Nereye geldik, nerede duruyoruz... SON

  • 19.10.2014 00:00

 

ÖNÜMÜZDE YIĞILI OLAN VE ÇÖZÜM BEKLEYEN  DİĞER SORUNLAR..

„Cari açık“ sorunumuz, „tarım sorunumuz“, iklim değişikliğine bağlı olarak ortaya çıkan „su ve kuraklık“ sorunumuz, ihracat, üretim falan derken, sanayi üretimimizin toplam üretim faaliyeti içinde geride kalmasına bağlı sorunlar..ve de, bütün bunlarla içiçe olan diğer sorunlarımız: Demokratikleşme sorunumuz, yeni anayasa yapma sorunumuz, Kürt ve Alevi sorunlarımız, şu an itibariyle bir buçuk milyonu bulan mülteci sorunumuz..Nasıl çözeceğiz bütün bu sorunlarımızı?

Tamam, bütün bu sorunların yanı sıra potansiyelleri de geniş Türkiye’nin. Örneğin, daha geçenlerde Azerbaycan’la imzalanan bir TANAP projesi var. Azeri petrol ve doğal gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktarılması olayı. Kuzey Irak-Kürt petrol ve doğal gazının, gene aynı şekilde  Türkiye üzerinden dünyaya pazarlanması olayı var. Yarın bir barış anlaşması imzalansa bunlara Kıbrıs ve İsrail’de bulunan doğal gaz kaynaklarının gene Türkiye üzerinden dünyaya pazarlanması  da eklenecek. Bunlar çok önemli potansiyeller. Ama görüyorsunuz bunlar öyle çantada keklik değil, bu potansiyelleri hayata geçirebilmek  öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değil,   bir sürü politik engeller çıkarıyorlar Türkiye’nin önüne. Çünkü, ortada daha önceden kurulmuş-20.yy kalıntısı-bir düzen var. Uluslararası ilişkilerin tanımlandığı bir statüko ve onun koruyucusu güçler var. Bunlar istemiyorlar onun değişmesini. Oturtmuşlar seni de bu statüko içinde bir yere oradan daha öteye gitmeni istemiyorlar, bu kadar açık!. Azıcık kıpırdamaya kalktınmıydı ya, hemen ayaklarındaki prangaları hatırlatıyorlar sana!. Eğer o zincirler zayıflamışlarsa da, hemen anında yeni engeller çıkarıveriyorlar önüne!.

Şu işe bakın, daha şurada ne kadar zaman geçti Arap Baharı’ndan bu yana!. Hani bütün o zincirler birer birer kırılıyor,  Türkiye, Osmanlı bakiyesi  bütün o Ortadoğu ülkeleri için bir „model ülke“ olarak görülüyordu!. Ne oldu sonra? Alın Suriye’yi, Libya’yı..isterseniz  Mısır örneğini getirin gözünüzün önüne!. Demokrasi şampiyonu bütün o gelişmiş ülkeler, ipin ucunu kaçırdıklarını düşünerek, otoyolda giderken   birden nasıl U dönüşü yapıverdiler; Türkiye, bir buçuk milyon mülteciyle birlikte nasıl da sap gibi kalıverdi ortada!

Bütün bunlar bir yana, daha şurada iki ay önce adeta  Kuzey Irak Kürt Yönetimi-Türkiye bütünleşmesinden falan bahsediliyordu!. Barzani, referandumla Iraktan ayrılacak, bağımsızlık ilan edecek, sonra da Türkiye’ye katılarak federal büyük Türkiye yolunda adımlar atılacaktı!. Bütün o Kürt petrolleri falan da Türkiye üzerinden pazarlanacağından, hem Kürtler, hem de Türkler için  muazzam bir potansiyel ortaya çıkacaktı!. Davutoğlu’nun formüle ettiği  „stratejik derin“ düşünceler hayata geçiyor gibi idi! Peki ne oldu sonra, kimse daha ne olduğunu, nasıl olduğunu bile  anlama fırsatını bulamadan bir İŞİD olayı çıkıverdi ortaya ve bütün o hesaplar altüst oldu!!. Hani o bir yana, evdeki bulgurdan da olma hesabı, bugün İŞİD, Rojawa falan derken bir de baktık „barış süreci“  bitti mi bitmedi mi diye tartışır hale gelmişiz! Kısacası, siz ne yaparsanız yapın  „evdeki hesap öyle hemen pazara uyuvermiyor“!. Karşınızda koskoca bir 20.yüzyıl statükosu var. Ve adamlar bu düzenin değişmesini istemiyorlar, o kadar!.

E peki ne yapacağız o zaman, oturup kaderimize mi yanalım, yoksa,  „nasıl olsa biz haklıyız, Allah da haklıdan yanadır“ diyerek, bir „ya Allah“ çekip tek başımıza cihada mı kalkalım!!.

ÖNCE, ŞÖYLE BİR SOLUK ALIP, DAHA FAZLA PROBLEM YARATMA SÜRECİNİ DURDURMAK, YANİ, FRENE BASMAK GEREKİYOR!..

Bir kere  şu anlayışı  değiştirmemiz lazım!. „Madem ki biz haklıyız, o halde durmak yok, ya Allah ileri“!!.

Bakın, „haklı olmak“,  eski ile yeni arasındaki mücadelede, „eskinin“ içinden çıkıp gelmekte olan „yeninin“ eskiye göre daha ileri olan  bir denge durumunu temsil etmesinden kaynaklanır. Aynen anne-çocuk ilişkisinde olduğu gibidir bu!. Dışarı çıkmak, yani doğmak, ana karnında gelişen çocuğun hakkıdır. Çünkü, belirli bir noktadan itibaren onun gelişme, varolma mekanı olan-herşeyden önce de, onun için bir koruyucu mekan olan- o ana rahmi artık onun için-yani çocuk için bir hapisane haline gelmektedir, bu açık!  Ama   bu durum size-çocuğa-  „bu böyledir, yani, nasıl olsa bu doğum gerçekleşecektir“  diyerek, objektif olarak vakti zamanı gelmeden, sadece siz-çocuk- bunu istiyorsunuz diye birden öyle doğup dışarıya   çıkma hakkını vermez!! „Eskinin“ içindeki gelişme sürecinin (toplumsal süreçlerde buna „üretici güçlerin gelişme süreci“ deriz) bu iş için uygun hale gelmesini beklemeniz de gerekir..Kendi kendini üreten bütün süreçlerin diyalektiği böyle işler. „Eski“, kendi içinde „yeniyi“ yaratır, onu besler, büyütür, ama o aynı zamanda  onunla diyalektik bir zıtlık-inkar ilişkisi içinde de olduğundan,  bu mücadelede eskiyi temsil eden „haksız“, yeniyi temsil eden ise daima „haklı“ olarak uygun zaman ve mekanla birlikte mücadeleyi kazanır, ortaya çıkar..

„Toplumsal düzey de de bu böyledir“ dedik. Eski devletçi düzenin içinde oluşup gelişen „yeni Türkiye’nin“ güçlerinin eski yapıya göre  haklılığı da buradan gelmiyor mu!. Aynı şekilde, „dünya 5’ten büyüktür“ diyerek 20.yüzyıl statükosunu, onun koruyucusu durumunda olan Birleşmiş Milletler  Güvenlik Konseyi’ni   eleştiren Erdoğan’ın haklılığı da buradan,  20.yüzyıl statükosunun karşısında 21.yüzyıl paradigmasını dile getirmesinden kaynaklanmıyor mu!.

Bunlar tamam; ama buradan hemen, „madem ki biz haklıyız, o halde ya Allah ileri“ diyerek  öne fırlamak, dur durak bilmeden herkesle sürekli kavga halinde olmak   sonucu çıkmaz!. Halkımız boşuna „erken öten horozu keserler“ dememiştir!.Horoz haksız mı burada, haklı tabi,  o, sabahın geleceğini haber veriyor!..Ama  bu kadarı yetmiyor işte!.  Yetmiyor, çünkü, gerçeklik  eskiden beri varolanın içinde gelişip güçlenerek doğru zaman ve mekanla birlikte ortaya çıkıyor.  Evet, „gece ne kadar karanlıksa ay da o kadar parlak doğacaktır“ bu doğru, ya da, „eninde sonunda şafak sökecektir, horozun ötüşü de  bize bunu haber verecektir“ bu doğru, ama, genel bir doğru olan bu öngörü ancak ayın doğmaya başlamasıyla birlikte-ya da, şafağın sökmeye başlamasıyla birlikte- objektif bir gerçeklik halini alır. Günün doğuşunu haber veren o horozun ötüşünün de bu objektif duruma paralel olması gerekir, yoksa, „uyuyup duran milleti rahatsız ediyor“ diyerekten kurtulmaya çalışırlar ondan!..

İnsanlığın vicdanına hitap ederek 21.yüzyıl paradigmasını dile getirmeye çalışan Erdoğan’ın çıkışlarından bahsettiğimi anlamışsınızdır herhalde! Bazan bakıyorum da, „gerici, sağcı“

falan derlerken adam hepimizi geçti, bir numaralı devrimci oldu çıktı, hem de „acilci“ türünden!  Bazan ben bile korkuyorum fazla ileri gidiyor bir şey yapacaklar diye!  Tamam, iyi güzel de, bu yollar o kadar dikensiz değil ki; „ben haklıyım,  bu nedenle,  Allah da bana yardım eder“ diyerek yalın kılıç ortaya çıkmakla olmaz ki bu iş! Evet, haklısın tabi, Allah da haklıya yardım eder, bu doğrudur, ama bütün bunlar, oyunun kurallarına uyduğun sürece,   ittifaklar politikasını göz ardı etmeden, sürekli feedback yaparak  (geriyi kontrol)  adım atmayı öğrendiğin sürece geçerlidir.

Şimdi de sözü, yeni  Türkiye’nin „stratejik derinliği“ olan  Ortadoğu politikalarına getirmek istiyorum!  Şu ana kadar izlenen politikalar, içinde bir takım hataları  barındırmış olsa da,   bence özünde doğrudur. Davutoğlu  bunu „Stratejik Derinlik“ adlı çalışmasında bütün ayrıntılarıyla açıklamış zaten. Son derece önemli bir çalışma. Önce bunu bir teslim edelim.

Ama sonra, daha kitaba başlar başlamaz farkettiğim bir eksiklik var ki, onun da  hemen altını  çizmek istiyorum.   Daha önceki bir yazıda da belirttiğim gibi, Davutoğlu olayı hep  20.yüzyıl paradigması içinde, „uluslararası ilişkiler“ düzeyinde ele alıyor.[1] Sadece bu açıdan bakarsanız gerçekten de tam bir uzman o. Peki, yanlış mı bu?  Adına 20.yüzyıl kalıntısı diyelim, ne dersek diyelim, ortada  uluslararası ilişkilerden oluşan bir yumak-koskoca bir dünya sistemi  yok mu halâ?. Ne yapacaktı yani Davutoğlu?. O da tutuyor, hem bu sistemi inceliyor, hem de Türkiye’nin bu sistem içindeki yerini ortaya koyarak, tek tek, kiminle nerede nasıl ilişkileri olduğunu, bu ilişkilerin gelecekte nasıl olması gerektiğini ortaya koymaya çalışıyor.  Buraya kadar yanlış bir şey yok aslında. Üstelik,  bütün bunları ortaya koyarken, sadece bugün olanları açıklamakla  kalmıyor, tarih ve coğrafyanın derinliklerine de inerek süreci dünden bugüne miras kalan bilgi temeli üzerinde   ele almaya da  çalışıyor. Onun incelemelerinin „stratejik derinliği“ de buradan geliyor zaten.  Yani, olayı öyle 1923’te başlatarak yapay bir şekilde bugüne getirmekle yetinmiyor Davutoğlu.Tarihi,  bir üretici güç olarak ele alıp,   bugünü açıklarken  bu zeminden, bilgi temelinden de- yararlanmamız gerektiğinin altını çiziyor. Kimlik oluşturma süreciyle tarih ve coğrafya arasındaki bağlantıyı çok güzel kuruyor..İki yüz yıllık yabancılaşmayla hesaplaşmamız gerektiğini, bu anlamda toplumun bütünüyle  bir „restorasyona“ ihtiyacı olduğunu söyleyerek atılması gereken ilk adımın  ne olması  gerektiğinin  de altını çizmiş oluyor.

Buraya kadar tamam; ama bence, Türkiye’nin konumundaki bir ülke için bütün bunlar yeterli değildir. Nitekim, iş çözüm noktasına gelince birşeylerin eksik olduğunu  onlar da-AK Partililer de- görüyorlar   ve  tam bu noktada  20.yüzyıl statükosunu oluşturan güçlerin karşısında kendi güçlerinin yetersiz kaldığını görerek çözüm için  insanlığın vicdanını-21.yüzyıl değerlerini yardıma çağırıyorlar!.

İlk bakışta müthiş bir çelişki gibi değil mi,  hatta bazıları bunu çaresizlik olarak bile yorumluyorlar!. Ama öyle değil işte!   AK Partililerin bu çelişkinin, bu diyalektiğin ne kadar farkında olduklarını bilemiyorum, ama,   farkında olunsa da olunmasa da,  21.yüzyıl şafağında   madalyonun-uluslararası ilişkiler diyalektiğinin- artık  iki  yanı var. Ve Türkiye’nin de mutlaka madalyonun bu iki yanında yazanları  birarada okuyarak bilinçli bir şekilde politika üretebilmesi lazım.

Bir örnek verelim isterseniz ve Birleşmiş Milletler teşkilatını, onun Güvenlik Konseyi’ni ele alalım. Bir yanıyla Türkiye’nin kendisi de bu yapının bir parçasıdır, öyle değil mi?. TC’nin kuruluşu, Birleşmiş Milletler’e katılışı, bununla birlikte 20.yüzyılın hakim devletlerinin oluşturduğu statükoyu kabul edişi, bütün bunların hepsi bir gerçektir. Ama o, yani bugünkü yeni Türkiye, bir yandan da,  eskiden beri varolan bu yapının artık  kendisine-ve tabi dünyaya- dar geldiğini  söylüyor. 21.yüzyıla özgü yeni değerleri dile getirerek, „dünya beşten büyüktür“ sloganıyla, eski statükonun artık devam ettirilemeyeceğini ifade ediyor. Buraya kadar herşey normal. Ama nokta!

Bu oluşumun da kendine göre bir diyalektiği var. Tam bu noktada, işte tam bu noktada,    „madem ki bu böyledir“  diyerek  koca bir eski dünyayı öyle bir anda değiştirivereceğinizi düşünerek  politikalar oluşturmaya kalkamazsınız!. Tamam, Mısır’da darbeye darbe diyemeyenlerin maskesini düşürdük, darbeye karşı mücadele eden halk kitleleriyle olan dayanışmamızı  gösterdik, ama şunu unutmamamız gerekiyor  ki, o darbeye darbe diyemeyenler bugün halâ gücü ellerinde tutuyorlar ve  hayat da devam ediyor; yani,  bütün bunlara rağmen, Sisi’nin o Mısır’ıyla da, AB ve ABD ile de  ilişkilerimiz sürecek,  her açıdan alış verişimiz devam edecek!..Ediyor da zaten!.. Tek başımıza, haklı da olsak, biz istedik diye  öyle hemen  yeni bir dünya düzeni   oluşturamayız ki!.

Şunu unutmayalım,  belirleyici olan, son tahlilde İÇ DİNAMİKLERDİR. „Dünya artık küreselleşti, iç dinamik, dış dinamik diye birşey kalmadı, dış içtir artık“ diyerek işin (aslında doğru olan) bu yanını ABARTIRSAK, bunun sadece  sürecin gelişen yanı olduğunu unutursak, o zaman hata yaparız. Bu tıpkı,  „artık ulus devletlerin çözülmeye başladığı bir süreçte, küreselleşme sürecinde yaşıyoruz“ derken, buradan hemen,  ulus devlet gerçeği bir anda buharlaşarak kayboldu sonucunu çıkarmaya benzer!..Halbuki, öyle herşey bir anda olup bitmiyor işte! Evet, 21.yüzyıl, küreselleşme yüzyılı, ulus devlet kabukları dünyanın her yerinde çatlıyor, dünya tek bir dünya haline geliyor. Bu doğru, ama bu bir süreç, burada „ulus devletin yokoluşu“ olayı da sürecin gelişen yanı; yani öyle hemen bir anda olup bitmiyor herşey!. 20.yüzyıl’ın ulus devletler dünyası kendi içinden yarıla yarıla 21.yüzyıl’ın tek dünyasını doğuruyor.  Bu nedenle,  süreç devam ettiği müddetçe henüz daha iç dinamik, dış dinamik ayırımı devam etmektedir..Siz bu gerçeği hesaba katmazsanız farkında olmadan sürece zarar verirsiniz. Tam bu noktada müsade ederseniz daha önceki bir yazımda kullandığım bir anektodu hatırlatayım:

Adamın biri pencereden dışarıya bakıyormuş!. Yandaki ağacın dalları arasında bulunan bir kuş yuvasını farketmiş.  Sonra, biraz daha dikkatli bakınca da, yumurtaların çatlayarak içinden yavru kuşların çıkmaya başladığını görmüş. Ancak, bu arada, kuşlardan birisinin kanadı kabuklara takılı kalmış, öyle ki, yavru kuş  ne kadar çırpınsa da  kabukları bir yana iterek  kanadını bir türlü onlardan kurtaramıyormuş. Sonunda, adam dayanamamış ve gitmiş eliyle kabuğu kırarak kuşu kurtarmış, onun yumurtadan  çıkışına yardımcı olmuş!. Derken, aradan epey zaman geçmiş.. Birgün adam  gene farketmiş ki, diğer kuşlar kanatlanarak uçup giderlerken, onun yumurtadan çıkışına yardımcı olduğu kuş bir türlü uçmayı başaramıyormuş!. Nitekim, birkaç gün sonra  anne kuşun onu yuvadan aşağıya atmış olduğunu farkedince de oturmuş  uzun uzun düşünerek şu sonuca varmış: Meğer yavru kuşun   yumurtadan çıkabilmek için gösterdiği çaba onun gelişme sürecinin bir parçasıymış. O, yani adam,  kabukları kırarak kuşa yardımcı olurken,  farkında olmadan, sürecin iç dinamiğine  müdahale eden bir dış unsur  rolünü oynayarak,   hiç istemeden bu sürece zarar vermiş, kuşun kanatlarının gelişmesine engel  oluyormuş..

Bu anektodu, Libya olayları olurken, Türkiye’nin sürece yapılan dış müdahaleyi eleştiren politikasını desteklediğim bir  yazıda kullanmışım. Ama sonra, Suriye olayları sırasında aynı hataları kısmen biz de yaptık.    

Tamam, Suriye politikamız da özünde  doğrudur; yani burada da gene sürece dışardan müdahele olmaması için uzun süre direndik. Unuttunuz mu,  batılı müttefiklerimiz ve onların içerdeki uzantıları bizi neredeyse   Suriye’yi korumak uğruna  ittifaklarımıza, batılı değerlere-hatta Arap Baharı’na- ters düşmekle falan suçluyorlardı!. Ama sonra, bütün bu baskılara dayanamadık ve biz de, onlar gibi „dış içtir“ falan diyerek gaza gelip,  biraz fazla girdik işin içine! En azından,  muhalefete, „bakın, işin içine silahı sokarsanız  biz  yokuz“ diyemedik!.. Sonra,  batılı dostlarımız- U dönüşü yaparak  ortalıktan çekiliverince de, bir buçuk milyon mülteciyle birlikte  dımdızlak ortada kalıverdik!  

Bu noktada   tabi  bütün suçu batılılara yüklemek de doğru değil!.  Bizim o, „buralar eski Osmanlı hinterlandı ne de olsa  bizden sorulur“ anlayışımızın da rolü oldu hatalarımızda!   Hiç farkında olmadan, işin bu yanını abartarak, herşeye rağmen  belirleyici olanın son tahlilde iç dinamikler olduğu gerçeğini   gözden kaçırdık. Libya olayında, ve başlangıçta Suriye’de, „sürece dışardan müdahale etmek yanlıştır“ diyerek son derece doğru tavır takınırken, daha sonra  aynı politikayı  sürdüremedik. Çok açık bir şekilde gaza geldik; sanki, Arap  devriminin öncü gücü olma misyonunu batılılara kaptırıyormuş gibi telaşa kapılarak, „buralar aslında bizden sorulur devrim kaçıyor aman geri kalmayalım“ mantığıyla hareket ettik ve gereğinden fazla müdahaleci bir dış güç konumuna girdik!. 

Sanırım,  bu noktada, kendimizi 20.yy değerleriyle sınırlamanın, „stratejik derinliği olan düşüncelerimizin“ boyutlarını sadece 20.yüzyıl’ın uluslararası ilişkiler mantığıyla sınırlı tutmanın, küreselleşme süreci politikalarının 21.yüzyıl gerçekleriyle de birlikte ele alınması gerektiğini kavrayamamanın   rolü oldu. Düşünebiliyor musunuz, son yıllarda Suriye ile Türkiye arasındaki ticari ilişkilerin boyutları 15 milyar dolara yaklaşmıştı. Aynı şekilde, ekonomik ilişkilerde Mısır’la da  müthiş bir ivme yakalamıştık. Bu durumda, biraz daha  tempoyu düşük tutarak, mesela bir Mursi’ye  AK Parti’nin başlangıçtaki-2002-2010 arası-  uzlaşmacı politikalarını örnek gösterebilseydik, ya da, Tunus örneğinin-Gannuşi örneğinin- altını çizerek, daha temkinli, kucaklayıcı-evrimci politikalar izlemesi gerektiğini söyleyebilseydik, „nasıl olsa halk bizi seçti“ diyerek hiç arkaya bakmadan ilerlemek yerine,  daima   feedback yaparak hareket etmenin yararlı olacağını önerebilseydik, bu arada, süreç içinde  değişimin başını çekecek yerli  burjuvazinin  güçlenmesinin-iç dinamiklerin daha da gelişmesinin  yolu da açılabilirdi.  İşte Türkiye-Erdoğan jakobenizmi- bunu göremedi. Üretici güçlerin çok daha fazla gelişmiş olduğu bir  Türkiye ile bir Mısır, ya da bir Suriye arasındaki  fark görülemedi.  Yani, sözün kısası, iyi güzel, hızlı devrimci-jakoben falan da, bir Erdoğan   Gannuşi kadar öngörülü  olamadı!  Rasyonal düşünce bir yana bırakılarak, olay sadece  ahlaki boyutlarıyla, haklı haksız olma kriterine dayanılarak  duygusal düzeyde ele alındı ve bu şekilde  güya oradaki isyancılara arka çıkılarak,  büyük bir fedakarlıkta bulunulmuş olundu!!.

21.yüzyıl’da-küreselleşme sürecinin  siyasete getirdiği en önemli boyut, belirleyici olanın artık eskiden olduğu gibi ulus devlet gücü-kimin nerede, ne kadar silahı olduğu değildir,  „yumuşak güç“ olarak da tanımlanan  üretici güçlerin  nerede, ne kadar geliştiğidir.  İşte,  Davutoğlu’nun „stratejik  derin“  politikalarının boyutları  bilinçli bir şekilde 20.yüzyıl parametrelerini aşamadığı içindir ki  bu basit gerçek görülemedi.  Sonuç ortada: Bir buçuk milyon göçmen ve iki yüz binin üstünde ölü!. Çıkın bakalım şimdi işin içinden nasıl çıkacaksanız!. Hepsi bir yana, işin bir de ekonomik yönü var. Hiç belli olmaz, yarın bir bu kadar göçmen daha gelebilir ülkeye. Türkiye’yi pes ettirmek için bu silahı bile kullanabilirler, ne yapacağız o zaman!.

Barzani ile, Kuzey Irak Kürt yönetimiyle kurulan ilişkilerin stratejik değeri açıktır, bu yöndeki politikaları  ben de destekliyorum ve bunu tartışmıyorum. Maliki’nin mezhepçi politikalarına karşı Türkiye’nin verdiği mücadeleler de ortadadır. Ama, bütün bunlar, garip bir şekilde, öyle bir ideolojik  kılıfa sokularak anlaşıldı ki, sanki  „Misak-ı Milli“ gerçekleşiyor!!. Kuzey Irak Kürt yönetimi Irak’tan ayrılarak hemen Türkiye ile bir federasyona gidecek, böylece, Kürt petrolleri de  bizim kontrolümüzde olacağı için, bu, cari açık sorunumuzun çözümünde de stratejik bir rol oynayacak! „Stratejik derinliği“ olan „emperyal“ içgüdülerimiz bizi hemen böyle bir hayal dünyasının içine sokuverdi!

Sonuç gene ortada: İŞİD!!. Daha ne olup bittiğini bile anlamadan birden öyle bir noktaya geldik ki, „rehineler“ falan derken, „çözüm süreci“ de tehlikeye girdi ve „evdeki bulgurdan da olma“ noktasında buluverdik kendimizi! Ne dersiniz, politikalarımızdaki bu „stratejik derinlik“ boyutu pek yaramadı galiba bize!!  Ama hemen bu sonuca varmayalım. Bence sorun, „stratejik derinliğimizin“  o iki boyutlu parametrelerinden madalyonun öteki yanında yazılı olan 21.yüzyıl değerlerini  bilişsel olarak kavrayamamakta yatıyor;  olayı sadece duygusal olarak algılayabiliyor olmamızda yatıyor!. Halbuki politika duygusal zeminde  gelişemez. Duygusal olanı bilişsel hale getirmek gerekiyor, sorun burada..Türkiye, 20.yüzyıl statükosuyla başedemeyeceğini bildiği  için, kendi „yükselen ulus devlet“ politikasını 21.yüzyıl değerlerinin arkasına gizlenerek duygusal bir zeminde geliştirmeye çalıştı!.Hatanın özü buradan kaynaklanıyor!..

HEPSİ BU KADAR DEĞİL Kİ!.

Şu an karşı karşıya olduğumuz stratejik sorunlar sadece bu kadarla da kalmıyor!. Süreç içinde öyle bir noktada bulunuyoruz ki, adeta önümüzde  içiçe geçmiş  sorunlardan oluşan bir yumak var! Devam edelim:

Eskiden Türkiye’ye bir „tahıl ambarı“, bunun da ötesinde „sebze meyva cenneti“ denirdi. Bunlar hem ucuz, hem de boldu bizde. Peki ne oldu şimdilerde?. Sebze meyva fiyatları da aldı başını gidiyor!. Niye? „E işte bu sene don olmuşta“ falan!! Tamam bunların da belki bir etkisi olabilir, ama bence asıl neden tarım politikasının yetersizliğidir. Ne oldu GAP ve Konya Ovası’nın sulanması projeleri? Burası Avrupa coğrafyası değil ki, sadece düzenli yağan yağmurlara bağlı olarak sulama sorunu kendiliğinden çözümlensin!  Bana kalırsa bütün o sulama projeleri de bir ölçüde  „stratejik derin“ politikalarımızın kurbanı oldular!. Nedeni açık sanıyorum!. Niye bir türlü bitmiyor o GAP projesi dersiniz? GAP demek su-sulama demek. Yani, Dicle ve Fırat’ın  barajlarda tutulan sularının sulama projeleriyle büyük ölçüde Türkiye’nin içinde kalması demek. Ama buna da, kendilerine az su kalıyor diye Araplar karşı çıkıyorlar!. Tamam, Türkiye diyor ki, „geriye kalan su size de yeter, ama bunun için sizin de suyu modern yollarla değerlendirebilmeniz lazım, yani öyle, su akar Arap bakarla olmaz bu iş“!. Fakat  söylemeyle olmuyor tabi!. Nerde onlarda o yönde çaba, onlar hala petrol ve mezhep savaşlarıyla,  biribirlerinin kuyusunu kazmakla meşguller!. „Hayır“ diyorlar  „olmaz, öyle GAP falan diyerek suyu kendi topraklarınızda alıkoyamazsınız“!. Türkiye de,  „aman ilişkilerimiz bozulmasın“, sonra „stratejik derin“ yanımız zedelenir  diyerek frene basıyor!.. Konya ovasının sulanması projesi  de öyle!. Araya bir Kıbrıs sorunu giriyor ve Kıbrıs’a denizin altından su göndermek projesi öncelik kazanıyor!..Biz bu gidişle  o  „derin hayallerimizin“ içinde  kaybolup gideceğiz galiba!!. 

Şunu anlamıyorum: Örneğin, Kürt petrollerinin Türkiye üzerinden dünya pazarlarına sunulabilmesi için öyle Osmanlı dönemi kardeşliğini falan temel alan  „stratejik olarak derin“  özel bir politikaya ihtiyaç var mıdır? Eğer bu olay her iki tarafın da çıkarına ise zaten hayata geçer, değilse, siz istediğiniz kadar „stratejik derinlikten“ falan bahsedin kimse takmaz bunları!..Aynı şey   bütün diğer ticari-ekonomik ilişkiler için de geçerlidir. Daha iyi kalitede malları daha ucuza üretip pazarlayabiliyor musunuz siz,  pazarda yer tutabilmenin özü budur artık..Ancak olayın bu özü kavranılamazsa  o zaman başka şeyler öne çıkıyor ve sorun o zaman 20.yüzyıl kalıntısı bir nüfuz bölgeleri yaratma ve paylaşım mücadelesi haline dönüşüyor. Bu durumda tabi sen de, kaçınılmaz olarak, pazar payını arttırabilmek için ekonomi dışı faktörlere sarılmaya kalkıyorsun!. Aradaki  tarihi-kültürel bağlar falan derken, neredeyse bunlardan bir ideoloji yaratarak insanları bu ideoloji etrafında toplanmaya çağırıp, bu arada da   paylaşım mücadelesindeki gücünü  arttırabileceğini düşünüyorsun!..

Almanya’yı ve AB ülkelerini ele alalım. Türkiye’nin ihracatının yarısı bu ülkelerle. Peki neden acaba? AB ile tarihi ve kültürel olarak  „derin“ ilişkilerimiz var da o yüzden mi? Diğer faktörlerin yanı sıra, buralarda beş milyona yakın Türkiyeli bulunuyor da ondan.. İnsanların  tüketim alışkanlıklarında kültürel faktörlerin rolü açıktır. Aynı şekilde, Orta Doğu ülkeleriyle olan ilişkiler için de geçerli bu, ama o kadar!. Tarihsel ve kültürel bağların, geçmişin altının çizilmesi, bunların öne çıkarılması   elbette ki  önemli; Davutoğlu’nun „stratejik derinlikli“ dış politika stratejisinin   ekonomik ilişkiler   açısından   önemli bir işlevi var, bunu kimse inkâr edemez; ama bu kadar!. Fakat siz tutupta bu işi abartıp buralardan  ideolojik takıntılar yaratmaya kalkarsanız o zaman işin rengi değişiyor ve farkında olmadan kendi yarattığımız o tutkuların esiri haline geliyoruz!.     

Hani, tarım, sulama falan derken aklımıza hep GAP, Konya Ovası Projeleri falan geliyor ama, aslında olayın boyutları sandığımızdan daha da geniş.  Bir de iklim değişikliğine bağlı olarak ortaya çıkan KURAKLIK sorunu var Türkiye’nin. Yapılan araştırmalara göre 2030 lara doğru gerçek bir sorun haline gelecek kuraklık. Tarım falan bir yana, su bulamayacak insanlar içmek için, şakası yok işin!.Bu öylesine ciddi bir sorun ki ne GAP Projesi, ne de Konya Ovasını Sulama Projesi falan hiç kalır bunun yanında. Su olmazsa, hangi suyu tutarak sulayacaksın tarlaları!

Görüyorsunuz,   „Yeni Türkiye“, „2023 te 500 milyar dolar ihracat“ falan derken bugün çok da uzak olmayan bir gelecekte adeta elde olanları da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız..

PEKİ O ZAMAN NE YAPMALIYIZ?.

Evet, bu kadar yeter sanıyorum, nerede bulunduğumuz apaçık ortada!. Kim ne derse desin, eskiden olduğu gibi yola devam edemeyiz artık. 20.yüzyıl kalıntısı yöntemlerle, artık çok gerilerde kalan eskimiş bir paradigmayla bu gemiyi yürütmek mümkün değildir. Öyle, ayakları  yere-bugüne- basmayan, dünden bugüne uzanmaya çalışırken  bir türlü  bugünün gerçekleriyle tam olarak buluşamayan, bir ucu ideolojik sapmalara açık „stratejik olarak derin“ politikalarla   yeni Türkiye’yi inşa edemezsiniz. Hani daha, oy oranını arttırarak yeni anayasa  yapımı sorununu falan halletmek   vardı gündemde!. Nasıl olacak bu iş?  Geçenlerde haberlerde söylüyordu, elektrikten doğal gaza kadar enerjiye de yüzde dokuz zam gelmiş. Evvelsi gün de ilaca zam gelmişti. Döviz yükseldikçe cari açık da artıyor, enflasyon da..Bu kadar açık! Senede 50-60 milyar doları-döviz olarak-enerji için dışarıya ödemek zorunda kaldığımız sürece bu çemberi kırmamız da pek öyle mümkün görünmüyor. Ya, umudu Azeri-Kürt petrollerine bağlayarak buna uygun  paylaşım savaşlarına gireceğiz-bu türden mücadelelere zemin yaratma amaçlı  ideolojik açılımlara kalkışacağız, ya da, oturup bu işin başka bir yolu var mı onu düşüneceğiz.

Valla bu sene izinde anamız ağladı, „Türkiye Almanya’dan daha pahalı hale gelmiş„   diyenlere ben de artık hak verdim!. Bu gidişin ikinci adımı  AK Parti’nin halk desteğini kaybetmeye başlamasıdır. Öyle  şakası yok bu işin. Yaşamı devam ettirme mücadelesi bu, file dolmamaya başladı mı işler değişir!..

Ne yaparsanız yapın ucuz döviz dönemi de  sona erdi-eriyor artık. Gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru  akan döviz de eskisi gibi çantada keklik değil. Hem  sanayileşeceksin, hem de „yüksek faiz ucuz döviz“ politikası güdeceksin bu da mümkün değil. Değil ama, öte yandan, bazı  ucuz kahramanların dediği gibi öyle hemen „ben artık sanayileşmeye karar verdim, bu nedenle, enflasyon, cari açık falan dinlemeden faizleri  düşürüyorum“ da diyemiyorsun!!. Ne olacak bu işin sonu?  „Efendim, Merkez Bankası faizleri düşürmemiş de bütün bu belalar o yüzden geliyormuş başımıza“!!. Bazan şüpheleniyorum açıkçası!. Bu türden söylemlerle ortaya çıkanlar  Türkiye’yi ve AK Parti’yi bitirmek isteyen „koalisyonun„  içerdeki uzantıları mıdır acaba  diye!. Kardeşim, senede 60 milyar dolar harcıyorsun sen sadece enerjiye!. Laf değil, bu kadar parayı döviz olarak dışarıya ödemek zorundasın her yıl!. Ve bu Allahın mereti döviz ne kadar pahalanırsa senin ödeyeceğin para da-TL olarak tabi-o kadar fazla oluyor!. Sen de tutuyorsun bunu içerde maliyetlerin üzerine koyuyorsun. Mecbursun koymaya!  İki yolu var bunun, ya devlet,  daha önce olduğu gibi „görev zararı“ olarak karşılayacak-sübvanse edecek- bunu (!), ya da, vatandaşın ödeyeceği faturanın üzerine koyacak.  Allahtan ki, AK Parti hükümeti doğrusunu yapıyor da öyle hasır altına itmiyor  işi; açık açık söylüyor vatandaşa. E, hal böyle iken sen  hala „sıfır faizden„ bahsediyorsun!.Üstelik bunu,  „İslamda faiz haramdır zaten“ diyerek ideolojik bir kılıfa da sokmaya çalışarak AK Partili dindar insanları  dinsel bir ideolojiyle avutmaya  çalışıyorsun! Bu nedir biliyor musunuz!!.Mantık şu: „Ne olacak efendim, bu millet nasıl ki o kadar yıl devlete-devlet sınıfına çalışmış, devletçi burjuvazinin sermaye biriktirmesi için yolunmuşsa, şimdi biraz da vatan millet için (Anadolu burjuvalarının birikimi için !) dişini sıksın!  İşte bu mantık  AK Partiyi bitirir; sadece AK Parti’yi de değil, Türkiye’yi de!. Allahtan ki, şu ana kadar bunlara pek yüz verilmedi!.Hani Babacan’ı falan bile „paralelci“ olarak damgalayıp kendileri oturmak istediler ekonomi yönetiminin başına ama, Allaha şükürler olsun ki „evdeki hesapları çarşıya uymadı“!! Ama her an tetikteler ve bir açık kolluyorlar kurtarıcı olarak sahneye çıkabilmek için, bunu da bilelim!. Bütün umutları Azerbaycan ve Kürt petrollerinde olan bu çevrelerin   Davutoğlu’nun „stratejik derinlikli“ düşüncelerinden   „emperyal“  bir Türkiye için „yeni tipten“ politikalar üretmeye çalıştıklarını unutmayalım

NEDİR BİZİM DERDİMİZ, AÇIK KONUŞALIM, BİZİ DÜRTEN ENERJİ SORUNU MUDUR?..

Bakın, hep altını çizme ihtiyacını hissediyorum, 21.yüzyılda  yaşıyoruz artık, uyanalım!. „Misak-ı Milli“, „eski Osmanlı hinterlandına sahip çıkmak“ falan deyip duruyoruz!!. Bu türden  paradigmal bir politikanın  tarihin „derinliklerinden“ gelen gerekçelerini arayıp duruyoruz, nedir bizim derdimiz Allah aşkına?  İslam ükeleriyle, Orta Doğu’yla olan ekonomik, ticari ilişkileri geliştirmekse mesele tamam,  ama, bu durumda rahat olmamız gerekir. Ortak kültür,  aynı dine sahip olmanın verdiği ortak değerler zaten bellidir. Yapılacak iş, son yüz yılda Oryantalizmin ördüğü duvarları aşmak, aradaki yabancılaşmayı ortadan kaldırmaktır ki, zaten AK Parti hükümeti de bunu çok güzel yapıyor. Davutoğlu politikalarının  „stratejik derinliğini“ burada arayacaksak mesele yok, bu konuda aynı görüşteyiz.  Ama yok eğer bunlar bahane ise,  mesele bunun ötesinde   petrol ve doğal gaz meselesi ise,  mesele, „Osmanlı kardeşliğini“ falan bahane ederek (AK Parti ideologluğuna soyunan bazılarının iddia ettikleri gibi) yeni bir „paylaşım savaşının“ içine girmekse, o zaman işin rengi değişiyor!.

Açık konuşalım demiştik!.  Hiç kimse boşuna heveslenmesin, „yeni bir paylaşım savaşından“ falan medet ummak  hikayedir artık!. Bu türden çabaların astarı yüzünden pahalıya oturur, oturuyor da zaten!.Ha, Kürt petrolünün Türkiye üzerinden Avrupa’ya satılması falan başkadır. Normal bir ticari ortaklıktır bu.  Ancak, meseleyi bunun ötesine götürerek olayı „emperyal“ bir Türkiye’nin „genleşme“ faaliyeti  olarak algılayıp  Ortadoğu’ya bu gözle yaklaşmak ise apayrı bir olaydır!..Bu durumda, olup bitenleri 20.yüzyıl mantığıyla yeni bir „paylaşım mücadelesine“ indirgeriz ki, böyle bir anlayışın sonu  felakettir!. Türkiye’nin yükselişini „Kapitalizmin Gelişmesinin Eşit Oranda Olmaması  Kanunu“ kapsamında değerlendirerek, olup bitenleri, bir zamanlar Almanya’nın yükselişi mantığıyla ele almaya çalışmak bütün bir süreci çıkmaza sokar.   Bu nedenle, önce şu gerçeğin altını bir kere daha çizelim. Yeni bir „paylaşım savaşı“ peşinde olanlar, etrafında olup bitenleri bu gözle değerlendirenler yanılıyorlar. Ne Arap Baharı, ne Mısır, Suriye olayları, ne de bugünkü İŞİD, ya da PKK sorunu yeni bir paylaşım savaşı boyutuyla ele alınarak açıklanamaz. İşi bu noktaya indirgeyerek açıklamaya kalkmak,  bu türden bir paradigma içinde çözüm yolları aramak daha başından meseleyi çıkmaza sokmaktır.  Çünkü, bu durumda  bütün olup bitenleri dış güçlere bağlarsın ki buradan bir yere varılamaz!.

Siz hiç, „yeni bir paylaşım savaşının ortasında bulunduğumuzu“ düşünen, olup bitenlere  bu açıdan baktıkları için,  Arap ve Kürt petrollerinin hayaliyle gözlerine uyku girmeyen  çevrelerin ağzından  enerji sorununun çözümlenmesi için   bir kere bile olsa yenilenebilir enerji konusunda bir söz işittiniz mi?..

Unutun bunları unutun, sadece bu türden rüyaları  değil, bütün o ideolojik çözüm yollarını falan da  unutun. 21.yüzyıl da bu türden ham hayallerle bir yere varılamaz artık! „Emperyal, tam bağımsız Türkiye“ imiş, „genleşecekmişiz“! Allah akıl versin  diyelim, başka ne denir ki!     

GÜCÜNÜ TARİHTEN VE COĞRAFYADAN ALAN „STRATEJİK OLARAK DERİN“  BİR ANLAYIŞI  ŞU ANIN GERÇEKLİĞİYLE BAĞDAŞTIRACAK STRATEJİK OLARAK DERİNLİĞİ OLAN  BİR ÇÖZÜM ÖNERİSİ..

Türkiye’nin gelişmesinin, ilerlemesinin yolunun,  son tahlilde, katma değeri yüksek mallar üretimine bağlı olduğunu, ama bu da yeni bilgiler üretebilme yeteneğiyle ilişkili olduğu için,    yakın gelecekte  işimizin biraz zor olacağını,  çünkü  ülkemizde halâ pozitivist bir eğitim sisteminin bulunduğunu  ve bunun yerine ne koyacağımızı bile bilmediğimizi söylemiştik!.Bu yönde atılacak adımların ancak orta ve uzun vadeli olarak işe yarayacağının  altını çizerek,  „o zaman ne kalıyor geriye, ne yapacağız“ diye sormuştuk!..  

Nereye elimizi atsak kuruyor galiba! Cari açık sorunu dedik, bunun için  „stratejik olarak derin“ politikalarla „Misak-ı Milli’ye“ Kürt petrollerine falan sarıldık engeller çıktı! „Tarım ülkesiyiz“ dedik, tarım  politikalarımızın yetersiz kaldığı  anlaşıldı..Şakası yok, Avrupa’da en pahalı eti Türkiye yiyor, süt ürünleri desen onlar da öyle.  Allahtan reva mı bu! Üstelik bir de şimdi KURAKLIK belası çıktı başımıza,  evet ne yapacağız?

İşte geldik meselenin canalıcı noktasına:

Bence  bugün Türkiye’nin karşısına çıkan   sorunları aşarak  içine girilen  dar boğazdan çıkabilmesi için önünde bir tek yol var: YENİLENEBİLİR ENERJİ  alanında bir seferberliğe girmek!..

Bakın, bu alanda, sadece  devlet  politikası olarak bir hamle yapmaktan falan bahsetmiyorum, SEFERBERLİK bambaşka bir  kavramdır!..Bu konuyu, Türkiye için "stratejik derinliği" olan bir konu olarak ele alıyorum ben.. Bu nedenle, bu alanda öyle şu an olduğu gibi basit teşvik tedbirleriyle falan yetinilemeyeceğinin altını çizmek istiyorum..Faizsiz krediden, bedava alan tahsis etmeye,  alım garantisinden, örneğin yirmi yıl vergiden muafiyete kadar radikal tedbirlerle birlikte yürütülecek bir devlet ve sivil toplum projesinden bahsediyorum, bu alanda bir yatırım seferberliğine ihtiyaç olduğunu söylerken kollektif bir ayağa kalkıştan bahsediyorum...Köy köy, kasaba kasaba insiyatifler, kooperatifler kurmak gerektiğinden;  insanların, böyle bir projeye  “bu benim işimdir” diyerek   büyük bir motivasyonla sarılır hale getirilmesinden  bahsediyorum...Bütün bu sivil toplum insiyatiflerinin devlet tarafından teşvik edilmesi gerektiğini,  hiçbir insiyatifin başıboş bırakılmayarak  vatandaşın, hem kendi enerji ihtiyacını karşılaması, hem de her türlü tasarrufunu  değerlendirmesi  için  devletin vatandaşa adeta garanti vermesi gerektiğini söylüyorum..Yani, topyekün bir kalkışmadan-bu anlamda bir SEFERBERLİKTEN bahsediyorum!.  Ve diyorum ki, bakın o zaman neler oluyor bu ülkede!..

Ne olacak kardeşim, şu Allahın belası “cari açık” sorunu hallolana kadar hiç vergi alma bu işten!..Bu durumda bile devlet gene  kazançlı olacaktır. Düşünsenize şöyle bir, devletin hiç vergi almaması durumunda  bile dışarıya giden o 60 milyar doların yurt içinde kalacağını düşünsenize!..

İşte, Türkiye için, geçmişi bugüne bağlayacak  "stratejik olarak derin"   düşüncelerin bugüne ilişkin  bağlantı noktası budur!.  İşi hayallere  ve  ideolojik saplantılara, 20.yüzyıl kalıntısı düşüncelere  bırakmadan  günümüzle bağlantılı hale getirebilmenin yolu budur!..[2]

Peki ama bu mümkün müdür? Uzun lafa hiç gerek yok!. Bakın size bu konuda yapılan bir çalışmanın  linkini veriyorum (  http://www.aktolga.de/z1.pdf  ).  Şüphesiz,  daha iyisi her zaman mümkün; ama benim şimdiye kadar rasladığım en kapsamlı çalışma bu.  Sadece bu çalışmaya şöyle bir göz attığınızda bile  yenilenebilir enerji alanında bir seferberlikten bahsederken hiçte öyle hayalci olmadığımızı göreceksiniz..

O kadar heyecan verici bir alan ki bu. Konu sadece enerji üretimiyle falan da sınırlı değil. Bir de işin TASARRUFU TEŞVİK VE TASARRUFLARI  YÖNLENDİRME yönü var. Eskiden vatandaş ne yapardı, üç beş kuruş tasarrufu varsa bunları bankaya koyar ek gelir için bir miktar faiz  elde etmeye çalışırdı. Şimdi artık bu dönem sona erdi. Siz bakmayın “Türkiye’deki faizler çok yüksek” diyenlere, nasıl yüksekmiş ki faizler, yüzde dokuz buçuk enflasyon olan bir ülkede  en fazla yüzde  sekiz buçuk faiz alabiliyorsun bankalardan!!..Yani, alacağınız faiz her durumda enflasyonun altında kalıyor. Böyle bir ülkede tasarruf olur mu? Ya o “bireysel emeklilik” projesi, enflasyon denilen canavar onu da alıp götürmüyor mu?  

Ama düşünün, her evin çatısına güneş enerjisini elektrik enerjisine çeviren bir güneş paneli  konmuş ve herkes kendi elektriğini kendisi üretiyor, inanın bu mümkündür! Herkesin kendi elektriğini kendisinin ürettiği bir Türkiye düşünün, bundan daha müthiş bir tasarruf olur mu.. Ama, olayın boyutları bu kadarla da sınırlı değil. Düşünün ki her köyde, her açıdan devletin de desteklediği bir kooperatif kuruluyor ve köyün uygun yerlerine, tarıma elverişli topraklara dokunmadan  bu türden paneller, ya da rüzgar gülleri yerleştiriliyor. Müthiş birşey değil mi bu!. Anadolu’nun her yanında çorak topraklar, dağlar, tepeler dolu!..Donatın buraları güneş panelleri, ya da rüzgar gülleriyle ne olacak ki!..

Sadece bu da değil, linkini verdiğim çalışmayı okurken göreceksiniz boğazlardaki akıntılardan bile elektrik enerjisi elde etme potansiyelleri var Türkiye’nin. “Kanal İstanbul” projesi diyoruz, bu bile bütün diğer kullanım alanlarının yanı sıra başlı başına bir enerji kaynağı olarak kullanılabiliyor..Tek ki biz isteyelim ve uyanalım..

Güneş panelleri alanında en ucuz teknoloji Çin’de yanılmıyorsam. Oturun masaya ve bunların Türkiye’de üretilmesi için gerekli anlaşmaları imzalayın hemen. Nasıl ki o füzelerin Türkiye’de üretilmesini şart koştunuz, bunu da öyle yapın. Önce böyle bir başlayın bakalım. Sonra daha başka fabrikalar da kurma olanağı çıkar ortaya. Rüzgar gülleri de öyle. Bu alanda da eğer Türkiye’deki potansiyel yeterli değilse,  gerekiyorsa Almanlarla işbirliği yapın. Yani, iş yapmak, problem çözmek istedikten sonra bunun yolu açıktır. Bakın göreceksiniz girin bu yola bir kere, ne İŞİD çıkacaktır önünüze, ne de başka birşey!! Ne uğraşıyorsunuz elalemin petrolüyle falan, gelirse gelir eyvallah dersiniz biter; ama siz önce kendinize 21.yüzyıla uygun bir master plan yapın bakalım.

 


[2] http://www.yenisafak.com/ekonomi/enerjide-5-yilda-bir-yunanistan-harcadik-689691

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums