden nöronal programlar) farklı biçimler altında aktif halde olduklarından, bugünün yaşamını üretirken, farkında olmadan, bunu geçmişten kalan mirasa uygun olarak yerine getiririz. Bu genler çok değişik biçimlerde güncelleşmiş, “modernleşmiş” bilgileri üretiyor görünseler de, görünüşün biraz altına inince hemen “bizi bize benzeten” özelliklerimizi görürüz!
Bir örnek verelim: Hiç düşündünüz mü “bizde neden önce bir bina yapılır da onun alt yapısı, suyu, elektriği, kanalizasyonu vs. sonradan akla gelir” diye (son yıllarda kapitalizm geliştikçe bunlar hep değişiyor artık!). Bina yapmak yerleşik toplum kültürünün bir parçasıdır. Bizse bilinç altımızda halâ göçebe geleneklerimizle yaşarız. Bizim için önemli olan, o anki ihtiyacı karşılamak üzere bir binanın yapılması ve onun içinde oturmaktır! Kanalizasyon, elektrik, su vs. bunlar normal koşullarda yerleşik toplum kültürünün bileşenleri olarak bina yapımının ayrılmaz parçaları oldukları, biribirlerinden ayrı düşünülemeyecekleri halde, bizim için bunlar henüz daha bir arada öğrenilmiş ve bilinç dışı kültürel unsurlar haline gelmiş olmadıklarından (sonradan öğrenilmiş ve kayıt altına alınmış olduklarından) ayrı ayrı aklımıza gelirler. Bu yüzden de, önce o anki ihtiyaç ne ise onu düşünürüz, sonra da diğerlerini!.. Hiç düşündünüz mü neden “Türkün aklı sonradan gelir” denmiş diye!!..
DEVLET VE BİREY.. BATI’DA VE BİZDE..
Burada çok önemli bir nokta var: Neden bizde hep “Devleti korumaktan, ya da kurtarmaktan” bahsedilir? Sadece Osmanlı’da da değil, bugün halâ Türkiye Cumhuriyeti’nde bile, azıcık sıkışsak, neden hemen, “ne olacak bu Devletin hali”, ya da, “Devleti nasıl koruyacağız-kurtaracağız” diye düşünen birileri çıkar ortaya? Hep “korunmaya muhtaç bir Devlet” vardır ortada! Ve de onu “koruyanlar”, “kurtaranlar”!. Herşey bu uğurda yapılır. Darbeler, muhtıralar bunun için verilir. Bu neden böyledir hiç düşündünüz mü, nedir bu işin tarihsel, toplumsal temelleri? Bakın Allah aşkına, en “demokrat” olmaya çalışanlarımız bile o kadim devlet anlayışımıza sığınarak “insanı yaşat ki devlet de yaşasın” deyip çıktıklarını sanıyorlar işin içinden!!.Yani insanı yaşatmaktan amaç bile gene “devlet”, “devleti yaşatmak”!!..Yani, beyinlerimizdeki nöronal ağlar öyle döşenmiş ki, merkeze devleti almadan olmuyor!! Bugün halâ, “sağcısıyla”, “solcusuyla”, “ilericisi” ve “gericisiyle” bütün “Cumhuriyet aydınlarını” (hatta, sıradan insanları bile) içine alan bu ruh halinin esası nedir, nasıl bir kültürel miras “zihniyet” yatıyor bunun altında, hiç düşündünüz mü?
Kentten çıkma Batı toplumlarında birey ve toplum önce gelir, devlet sonra. Devlet, bu zemin üzerinde oluşur; elementlerini bireylerin oluşturduğu sistemin merkezi varoluş instanzıdır devlet. Birey ise, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olarak, kendisi için üretim yaptığı için bireydir. Sosyal sınıfların ortaya çıktığı temel budur. Toplum, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olanlar ve olmayanlar olarak ikiye bölündüğü zaman, sınıflı toplum da oluşmuş olur. Devlet de, böyle bir zemin üzerinde sistemin merkezi varoluş instanzı olarak ortaya çıkar..
Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun oluşumu ve yapısı ise bambaşkadır. Kuruluştan önceki dönemi düşünelim: Konar-göçer çoban bir aşirettir bu. Evet, bir çoban da kendisi için üretim yapmaya başlamıştır, ama o henüz daha batılı anlamda-yerleşik toplum üyesi- bir birey değildir o; kendi varlığını henüz daha birey olarak oluşturamaz;içinde bulunduğu toplumla-aşiretle birlikte vardır. Yani, bizim anladığımız şekilde “ben” yoktur henüz!. “Ben”, toplumdur, aşirettir;ve de aşiret varsa o da vardır!..
Sonra, içinde Batı’daki anlamda bireylerin oluşmadığı bu aşiret toplumu fütuhata girişiyor, ve “Devlet” haline geliyor. Bu durumda, yeni oluşan toplum ve Devlet, Batı’daki gibi, elementlerini bireylerin oluşturduğu bir sistem değildir!!. Sistemin mantığına -ruhuna- göre halâ birey yoktur ortada, çünkü, özel mülkiyet yoktur (“Reaya, Allah’ın Sultana bahşettiği bir nimettir”!). “Mülk Allah’ındır”. Allah adına mülke tasarruf yetkisi ise “Devletin başına” aittir. Osmanlı sisteminin elementleri, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olarak, kendisi için üretim yapan “birey”ler değildir. Osmanlı’da, Allah adına da olsa, mülk sahibi olan tek “kişi” merkezi temsil eden Sultan’dır. Tek “birey”, kendisi için, kendiliğinden varolan tek kişi o dur. Ama onun, yani Sultan’ın „birey „olarak „varlığı“da, Batı’daki gibi, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip „özgür“ bir birey olmasından kaynaklanmaz!. O, Allah’a ait olan mülkün, onu temsilen sahibidir. Yani gene Batı’ daki anlamda „özgür bir birey“ yoktur ortada! “Muhteşem Yüzyıl”daki o Süleyman’ın haline baksanıza, adam bütün mülkün-insanların “sahibi”, ama sanki açık bir hapisanede müebbet hapse mahkum gibi yalnız!..
Diğer insanlara gelince, onlar da gene birey-vatandaş olmayıp, kendi varlıklarını toplumu temsil eden bu Sultan’la-Devlet’le birlikte oluşturabilen, Devlet ve toplum varolduğu için, onunla birlikte varolan “reaya-sürü-kul” insanlardır (“Padişah’ım çok yaşa”, ya da “Devlet başa kuzgun leşe” nedir ki!..) Bu nedenle, Osmanlı insanı için yaşamı devam ettirme mücadelesinin ön koşulu, kendisinden bağımsız olarak varolan o kutsal varlığın- devletin- yaşamını, varlığını devam ettirmesidir!. “Devlet varsa ben de varım”ın anlamı budur! Bu durumda, bireyin olmadığı bir toplumda, Batı’daki anlamda bir “sınıf”tan da bahsedilemez!
Peki Osmanlı Toplumu Osmanlı’nın kendisini ifade ettiği gibi “sınıfsız” bir toplum mudur? Hayır tabii! Osmanlı Toplumu da sınıflı bir toplumdur. Ama buradaki sınıflar Batı toplumlarındakilere benzemezler!. Önce Allah’a, sonra da onun adına -onun yeryüzündeki gölgesi olan- Sultan’a ait olan mülkiyete tasarruf yetkisine sahip Yönetici-“çoban” bir Devlet Sınıfı’yla, hiç bir hakka-hukuka sahip olmayan-sürü (“reaya” sürü demektir) “Yönetilenler’den” oluşur Osmanlı Toplumu!.Göçebe-barbar biraşiret toplumunun fütühat yoluyla devletleşerek sınıflı toplum-Devlet haline gelişiyle, kentten çıkma toplumların sınıflı toplum ve devlet haline gelişleri tamamen farklı şeylerdir.Birinci durumda, aşiret toplumu bireylere ayrışmadan sınıflaştığı için, buradaki “sınıflılık” aşiret yapısının adeta donarak farklılaşmasıyla ortaya çıkar. Fütuhatı yöneten ve ondan aslan payını alan “Yönetici Sınıf” (toplumun çobanları), Tanrı adına mülkün de sahibi olduklarından devletin vergi gelirlerine de el koyarlar. “Yönetilen” sınıf ise “reaya’dır” (yani sürüdür)!
Osmanlıdaki “Devlet Sınıfı”-“Yönetenler”- kavramının batılı anlamda bürokratlarla hiçbir benzerliği yoktur (bu nokta çok önemli)! Çünkü, birey olarak birer hiç olan kullardan oluşur bu sınıf. Tek varlık nedenleri de Sultan’a sadak
Yorum Yap