- 19.10.2014 00:00
ÖNÜMÜZDE YIĞILI OLAN VE ÇÖZÜM BEKLEYEN DİĞER SORUNLAR..
„Cari açık“ sorunumuz, „tarım sorunumuz“, iklim değişikliğine bağlı olarak ortaya çıkan „su ve kuraklık“ sorunumuz, ihracat, üretim falan derken, sanayi üretimimizin toplam üretim faaliyeti içinde geride kalmasına bağlı sorunlar..ve de, bütün bunlarla içiçe olan diğer sorunlarımız: Demokratikleşme sorunumuz, yeni anayasa yapma sorunumuz, Kürt ve Alevi sorunlarımız, şu an itibariyle bir buçuk milyonu bulan mülteci sorunumuz..Nasıl çözeceğiz bütün bu sorunlarımızı?
Tamam, bütün bu sorunların yanı sıra potansiyelleri de geniş Türkiye’nin. Örneğin, daha geçenlerde Azerbaycan’la imzalanan bir TANAP projesi var. Azeri petrol ve doğal gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktarılması olayı. Kuzey Irak-Kürt petrol ve doğal gazının, gene aynı şekilde Türkiye üzerinden dünyaya pazarlanması olayı var. Yarın bir barış anlaşması imzalansa bunlara Kıbrıs ve İsrail’de bulunan doğal gaz kaynaklarının gene Türkiye üzerinden dünyaya pazarlanması da eklenecek. Bunlar çok önemli potansiyeller. Ama görüyorsunuz bunlar öyle çantada keklik değil, bu potansiyelleri hayata geçirebilmek öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değil, bir sürü politik engeller çıkarıyorlar Türkiye’nin önüne. Çünkü, ortada daha önceden kurulmuş-20.yy kalıntısı-bir düzen var. Uluslararası ilişkilerin tanımlandığı bir statüko ve onun koruyucusu güçler var. Bunlar istemiyorlar onun değişmesini. Oturtmuşlar seni de bu statüko içinde bir yere oradan daha öteye gitmeni istemiyorlar, bu kadar açık!. Azıcık kıpırdamaya kalktınmıydı ya, hemen ayaklarındaki prangaları hatırlatıyorlar sana!. Eğer o zincirler zayıflamışlarsa da, hemen anında yeni engeller çıkarıveriyorlar önüne!.
Şu işe bakın, daha şurada ne kadar zaman geçti Arap Baharı’ndan bu yana!. Hani bütün o zincirler birer birer kırılıyor, Türkiye, Osmanlı bakiyesi bütün o Ortadoğu ülkeleri için bir „model ülke“ olarak görülüyordu!. Ne oldu sonra? Alın Suriye’yi, Libya’yı..isterseniz Mısır örneğini getirin gözünüzün önüne!. Demokrasi şampiyonu bütün o gelişmiş ülkeler, ipin ucunu kaçırdıklarını düşünerek, otoyolda giderken birden nasıl U dönüşü yapıverdiler; Türkiye, bir buçuk milyon mülteciyle birlikte nasıl da sap gibi kalıverdi ortada!
Bütün bunlar bir yana, daha şurada iki ay önce adeta Kuzey Irak Kürt Yönetimi-Türkiye bütünleşmesinden falan bahsediliyordu!. Barzani, referandumla Iraktan ayrılacak, bağımsızlık ilan edecek, sonra da Türkiye’ye katılarak federal büyük Türkiye yolunda adımlar atılacaktı!. Bütün o Kürt petrolleri falan da Türkiye üzerinden pazarlanacağından, hem Kürtler, hem de Türkler için muazzam bir potansiyel ortaya çıkacaktı!. Davutoğlu’nun formüle ettiği „stratejik derin“ düşünceler hayata geçiyor gibi idi! Peki ne oldu sonra, kimse daha ne olduğunu, nasıl olduğunu bile anlama fırsatını bulamadan bir İŞİD olayı çıkıverdi ortaya ve bütün o hesaplar altüst oldu!!. Hani o bir yana, evdeki bulgurdan da olma hesabı, bugün İŞİD, Rojawa falan derken bir de baktık „barış süreci“ bitti mi bitmedi mi diye tartışır hale gelmişiz! Kısacası, siz ne yaparsanız yapın „evdeki hesap öyle hemen pazara uyuvermiyor“!. Karşınızda koskoca bir 20.yüzyıl statükosu var. Ve adamlar bu düzenin değişmesini istemiyorlar, o kadar!.
E peki ne yapacağız o zaman, oturup kaderimize mi yanalım, yoksa, „nasıl olsa biz haklıyız, Allah da haklıdan yanadır“ diyerek, bir „ya Allah“ çekip tek başımıza cihada mı kalkalım!!.
ÖNCE, ŞÖYLE BİR SOLUK ALIP, DAHA FAZLA PROBLEM YARATMA SÜRECİNİ DURDURMAK, YANİ, FRENE BASMAK GEREKİYOR!..
Bir kere şu anlayışı değiştirmemiz lazım!. „Madem ki biz haklıyız, o halde durmak yok, ya Allah ileri“!!.
Bakın, „haklı olmak“, eski ile yeni arasındaki mücadelede, „eskinin“ içinden çıkıp gelmekte olan „yeninin“ eskiye göre daha ileri olan bir denge durumunu temsil etmesinden kaynaklanır. Aynen anne-çocuk ilişkisinde olduğu gibidir bu!. Dışarı çıkmak, yani doğmak, ana karnında gelişen çocuğun hakkıdır. Çünkü, belirli bir noktadan itibaren onun gelişme, varolma mekanı olan-herşeyden önce de, onun için bir koruyucu mekan olan- o ana rahmi artık onun için-yani çocuk için bir hapisane haline gelmektedir, bu açık! Ama bu durum size-çocuğa- „bu böyledir, yani, nasıl olsa bu doğum gerçekleşecektir“ diyerek, objektif olarak vakti zamanı gelmeden, sadece siz-çocuk- bunu istiyorsunuz diye birden öyle doğup dışarıya çıkma hakkını vermez!! „Eskinin“ içindeki gelişme sürecinin (toplumsal süreçlerde buna „üretici güçlerin gelişme süreci“ deriz) bu iş için uygun hale gelmesini beklemeniz de gerekir..Kendi kendini üreten bütün süreçlerin diyalektiği böyle işler. „Eski“, kendi içinde „yeniyi“ yaratır, onu besler, büyütür, ama o aynı zamanda onunla diyalektik bir zıtlık-inkar ilişkisi içinde de olduğundan, bu mücadelede eskiyi temsil eden „haksız“, yeniyi temsil eden ise daima „haklı“ olarak uygun zaman ve mekanla birlikte mücadeleyi kazanır, ortaya çıkar..
„Toplumsal düzey de de bu böyledir“ dedik. Eski devletçi düzenin içinde oluşup gelişen „yeni Türkiye’nin“ güçlerinin eski yapıya göre haklılığı da buradan gelmiyor mu!. Aynı şekilde, „dünya 5’ten büyüktür“ diyerek 20.yüzyıl statükosunu, onun koruyucusu durumunda olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni eleştiren Erdoğan’ın haklılığı da buradan, 20.yüzyıl statükosunun karşısında 21.yüzyıl paradigmasını dile getirmesinden kaynaklanmıyor mu!.
Bunlar tamam; ama buradan hemen, „madem ki biz haklıyız, o halde ya Allah ileri“ diyerek öne fırlamak, dur durak bilmeden herkesle sürekli kavga halinde olmak sonucu çıkmaz!. Halkımız boşuna „erken öten horozu keserler“ dememiştir!.Horoz haksız mı burada, haklı tabi, o, sabahın geleceğini haber veriyor!..Ama bu kadarı yetmiyor işte!. Yetmiyor, çünkü, gerçeklik eskiden beri varolanın içinde gelişip güçlenerek doğru zaman ve mekanla birlikte ortaya çıkıyor. Evet, „gece ne kadar karanlıksa ay da o kadar parlak doğacaktır“ bu doğru, ya da, „eninde sonunda şafak sökecektir, horozun ötüşü de bize bunu haber verecektir“ bu doğru, ama, genel bir doğru olan bu öngörü ancak ayın doğmaya başlamasıyla birlikte-ya da, şafağın sökmeye başlamasıyla birlikte- objektif bir gerçeklik halini alır. Günün doğuşunu haber veren o horozun ötüşünün de bu objektif duruma paralel olması gerekir, yoksa, „uyuyup duran milleti rahatsız ediyor“ diyerekten kurtulmaya çalışırlar ondan!..
İnsanlığın vicdanına hitap ederek 21.yüzyıl paradigmasını dile getirmeye çalışan Erdoğan’ın çıkışlarından bahsettiğimi anlamışsınızdır herhalde! Bazan bakıyorum da, „gerici, sağcı“
falan derlerken adam hepimizi geçti, bir numaralı devrimci oldu çıktı, hem de „acilci“ türünden! Bazan ben bile korkuyorum fazla ileri gidiyor bir şey yapacaklar diye! Tamam, iyi güzel de, bu yollar o kadar dikensiz değil ki; „ben haklıyım, bu nedenle, Allah da bana yardım eder“ diyerek yalın kılıç ortaya çıkmakla olmaz ki bu iş! Evet, haklısın tabi, Allah da haklıya yardım eder, bu doğrudur, ama bütün bunlar, oyunun kurallarına uyduğun sürece, ittifaklar politikasını göz ardı etmeden, sürekli feedback yaparak (geriyi kontrol) adım atmayı öğrendiğin sürece geçerlidir.
Şimdi de sözü, yeni Türkiye’nin „stratejik derinliği“ olan Ortadoğu politikalarına getirmek istiyorum! Şu ana kadar izlenen politikalar, içinde bir takım hataları barındırmış olsa da, bence özünde doğrudur. Davutoğlu bunu „Stratejik Derinlik“ adlı çalışmasında bütün ayrıntılarıyla açıklamış zaten. Son derece önemli bir çalışma. Önce bunu bir teslim edelim.
Ama sonra, daha kitaba başlar başlamaz farkettiğim bir eksiklik var ki, onun da hemen altını çizmek istiyorum. Daha önceki bir yazıda da belirttiğim gibi, Davutoğlu olayı hep 20.yüzyıl paradigması içinde, „uluslararası ilişkiler“ düzeyinde ele alıyor.[1] Sadece bu açıdan bakarsanız gerçekten de tam bir uzman o. Peki, yanlış mı bu? Adına 20.yüzyıl kalıntısı diyelim, ne dersek diyelim, ortada uluslararası ilişkilerden oluşan bir yumak-koskoca bir dünya sistemi yok mu halâ?. Ne yapacaktı yani Davutoğlu?. O da tutuyor, hem bu sistemi inceliyor, hem de Türkiye’nin bu sistem içindeki yerini ortaya koyarak, tek tek, kiminle nerede nasıl ilişkileri olduğunu, bu ilişkilerin gelecekte nasıl olması gerektiğini ortaya koymaya çalışıyor. Buraya kadar yanlış bir şey yok aslında. Üstelik, bütün bunları ortaya koyarken, sadece bugün olanları açıklamakla kalmıyor, tarih ve coğrafyanın derinliklerine de inerek süreci dünden bugüne miras kalan bilgi temeli üzerinde ele almaya da çalışıyor. Onun incelemelerinin „stratejik derinliği“ de buradan geliyor zaten. Yani, olayı öyle 1923’te başlatarak yapay bir şekilde bugüne getirmekle yetinmiyor Davutoğlu.Tarihi, bir üretici güç olarak ele alıp, bugünü açıklarken bu zeminden, bilgi temelinden de- yararlanmamız gerektiğinin altını çiziyor. Kimlik oluşturma süreciyle tarih ve coğrafya arasındaki bağlantıyı çok güzel kuruyor..İki yüz yıllık yabancılaşmayla hesaplaşmamız gerektiğini, bu anlamda toplumun bütünüyle bir „restorasyona“ ihtiyacı olduğunu söyleyerek atılması gereken ilk adımın ne olması gerektiğinin de altını çizmiş oluyor.
Buraya kadar tamam; ama bence, Türkiye’nin konumundaki bir ülke için bütün bunlar yeterli değildir. Nitekim, iş çözüm noktasına gelince birşeylerin eksik olduğunu onlar da-AK Partililer de- görüyorlar ve tam bu noktada 20.yüzyıl statükosunu oluşturan güçlerin karşısında kendi güçlerinin yetersiz kaldığını görerek çözüm için insanlığın vicdanını-21.yüzyıl değerlerini yardıma çağırıyorlar!.
İlk bakışta müthiş bir çelişki gibi değil mi, hatta bazıları bunu çaresizlik olarak bile yorumluyorlar!. Ama öyle değil işte! AK Partililerin bu çelişkinin, bu diyalektiğin ne kadar farkında olduklarını bilemiyorum, ama, farkında olunsa da olunmasa da, 21.yüzyıl şafağında madalyonun-uluslararası ilişkiler diyalektiğinin- artık iki yanı var. Ve Türkiye’nin de mutlaka madalyonun bu iki yanında yazanları birarada okuyarak bilinçli bir şekilde politika üretebilmesi lazım.
Bir örnek verelim isterseniz ve Birleşmiş Milletler teşkilatını, onun Güvenlik Konseyi’ni ele alalım. Bir yanıyla Türkiye’nin kendisi de bu yapının bir parçasıdır, öyle değil mi?. TC’nin kuruluşu, Birleşmiş Milletler’e katılışı, bununla birlikte 20.yüzyılın hakim devletlerinin oluşturduğu statükoyu kabul edişi, bütün bunların hepsi bir gerçektir. Ama o, yani bugünkü yeni Türkiye, bir yandan da, eskiden beri varolan bu yapının artık kendisine-ve tabi dünyaya- dar geldiğini söylüyor. 21.yüzyıla özgü yeni değerleri dile getirerek, „dünya beşten büyüktür“ sloganıyla, eski statükonun artık devam ettirilemeyeceğini ifade ediyor. Buraya kadar herşey normal. Ama nokta!
Bu oluşumun da kendine göre bir diyalektiği var. Tam bu noktada, işte tam bu noktada, „madem ki bu böyledir“ diyerek koca bir eski dünyayı öyle bir anda değiştirivereceğinizi düşünerek politikalar oluşturmaya kalkamazsınız!. Tamam, Mısır’da darbeye darbe diyemeyenlerin maskesini düşürdük, darbeye karşı mücadele eden halk kitleleriyle olan dayanışmamızı gösterdik, ama şunu unutmamamız gerekiyor ki, o darbeye darbe diyemeyenler bugün halâ gücü ellerinde tutuyorlar ve hayat da devam ediyor; yani, bütün bunlara rağmen, Sisi’nin o Mısır’ıyla da, AB ve ABD ile de ilişkilerimiz sürecek, her açıdan alış verişimiz devam edecek!..Ediyor da zaten!.. Tek başımıza, haklı da olsak, biz istedik diye öyle hemen yeni bir dünya düzeni oluşturamayız ki!.
Şunu unutmayalım, belirleyici olan, son tahlilde İÇ DİNAMİKLERDİR. „Dünya artık küreselleşti, iç dinamik, dış dinamik diye birşey kalmadı, dış içtir artık“ diyerek işin (aslında doğru olan) bu yanını ABARTIRSAK, bunun sadece sürecin gelişen yanı olduğunu unutursak, o zaman hata yaparız. Bu tıpkı, „artık ulus devletlerin çözülmeye başladığı bir süreçte, küreselleşme sürecinde yaşıyoruz“ derken, buradan hemen, ulus devlet gerçeği bir anda buharlaşarak kayboldu sonucunu çıkarmaya benzer!..Halbuki, öyle herşey bir anda olup bitmiyor işte! Evet, 21.yüzyıl, küreselleşme yüzyılı, ulus devlet kabukları dünyanın her yerinde çatlıyor, dünya tek bir dünya haline geliyor. Bu doğru, ama bu bir süreç, burada „ulus devletin yokoluşu“ olayı da sürecin gelişen yanı; yani öyle hemen bir anda olup bitmiyor herşey!. 20.yüzyıl’ın ulus devletler dünyası kendi içinden yarıla yarıla 21.yüzyıl’ın tek dünyasını doğuruyor. Bu nedenle, süreç devam ettiği müddetçe henüz daha iç dinamik, dış dinamik ayırımı devam etmektedir..Siz bu gerçeği hesaba katmazsanız farkında olmadan sürece zarar verirsiniz. Tam bu noktada müsade ederseniz daha önceki bir yazımda kullandığım bir anektodu hatırlatayım:
Adamın biri pencereden dışarıya bakıyormuş!. Yandaki ağacın dalları arasında bulunan bir kuş yuvasını farketmiş. Sonra, biraz daha dikkatli bakınca da, yumurtaların çatlayarak içinden yavru kuşların çıkmaya başladığını görmüş. Ancak, bu arada, kuşlardan birisinin kanadı kabuklara takılı kalmış, öyle ki, yavru kuş ne kadar çırpınsa da kabukları bir yana iterek kanadını bir türlü onlardan kurtaramıyormuş. Sonunda, adam dayanamamış ve gitmiş eliyle kabuğu kırarak kuşu kurtarmış, onun yumurtadan çıkışına yardımcı olmuş!. Derken, aradan epey zaman geçmiş.. Birgün adam gene farketmiş ki, diğer kuşlar kanatlanarak uçup giderlerken, onun yumurtadan çıkışına yardımcı olduğu kuş bir türlü uçmayı başaramıyormuş!. Nitekim, birkaç gün sonra anne kuşun onu yuvadan aşağıya atmış olduğunu farkedince de oturmuş uzun uzun düşünerek şu sonuca varmış: Meğer yavru kuşun yumurtadan çıkabilmek için gösterdiği çaba onun gelişme sürecinin bir parçasıymış. O, yani adam, kabukları kırarak kuşa yardımcı olurken, farkında olmadan, sürecin iç dinamiğine müdahale eden bir dış unsur rolünü oynayarak, hiç istemeden bu sürece zarar vermiş, kuşun kanatlarının gelişmesine engel oluyormuş..
Bu anektodu, Libya olayları olurken, Türkiye’nin sürece yapılan dış müdahaleyi eleştiren politikasını desteklediğim bir yazıda kullanmışım. Ama sonra, Suriye olayları sırasında aynı hataları kısmen biz de yaptık.
Tamam, Suriye politikamız da özünde doğrudur; yani burada da gene sürece dışardan müdahele olmaması için uzun süre direndik. Unuttunuz mu, batılı müttefiklerimiz ve onların içerdeki uzantıları bizi neredeyse Suriye’yi korumak uğruna ittifaklarımıza, batılı değerlere-hatta Arap Baharı’na- ters düşmekle falan suçluyorlardı!. Ama sonra, bütün bu baskılara dayanamadık ve biz de, onlar gibi „dış içtir“ falan diyerek gaza gelip, biraz fazla girdik işin içine! En azından, muhalefete, „bakın, işin içine silahı sokarsanız biz yokuz“ diyemedik!.. Sonra, batılı dostlarımız- U dönüşü yaparak ortalıktan çekiliverince de, bir buçuk milyon mülteciyle birlikte dımdızlak ortada kalıverdik!
Bu noktada tabi bütün suçu batılılara yüklemek de doğru değil!. Bizim o, „buralar eski Osmanlı hinterlandı ne de olsa bizden sorulur“ anlayışımızın da rolü oldu hatalarımızda! Hiç farkında olmadan, işin bu yanını abartarak, herşeye rağmen belirleyici olanın son tahlilde iç dinamikler olduğu gerçeğini gözden kaçırdık. Libya olayında, ve başlangıçta Suriye’de, „sürece dışardan müdahale etmek yanlıştır“ diyerek son derece doğru tavır takınırken, daha sonra aynı politikayı sürdüremedik. Çok açık bir şekilde gaza geldik; sanki, Arap devriminin öncü gücü olma misyonunu batılılara kaptırıyormuş gibi telaşa kapılarak, „buralar aslında bizden sorulur devrim kaçıyor aman geri kalmayalım“ mantığıyla hareket ettik ve gereğinden fazla müdahaleci bir dış güç konumuna girdik!.
Sanırım, bu noktada, kendimizi 20.yy değerleriyle sınırlamanın, „stratejik derinliği olan düşüncelerimizin“ boyutlarını sadece 20.yüzyıl’ın uluslararası ilişkiler mantığıyla sınırlı tutmanın, küreselleşme süreci politikalarının 21.yüzyıl gerçekleriyle de birlikte ele alınması gerektiğini kavrayamamanın rolü oldu. Düşünebiliyor musunuz, son yıllarda Suriye ile Türkiye arasındaki ticari ilişkilerin boyutları 15 milyar dolara yaklaşmıştı. Aynı şekilde, ekonomik ilişkilerde Mısır’la da müthiş bir ivme yakalamıştık. Bu durumda, biraz daha tempoyu düşük tutarak, mesela bir Mursi’ye AK Parti’nin başlangıçtaki-2002-2010 arası- uzlaşmacı politikalarını örnek gösterebilseydik, ya da, Tunus örneğinin-Gannuşi örneğinin- altını çizerek, daha temkinli, kucaklayıcı-evrimci politikalar izlemesi gerektiğini söyleyebilseydik, „nasıl olsa halk bizi seçti“ diyerek hiç arkaya bakmadan ilerlemek yerine, daima feedback yaparak hareket etmenin yararlı olacağını önerebilseydik, bu arada, süreç içinde değişimin başını çekecek yerli burjuvazinin güçlenmesinin-iç dinamiklerin daha da gelişmesinin yolu da açılabilirdi. İşte Türkiye-Erdoğan jakobenizmi- bunu göremedi. Üretici güçlerin çok daha fazla gelişmiş olduğu bir Türkiye ile bir Mısır, ya da bir Suriye arasındaki fark görülemedi. Yani, sözün kısası, iyi güzel, hızlı devrimci-jakoben falan da, bir Erdoğan Gannuşi kadar öngörülü olamadı! Rasyonal düşünce bir yana bırakılarak, olay sadece ahlaki boyutlarıyla, haklı haksız olma kriterine dayanılarak duygusal düzeyde ele alındı ve bu şekilde güya oradaki isyancılara arka çıkılarak, büyük bir fedakarlıkta bulunulmuş olundu!!.
21.yüzyıl’da-küreselleşme sürecinin siyasete getirdiği en önemli boyut, belirleyici olanın artık eskiden olduğu gibi ulus devlet gücü-kimin nerede, ne kadar silahı olduğu değildir, „yumuşak güç“ olarak da tanımlanan üretici güçlerin nerede, ne kadar geliştiğidir. İşte, Davutoğlu’nun „stratejik derin“ politikalarının boyutları bilinçli bir şekilde 20.yüzyıl parametrelerini aşamadığı içindir ki bu basit gerçek görülemedi. Sonuç ortada: Bir buçuk milyon göçmen ve iki yüz binin üstünde ölü!. Çıkın bakalım şimdi işin içinden nasıl çıkacaksanız!. Hepsi bir yana, işin bir de ekonomik yönü var. Hiç belli olmaz, yarın bir bu kadar göçmen daha gelebilir ülkeye. Türkiye’yi pes ettirmek için bu silahı bile kullanabilirler, ne yapacağız o zaman!.
Barzani ile, Kuzey Irak Kürt yönetimiyle kurulan ilişkilerin stratejik değeri açıktır, bu yöndeki politikaları ben de destekliyorum ve bunu tartışmıyorum. Maliki’nin mezhepçi politikalarına karşı Türkiye’nin verdiği mücadeleler de ortadadır. Ama, bütün bunlar, garip bir şekilde, öyle bir ideolojik kılıfa sokularak anlaşıldı ki, sanki „Misak-ı Milli“ gerçekleşiyor!!. Kuzey Irak Kürt yönetimi Irak’tan ayrılarak hemen Türkiye ile bir federasyona gidecek, böylece, Kürt petrolleri de bizim kontrolümüzde olacağı için, bu, cari açık sorunumuzun çözümünde de stratejik bir rol oynayacak! „Stratejik derinliği“ olan „emperyal“ içgüdülerimiz bizi hemen böyle bir hayal dünyasının içine sokuverdi!
Sonuç gene ortada: İŞİD!!. Daha ne olup bittiğini bile anlamadan birden öyle bir noktaya geldik ki, „rehineler“ falan derken, „çözüm süreci“ de tehlikeye girdi ve „evdeki bulgurdan da olma“ noktasında buluverdik kendimizi! Ne dersiniz, politikalarımızdaki bu „stratejik derinlik“ boyutu pek yaramadı galiba bize!! Ama hemen bu sonuca varmayalım. Bence sorun, „stratejik derinliğimizin“ o iki boyutlu parametrelerinden madalyonun öteki yanında yazılı olan 21.yüzyıl değerlerini bilişsel olarak kavrayamamakta yatıyor; olayı sadece duygusal olarak algılayabiliyor olmamızda yatıyor!. Halbuki politika duygusal zeminde gelişemez. Duygusal olanı bilişsel hale getirmek gerekiyor, sorun burada..Türkiye, 20.yüzyıl statükosuyla başedemeyeceğini bildiği için, kendi „yükselen ulus devlet“ politikasını 21.yüzyıl değerlerinin arkasına gizlenerek duygusal bir zeminde geliştirmeye çalıştı!.Hatanın özü buradan kaynaklanıyor!..
HEPSİ BU KADAR DEĞİL Kİ!.
Şu an karşı karşıya olduğumuz stratejik sorunlar sadece bu kadarla da kalmıyor!. Süreç içinde öyle bir noktada bulunuyoruz ki, adeta önümüzde içiçe geçmiş sorunlardan oluşan bir yumak var! Devam edelim:
Eskiden Türkiye’ye bir „tahıl ambarı“, bunun da ötesinde „sebze meyva cenneti“ denirdi. Bunlar hem ucuz, hem de boldu bizde. Peki ne oldu şimdilerde?. Sebze meyva fiyatları da aldı başını gidiyor!. Niye? „E işte bu sene don olmuşta“ falan!! Tamam bunların da belki bir etkisi olabilir, ama bence asıl neden tarım politikasının yetersizliğidir. Ne oldu GAP ve Konya Ovası’nın sulanması projeleri? Burası Avrupa coğrafyası değil ki, sadece düzenli yağan yağmurlara bağlı olarak sulama sorunu kendiliğinden çözümlensin! Bana kalırsa bütün o sulama projeleri de bir ölçüde „stratejik derin“ politikalarımızın kurbanı oldular!. Nedeni açık sanıyorum!. Niye bir türlü bitmiyor o GAP projesi dersiniz? GAP demek su-sulama demek. Yani, Dicle ve Fırat’ın barajlarda tutulan sularının sulama projeleriyle büyük ölçüde Türkiye’nin içinde kalması demek. Ama buna da, kendilerine az su kalıyor diye Araplar karşı çıkıyorlar!. Tamam, Türkiye diyor ki, „geriye kalan su size de yeter, ama bunun için sizin de suyu modern yollarla değerlendirebilmeniz lazım, yani öyle, su akar Arap bakarla olmaz bu iş“!. Fakat söylemeyle olmuyor tabi!. Nerde onlarda o yönde çaba, onlar hala petrol ve mezhep savaşlarıyla, biribirlerinin kuyusunu kazmakla meşguller!. „Hayır“ diyorlar „olmaz, öyle GAP falan diyerek suyu kendi topraklarınızda alıkoyamazsınız“!. Türkiye de, „aman ilişkilerimiz bozulmasın“, sonra „stratejik derin“ yanımız zedelenir diyerek frene basıyor!.. Konya ovasının sulanması projesi de öyle!. Araya bir Kıbrıs sorunu giriyor ve Kıbrıs’a denizin altından su göndermek projesi öncelik kazanıyor!..Biz bu gidişle o „derin hayallerimizin“ içinde kaybolup gideceğiz galiba!!.
Şunu anlamıyorum: Örneğin, Kürt petrollerinin Türkiye üzerinden dünya pazarlarına sunulabilmesi için öyle Osmanlı dönemi kardeşliğini falan temel alan „stratejik olarak derin“ özel bir politikaya ihtiyaç var mıdır? Eğer bu olay her iki tarafın da çıkarına ise zaten hayata geçer, değilse, siz istediğiniz kadar „stratejik derinlikten“ falan bahsedin kimse takmaz bunları!..Aynı şey bütün diğer ticari-ekonomik ilişkiler için de geçerlidir. Daha iyi kalitede malları daha ucuza üretip pazarlayabiliyor musunuz siz, pazarda yer tutabilmenin özü budur artık..Ancak olayın bu özü kavranılamazsa o zaman başka şeyler öne çıkıyor ve sorun o zaman 20.yüzyıl kalıntısı bir nüfuz bölgeleri yaratma ve paylaşım mücadelesi haline dönüşüyor. Bu durumda tabi sen de, kaçınılmaz olarak, pazar payını arttırabilmek için ekonomi dışı faktörlere sarılmaya kalkıyorsun!. Aradaki tarihi-kültürel bağlar falan derken, neredeyse bunlardan bir ideoloji yaratarak insanları bu ideoloji etrafında toplanmaya çağırıp, bu arada da paylaşım mücadelesindeki gücünü arttırabileceğini düşünüyorsun!..
Almanya’yı ve AB ülkelerini ele alalım. Türkiye’nin ihracatının yarısı bu ülkelerle. Peki neden acaba? AB ile tarihi ve kültürel olarak „derin“ ilişkilerimiz var da o yüzden mi? Diğer faktörlerin yanı sıra, buralarda beş milyona yakın Türkiyeli bulunuyor da ondan.. İnsanların tüketim alışkanlıklarında kültürel faktörlerin rolü açıktır. Aynı şekilde, Orta Doğu ülkeleriyle olan ilişkiler için de geçerli bu, ama o kadar!. Tarihsel ve kültürel bağların, geçmişin altının çizilmesi, bunların öne çıkarılması elbette ki önemli; Davutoğlu’nun „stratejik derinlikli“ dış politika stratejisinin ekonomik ilişkiler açısından önemli bir işlevi var, bunu kimse inkâr edemez; ama bu kadar!. Fakat siz tutupta bu işi abartıp buralardan ideolojik takıntılar yaratmaya kalkarsanız o zaman işin rengi değişiyor ve farkında olmadan kendi yarattığımız o tutkuların esiri haline geliyoruz!.
Hani, tarım, sulama falan derken aklımıza hep GAP, Konya Ovası Projeleri falan geliyor ama, aslında olayın boyutları sandığımızdan daha da geniş. Bir de iklim değişikliğine bağlı olarak ortaya çıkan KURAKLIK sorunu var Türkiye’nin. Yapılan araştırmalara göre 2030 lara doğru gerçek bir sorun haline gelecek kuraklık. Tarım falan bir yana, su bulamayacak insanlar içmek için, şakası yok işin!.Bu öylesine ciddi bir sorun ki ne GAP Projesi, ne de Konya Ovasını Sulama Projesi falan hiç kalır bunun yanında. Su olmazsa, hangi suyu tutarak sulayacaksın tarlaları!
Görüyorsunuz, „Yeni Türkiye“, „2023 te 500 milyar dolar ihracat“ falan derken bugün çok da uzak olmayan bir gelecekte adeta elde olanları da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız..
PEKİ O ZAMAN NE YAPMALIYIZ?.
Evet, bu kadar yeter sanıyorum, nerede bulunduğumuz apaçık ortada!. Kim ne derse desin, eskiden olduğu gibi yola devam edemeyiz artık. 20.yüzyıl kalıntısı yöntemlerle, artık çok gerilerde kalan eskimiş bir paradigmayla bu gemiyi yürütmek mümkün değildir. Öyle, ayakları yere-bugüne- basmayan, dünden bugüne uzanmaya çalışırken bir türlü bugünün gerçekleriyle tam olarak buluşamayan, bir ucu ideolojik sapmalara açık „stratejik olarak derin“ politikalarla yeni Türkiye’yi inşa edemezsiniz. Hani daha, oy oranını arttırarak yeni anayasa yapımı sorununu falan halletmek vardı gündemde!. Nasıl olacak bu iş? Geçenlerde haberlerde söylüyordu, elektrikten doğal gaza kadar enerjiye de yüzde dokuz zam gelmiş. Evvelsi gün de ilaca zam gelmişti. Döviz yükseldikçe cari açık da artıyor, enflasyon da..Bu kadar açık! Senede 50-60 milyar doları-döviz olarak-enerji için dışarıya ödemek zorunda kaldığımız sürece bu çemberi kırmamız da pek öyle mümkün görünmüyor. Ya, umudu Azeri-Kürt petrollerine bağlayarak buna uygun paylaşım savaşlarına gireceğiz-bu türden mücadelelere zemin yaratma amaçlı ideolojik açılımlara kalkışacağız, ya da, oturup bu işin başka bir yolu var mı onu düşüneceğiz.
Valla bu sene izinde anamız ağladı, „Türkiye Almanya’dan daha pahalı hale gelmiş„ diyenlere ben de artık hak verdim!. Bu gidişin ikinci adımı AK Parti’nin halk desteğini kaybetmeye başlamasıdır. Öyle şakası yok bu işin. Yaşamı devam ettirme mücadelesi bu, file dolmamaya başladı mı işler değişir!..
Ne yaparsanız yapın ucuz döviz dönemi de sona erdi-eriyor artık. Gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru akan döviz de eskisi gibi çantada keklik değil. Hem sanayileşeceksin, hem de „yüksek faiz ucuz döviz“ politikası güdeceksin bu da mümkün değil. Değil ama, öte yandan, bazı ucuz kahramanların dediği gibi öyle hemen „ben artık sanayileşmeye karar verdim, bu nedenle, enflasyon, cari açık falan dinlemeden faizleri düşürüyorum“ da diyemiyorsun!!. Ne olacak bu işin sonu? „Efendim, Merkez Bankası faizleri düşürmemiş de bütün bu belalar o yüzden geliyormuş başımıza“!!. Bazan şüpheleniyorum açıkçası!. Bu türden söylemlerle ortaya çıkanlar Türkiye’yi ve AK Parti’yi bitirmek isteyen „koalisyonun„ içerdeki uzantıları mıdır acaba diye!. Kardeşim, senede 60 milyar dolar harcıyorsun sen sadece enerjiye!. Laf değil, bu kadar parayı döviz olarak dışarıya ödemek zorundasın her yıl!. Ve bu Allahın mereti döviz ne kadar pahalanırsa senin ödeyeceğin para da-TL olarak tabi-o kadar fazla oluyor!. Sen de tutuyorsun bunu içerde maliyetlerin üzerine koyuyorsun. Mecbursun koymaya! İki yolu var bunun, ya devlet, daha önce olduğu gibi „görev zararı“ olarak karşılayacak-sübvanse edecek- bunu (!), ya da, vatandaşın ödeyeceği faturanın üzerine koyacak. Allahtan ki, AK Parti hükümeti doğrusunu yapıyor da öyle hasır altına itmiyor işi; açık açık söylüyor vatandaşa. E, hal böyle iken sen hala „sıfır faizden„ bahsediyorsun!.Üstelik bunu, „İslamda faiz haramdır zaten“ diyerek ideolojik bir kılıfa da sokmaya çalışarak AK Partili dindar insanları dinsel bir ideolojiyle avutmaya çalışıyorsun! Bu nedir biliyor musunuz!!.Mantık şu: „Ne olacak efendim, bu millet nasıl ki o kadar yıl devlete-devlet sınıfına çalışmış, devletçi burjuvazinin sermaye biriktirmesi için yolunmuşsa, şimdi biraz da vatan millet için (Anadolu burjuvalarının birikimi için !) dişini sıksın! İşte bu mantık AK Partiyi bitirir; sadece AK Parti’yi de değil, Türkiye’yi de!. Allahtan ki, şu ana kadar bunlara pek yüz verilmedi!.Hani Babacan’ı falan bile „paralelci“ olarak damgalayıp kendileri oturmak istediler ekonomi yönetiminin başına ama, Allaha şükürler olsun ki „evdeki hesapları çarşıya uymadı“!! Ama her an tetikteler ve bir açık kolluyorlar kurtarıcı olarak sahneye çıkabilmek için, bunu da bilelim!. Bütün umutları Azerbaycan ve Kürt petrollerinde olan bu çevrelerin Davutoğlu’nun „stratejik derinlikli“ düşüncelerinden „emperyal“ bir Türkiye için „yeni tipten“ politikalar üretmeye çalıştıklarını unutmayalım
NEDİR BİZİM DERDİMİZ, AÇIK KONUŞALIM, BİZİ DÜRTEN ENERJİ SORUNU MUDUR?..
Bakın, hep altını çizme ihtiyacını hissediyorum, 21.yüzyılda yaşıyoruz artık, uyanalım!. „Misak-ı Milli“, „eski Osmanlı hinterlandına sahip çıkmak“ falan deyip duruyoruz!!. Bu türden paradigmal bir politikanın tarihin „derinliklerinden“ gelen gerekçelerini arayıp duruyoruz, nedir bizim derdimiz Allah aşkına? İslam ükeleriyle, Orta Doğu’yla olan ekonomik, ticari ilişkileri geliştirmekse mesele tamam, ama, bu durumda rahat olmamız gerekir. Ortak kültür, aynı dine sahip olmanın verdiği ortak değerler zaten bellidir. Yapılacak iş, son yüz yılda Oryantalizmin ördüğü duvarları aşmak, aradaki yabancılaşmayı ortadan kaldırmaktır ki, zaten AK Parti hükümeti de bunu çok güzel yapıyor. Davutoğlu politikalarının „stratejik derinliğini“ burada arayacaksak mesele yok, bu konuda aynı görüşteyiz. Ama yok eğer bunlar bahane ise, mesele bunun ötesinde petrol ve doğal gaz meselesi ise, mesele, „Osmanlı kardeşliğini“ falan bahane ederek (AK Parti ideologluğuna soyunan bazılarının iddia ettikleri gibi) yeni bir „paylaşım savaşının“ içine girmekse, o zaman işin rengi değişiyor!.
Açık konuşalım demiştik!. Hiç kimse boşuna heveslenmesin, „yeni bir paylaşım savaşından“ falan medet ummak hikayedir artık!. Bu türden çabaların astarı yüzünden pahalıya oturur, oturuyor da zaten!.Ha, Kürt petrolünün Türkiye üzerinden Avrupa’ya satılması falan başkadır. Normal bir ticari ortaklıktır bu. Ancak, meseleyi bunun ötesine götürerek olayı „emperyal“ bir Türkiye’nin „genleşme“ faaliyeti olarak algılayıp Ortadoğu’ya bu gözle yaklaşmak ise apayrı bir olaydır!..Bu durumda, olup bitenleri 20.yüzyıl mantığıyla yeni bir „paylaşım mücadelesine“ indirgeriz ki, böyle bir anlayışın sonu felakettir!. Türkiye’nin yükselişini „Kapitalizmin Gelişmesinin Eşit Oranda Olmaması Kanunu“ kapsamında değerlendirerek, olup bitenleri, bir zamanlar Almanya’nın yükselişi mantığıyla ele almaya çalışmak bütün bir süreci çıkmaza sokar. Bu nedenle, önce şu gerçeğin altını bir kere daha çizelim. Yeni bir „paylaşım savaşı“ peşinde olanlar, etrafında olup bitenleri bu gözle değerlendirenler yanılıyorlar. Ne Arap Baharı, ne Mısır, Suriye olayları, ne de bugünkü İŞİD, ya da PKK sorunu yeni bir paylaşım savaşı boyutuyla ele alınarak açıklanamaz. İşi bu noktaya indirgeyerek açıklamaya kalkmak, bu türden bir paradigma içinde çözüm yolları aramak daha başından meseleyi çıkmaza sokmaktır. Çünkü, bu durumda bütün olup bitenleri dış güçlere bağlarsın ki buradan bir yere varılamaz!.
Siz hiç, „yeni bir paylaşım savaşının ortasında bulunduğumuzu“ düşünen, olup bitenlere bu açıdan baktıkları için, Arap ve Kürt petrollerinin hayaliyle gözlerine uyku girmeyen çevrelerin ağzından enerji sorununun çözümlenmesi için bir kere bile olsa yenilenebilir enerji konusunda bir söz işittiniz mi?..
Unutun bunları unutun, sadece bu türden rüyaları değil, bütün o ideolojik çözüm yollarını falan da unutun. 21.yüzyıl da bu türden ham hayallerle bir yere varılamaz artık! „Emperyal, tam bağımsız Türkiye“ imiş, „genleşecekmişiz“! Allah akıl versin diyelim, başka ne denir ki!
GÜCÜNÜ TARİHTEN VE COĞRAFYADAN ALAN „STRATEJİK OLARAK DERİN“ BİR ANLAYIŞI ŞU ANIN GERÇEKLİĞİYLE BAĞDAŞTIRACAK STRATEJİK OLARAK DERİNLİĞİ OLAN BİR ÇÖZÜM ÖNERİSİ..
Türkiye’nin gelişmesinin, ilerlemesinin yolunun, son tahlilde, katma değeri yüksek mallar üretimine bağlı olduğunu, ama bu da yeni bilgiler üretebilme yeteneğiyle ilişkili olduğu için, yakın gelecekte işimizin biraz zor olacağını, çünkü ülkemizde halâ pozitivist bir eğitim sisteminin bulunduğunu ve bunun yerine ne koyacağımızı bile bilmediğimizi söylemiştik!.Bu yönde atılacak adımların ancak orta ve uzun vadeli olarak işe yarayacağının altını çizerek, „o zaman ne kalıyor geriye, ne yapacağız“ diye sormuştuk!..
Nereye elimizi atsak kuruyor galiba! Cari açık sorunu dedik, bunun için „stratejik olarak derin“ politikalarla „Misak-ı Milli’ye“ Kürt petrollerine falan sarıldık engeller çıktı! „Tarım ülkesiyiz“ dedik, tarım politikalarımızın yetersiz kaldığı anlaşıldı..Şakası yok, Avrupa’da en pahalı eti Türkiye yiyor, süt ürünleri desen onlar da öyle. Allahtan reva mı bu! Üstelik bir de şimdi KURAKLIK belası çıktı başımıza, evet ne yapacağız?
İşte geldik meselenin canalıcı noktasına:
Bence bugün Türkiye’nin karşısına çıkan sorunları aşarak içine girilen dar boğazdan çıkabilmesi için önünde bir tek yol var: YENİLENEBİLİR ENERJİ alanında bir seferberliğe girmek!..
Bakın, bu alanda, sadece devlet politikası olarak bir hamle yapmaktan falan bahsetmiyorum, SEFERBERLİK bambaşka bir kavramdır!..Bu konuyu, Türkiye için "stratejik derinliği" olan bir konu olarak ele alıyorum ben.. Bu nedenle, bu alanda öyle şu an olduğu gibi basit teşvik tedbirleriyle falan yetinilemeyeceğinin altını çizmek istiyorum..Faizsiz krediden, bedava alan tahsis etmeye, alım garantisinden, örneğin yirmi yıl vergiden muafiyete kadar radikal tedbirlerle birlikte yürütülecek bir devlet ve sivil toplum projesinden bahsediyorum, bu alanda bir yatırım seferberliğine ihtiyaç olduğunu söylerken kollektif bir ayağa kalkıştan bahsediyorum...Köy köy, kasaba kasaba insiyatifler, kooperatifler kurmak gerektiğinden; insanların, böyle bir projeye “bu benim işimdir” diyerek büyük bir motivasyonla sarılır hale getirilmesinden bahsediyorum...Bütün bu sivil toplum insiyatiflerinin devlet tarafından teşvik edilmesi gerektiğini, hiçbir insiyatifin başıboş bırakılmayarak vatandaşın, hem kendi enerji ihtiyacını karşılaması, hem de her türlü tasarrufunu değerlendirmesi için devletin vatandaşa adeta garanti vermesi gerektiğini söylüyorum..Yani, topyekün bir kalkışmadan-bu anlamda bir SEFERBERLİKTEN bahsediyorum!. Ve diyorum ki, bakın o zaman neler oluyor bu ülkede!..
Ne olacak kardeşim, şu Allahın belası “cari açık” sorunu hallolana kadar hiç vergi alma bu işten!..Bu durumda bile devlet gene kazançlı olacaktır. Düşünsenize şöyle bir, devletin hiç vergi almaması durumunda bile dışarıya giden o 60 milyar doların yurt içinde kalacağını düşünsenize!..
İşte, Türkiye için, geçmişi bugüne bağlayacak "stratejik olarak derin" düşüncelerin bugüne ilişkin bağlantı noktası budur!. İşi hayallere ve ideolojik saplantılara, 20.yüzyıl kalıntısı düşüncelere bırakmadan günümüzle bağlantılı hale getirebilmenin yolu budur!..[2]
Peki ama bu mümkün müdür? Uzun lafa hiç gerek yok!. Bakın size bu konuda yapılan bir çalışmanın linkini veriyorum ( http://www.aktolga.de/z1.pdf ). Şüphesiz, daha iyisi her zaman mümkün; ama benim şimdiye kadar rasladığım en kapsamlı çalışma bu. Sadece bu çalışmaya şöyle bir göz attığınızda bile yenilenebilir enerji alanında bir seferberlikten bahsederken hiçte öyle hayalci olmadığımızı göreceksiniz..
O kadar heyecan verici bir alan ki bu. Konu sadece enerji üretimiyle falan da sınırlı değil. Bir de işin TASARRUFU TEŞVİK VE TASARRUFLARI YÖNLENDİRME yönü var. Eskiden vatandaş ne yapardı, üç beş kuruş tasarrufu varsa bunları bankaya koyar ek gelir için bir miktar faiz elde etmeye çalışırdı. Şimdi artık bu dönem sona erdi. Siz bakmayın “Türkiye’deki faizler çok yüksek” diyenlere, nasıl yüksekmiş ki faizler, yüzde dokuz buçuk enflasyon olan bir ülkede en fazla yüzde sekiz buçuk faiz alabiliyorsun bankalardan!!..Yani, alacağınız faiz her durumda enflasyonun altında kalıyor. Böyle bir ülkede tasarruf olur mu? Ya o “bireysel emeklilik” projesi, enflasyon denilen canavar onu da alıp götürmüyor mu?
Ama düşünün, her evin çatısına güneş enerjisini elektrik enerjisine çeviren bir güneş paneli konmuş ve herkes kendi elektriğini kendisi üretiyor, inanın bu mümkündür! Herkesin kendi elektriğini kendisinin ürettiği bir Türkiye düşünün, bundan daha müthiş bir tasarruf olur mu.. Ama, olayın boyutları bu kadarla da sınırlı değil. Düşünün ki her köyde, her açıdan devletin de desteklediği bir kooperatif kuruluyor ve köyün uygun yerlerine, tarıma elverişli topraklara dokunmadan bu türden paneller, ya da rüzgar gülleri yerleştiriliyor. Müthiş birşey değil mi bu!. Anadolu’nun her yanında çorak topraklar, dağlar, tepeler dolu!..Donatın buraları güneş panelleri, ya da rüzgar gülleriyle ne olacak ki!..
Sadece bu da değil, linkini verdiğim çalışmayı okurken göreceksiniz boğazlardaki akıntılardan bile elektrik enerjisi elde etme potansiyelleri var Türkiye’nin. “Kanal İstanbul” projesi diyoruz, bu bile bütün diğer kullanım alanlarının yanı sıra başlı başına bir enerji kaynağı olarak kullanılabiliyor..Tek ki biz isteyelim ve uyanalım..
Güneş panelleri alanında en ucuz teknoloji Çin’de yanılmıyorsam. Oturun masaya ve bunların Türkiye’de üretilmesi için gerekli anlaşmaları imzalayın hemen. Nasıl ki o füzelerin Türkiye’de üretilmesini şart koştunuz, bunu da öyle yapın. Önce böyle bir başlayın bakalım. Sonra daha başka fabrikalar da kurma olanağı çıkar ortaya. Rüzgar gülleri de öyle. Bu alanda da eğer Türkiye’deki potansiyel yeterli değilse, gerekiyorsa Almanlarla işbirliği yapın. Yani, iş yapmak, problem çözmek istedikten sonra bunun yolu açıktır. Bakın göreceksiniz girin bu yola bir kere, ne İŞİD çıkacaktır önünüze, ne de başka birşey!! Ne uğraşıyorsunuz elalemin petrolüyle falan, gelirse gelir eyvallah dersiniz biter; ama siz önce kendinize 21.yüzyıla uygun bir master plan yapın bakalım.
[2] http://www.yenisafak.com/ekonomi/enerjide-5-yilda-bir-yunanistan-harcadik-689691
Yorum Yap