- 21.08.2013 00:00
“ZITLIK”-“ÇELİŞKİ” NEDİR-“ZITLARIN BİRLİĞİ VE MÜCADELESİ” NEDİR?..
Daha önce şöyle demiştik: “Herhangi bir sistemde, varlıkları birbirine bağlı olan (yani her biri kendi varlığını yaratırken karşıtını ve bir bütün olarak sistemi de yaratan) sistemin yapısal, fonksiyonel anlamda iki temel karşıt kutbu olarak A ve B arasındaki bütün ilişkiler iki karşıt madde-enerji alanının-kuvvetin birliği zemininden doğarlar”. Bütün mesele bu cümleyi iyi kavrayabilmekte yatıyor! Evet, tekrar soralım, ne demektir bu? Ortada, A ve B gibi, birbirinden “bağımsız, her biri “kendinde şey” “objektif-mutlak gerçeklik” iki unsur var da, biri o yana, diğeri bu yana çekerek “mücadele” halinde olan bu iki unsurun-kuvvetin “birliğinden”-biraradalığından mı- mi bahsedilmektedir burada? Sistem gerçekliği “zıtların birliğidir” derken kastedilen bu mudur-A ile B arasındaki bu türden bir ilişki midir?
Hayır değildir! Herşeyden önce, bir A-B sisteminin iki temel parçasını-yapısal ve fonksiyonel birimini- oluşturan unsurlar olarak A ve B arasındaki ilişki, niteliksel olarak birbirinden farklı iki ayrı sistem arasındaki ilişkisi değildir! Bunlar, bir ve aynı sistemin yapısal ve fonksiyonel anlamda birbirlerini tamamlayan unsurlarıdır. Biri (sistemin dominant unsuru olarak A) aradaki ilişkilerle kayıt altında tutulan bilgiyi kullanarak sistem adına ne yapılacağını belirlerken, diğeri de (B), sistemin motor gücü olarak sistem adına bunu hayata geçirmektedir. A-B sisteminin çevreyle ilişkileri-etkileşmesi bu görev bölümüyle gerçekleşmekte, sistem karşıtlık ilişkisi içindeki bu görev bölüşümü sayesinde varlığını sürdürebilmektedir.
O zaman nedir mesele, “çelişki”-“zıtlık” nerede burada, ve neden sistem gerçekliği “zıtların birliğidir” diyoruz?
En başa, yani, bir A-B sisteminin oluştuğu o ilk “an”a dönüyoruz! Bilindiği gibi, aslında öyle “o ilk an” diye, sistemin statik-mutlak-kendinde şey bir gerçeklik olarak “varolduğu” bir zaman dilimi falan yoktur ortada; hepsi izafi kavramlardır bunların! Sistem gerçekliği dinamik bir gerçeklik- olay-süreç olduğu için, o, daha o ilk “an”dan itibaren, dış dünyayla-çevreyle etkileşme sürecinde, kendini inkâr ederek gerçekleşir-varolur. Yani öyle, bir an için bile olsa, kurulu-mutlak bir denge hali (buna ilişkin “kendinde şey” bir gerçeklik) söz konusu olmaz hiçbir zaman. O ilk “an”, sistemin dışardan-çevreden gelen ve mevcut denge durumunu etkileyerek onu bozma eğilimi gösteren informasyonu-etkiyi kendi içindeki bilgiyle değerlendirerek ona karşı bir cevap hazırlamaya başladığı “an”dır da. Bir sistemin bu “ilk oluşum anı”yla, onun, objektif bir gerçeklik olarak kendini (kurulu dengeyi) inkar süreciyle birlikte varoluşu arasında bir zaman dilimi olmadığının altını çizdikten sonra devam edelim:
Nasıl işliyordu mekanizma: Önce, sistemin içindeki bilgi kullanılarak, dışardan gelen madde-enerjinin-informasyonun nasıl işleneceği belirleniyor (yani, sistemin dışardan gelen hammaddeyi nasıl işleyeceğine, onu nasıl bir ürün haline getireceğine dair bir “reaksiyon-eylem planı”- modeli hazırlanıyor), sonra da hazırlanan bu plan sistemin motor gücüne verilerek onun bu planı gerçekleştirmesi sağlanıyordu. Örneğin, eğer sistem bir hücre, dışardan gelen “etken” de bir molekülse, önce DNA lardaki bilgi taranılarak buradan söz konusu molekülün nasıl işleneceğine dair bilgiler çıkarılıyor, sonra da bunlar, mesaj taşıyıcı RNA’lar tarafından Ribozomlara götürülerek burada, bu “mesleki bilgilere” göre çalışacak işçi-proteinler yetiştiriliyor, dışardan gelen hammaddenin bu işçi proteinler tarafından işlenilmesinin-bir ürün haline getirilmesinin- koşulları hazırlanıyordu. Bu mekanizma, bütün sistemler için geçerli olan evrensel varoluş-kendi kendini üretim mekanizmasıdır (elbette ki her sistem bunu kendince hayata geçirmektedir)..
İşte, bu mekanizmanın sonucu olaraktır ki, bir A-B sisteminde (bu evrende varolan her varlık son tahlilde bir A-B sistemi olarak ele alınabilir), dışardan gelen hammaddeyi, hazırlanan üretim planına göre işleyerek onu bir ürün haline getirmeye çalışan motor sistem unsurları (hücre söz konusu olunca bunlar proteinlerdir, kapitalist toplumda ise işçiler bu rolü üstlenirler), daima, ürünün oluşmasında doğurgan bir anne-ana rahmi- rolünü de oynarlar. Çünkü, her ürün (çıktı-output), babasının A, annesinin de B olduğu, o sisteme özgü bir çocuktur-sentezdir!
Bir fabrikada çalışan işçileri düşününüz: İşçiler, işveren ve onun görevlendirdiği kişiler-mühendisler vs.-tarafından hazırlanan üretim planını hayata geçiren sistemin motor gücü unsurları değil midir?. Aynen o proteinler gibi yani!. Ellerindeki üretim planına göre hammaddeyi işleyerek onu ürün haline getirmeye çalışandır onlar! Öyle ki, onlar-yani işçiler- kendi toplumsal kimliklerini de bu süreç (ürünü gerçekleştirme süreci) içinde oluşturduklarından, bir yerde, ürünle bütünleşirler. Ürün, onlar için sanki ana rahminde büyüttükleri-oluşturdukları kendilerinin bir parçası-kendi çocukları haline gelir. Bu şekilde, üretim sürecinin her adımında, aslında sistemin kollektif ürünü olan o çocuk, işçilerin ana rahminde biraz daha büyür-gelişir. Ve sonuçta onlar (yani işçiler ve ürün), tıpkı bir anneyle çocuğu arasındaki ilişki gibi, biribirleriyle bütünleşmiş olarak doğarlar. Yani, üretim faaliyeti sona eripte ürün ortaya çıktığı zaman, işçiler de onunla birlikte aynı duruma (state-Zustand) çıkmış-ürünle birlikte onlar da kendilerini üretmiş olurlar.
Ama aynı şey, sisteme ait bilgiye sahip çıkarak üretim planını hazırlayan-hazırlatan- sistemin dominant kutbu burjuvazi için söz konusu değildir! O, mevcut sistemin temsilcisi olarak onu muhafaza etmekle de yükümlü olduğu için, sonuçta, elde edilen ürüne de varolan sistemin-çerçevenin- içinde sahip çıkmak ister. Yani o, kendi varoluş fonksiyonu-koşulu-gereği, ürünle birlikte bir üst denge durumuna çıkıldığını göremez. Kendi ATALETİ, mevcut durumu koruma görevi buna engel olur. Motor gücün, ürünle birlikte- onu yaratırken, kendiliğinden bir üst denge durumuna çıkma yeteneği onda yoktur.
İşte bu yüzdendir ki, üretim süreci, mevcut denge halinin inkarı süreci olduğu kadar, ürünün oluşmasına paralel olarak, yeni bir denge durumunun eskinin içinde oluşması sürecidir de.
Evet, “zıtların birliği ve mücadelesinden” ne anlaşılması gerektiğini tartışıyorduk! “Zıtların birliği”, esas olarak, bir sistemin “yapısal ve fonksiyonel iki temel parçası” olarak tanımladığımız A ile B arasındaki ilişkiye yönelik değildir. Değildir, çünkü bu iki temel unsur arasındaki ilişki bunların kendilerinden kaynaklanan bir “zıtlık”-“çelişki” ilişkisi değildir. “Zıtların birliği ve mücadelesi” anlayışı, ya da “çelişki” kavramı semantik özünü-yani içeriğini- iki sistem arasındaki (A-B sistemi ile bu sistemin içinde onun diyalektik anlamda inkârı olarak gelişen yeni sistem arasındaki) ilişkiden alır. AMA;
1- Eskinin içinde gelişmekte olan yeni (bunu da A’-B’ olarak gösterirsek) daima onun (yani, A-B sisteminin) ana rahminde (ki bunu B temsil eder) geliştiği için;
2- Ve de, eskiden beri varolan A-B sistemini sistemin dominant kutbu olan A temsil ettiği için:
Sürece dışardan bakınca biz olup bitenleri (yani A ile B arasındaki ilişkiyi) bir “çelişki”- “birlik ve mücadele” olarak görürüz; çünkü, doğum olupta A’-B’ bebeği kendi nefsiyle ortaya çıkana kadar o henüz daha ortalıkta görünmez. Ortalıkta görünen ve biribirlerini yok etme pahasına kıyasıya mücadele edenler A ve B dir! İşte, A ve B arasındaki ilişinin aynı anda hem bir KARŞITLIK-partnerlik-ama hem de bir ZITLIK-çelişki olduğunun açıklaması budur.
Örnek mi istiyorsunuz; gene, feodalizmle, onun içinden çıkıp gelen kapitalizm arasındaki mücadeleyi göz önüne getirin. Burada “zıtların birliği ve mücadelesi”, biribiriyle içiçe olan bu iki sistem-bu iki sistemi temsil eden feodallerle burjuvazi arasındaki ilişkiyi tanımlar. Feodallerle serfler, ya da, burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki mücadeleler-ilişkiler- ise aynı sistemin içindeki ilişkilerdir. Ama, süreç sona eripte kapitalizm bebeği feodal sistemin içinden çıkarak gözle görülür hale gelene kadar, o, tıpkı ana rahmindeki bir bebek gibi, feodal sistemin içinde, onun ana rahminde olduğu için, bu durumda “zıtların birliği-mücadelesi” şeklinde ifade olunan ilişki sanki feodallerle serfler arasındaki ilişkiymiş gibi algılanır. Feodallerle serfler arasındaki mücadeleler-örneğin köylü savaşları-aslında feodallerle, kendi içinde kapitalizm bebeğine hamile olan köylülük arasındaki ilişkiden kaynaklanır. Köylülüğü feodallere karşı mücadeleye yönelten potansiyel onun kendi içindeki bu gizli dinamikle ilgilidir.
Aynı şekilde, kapitalist toplum söz konusu olduğu zaman, buradaki “çelişki”, ya da, “zıtların birliği mücadelesi” kavramı da sistemin iki unsuru olarak burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi değil, bir sistem olarak kapitalizmle onun içinde (işçi sınıfının ana rahminde) sistemin diyalektik anlamda inkârı olarak gelişmekte olan modern komünal bilgi toplumu arasındaki ilişkiyi tanımlar. Ama, süreç boyunca çocuk ana rahminde olduğu için ortalıkta görünmediğinden, biz olup bitenleri hep burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki ilişkiyle açıklamaya çalışırız. O zaman da ne olur tabi, burjuvazi kapitalizmi temsil ettiğine göre, işçi sınıfı da bununla uzlaşmaz çelişki içinde olan, onun diyalektik inkârı durumunda olan modern komünal toplumu temsil ediyormuş olurlar ki, bu algının sonucu da, işçi sınıfının burjuvaziyi yok ederek kendi sistemini kurmasına varır!.
Aslında A, yani sistemin dominant unsuru (yukardaki örnekte burjuvazi) açıyor inkârın (üretim sürecinin) kapısını! Sisteme dışardan gelen madde-enerjiyi-informasyonu sistem adına içeriye buyur eden (alan) o oluyor! Sistemin sahip olduğu bilgiyi kullanarak onu değerlendiren ve bir üretim (inkâr) modelini (hammaddenin nasıl işleneceğini) hazırlayarak, gerçekleştirmesi için bunu sistemin motor gücüne (gene yukardaki örnekte, işçiler) ileten o oluyor. B, yani motor unsur da bunu gerçekleştiriyor. Bunu yaparken onun yaptığı sadece A nın inkarını gerçekleştirmektir.[1] Ama, bu inkârın sonucunda meydana gelen ürün, ilk durumdan itibaren başlayan sürecin amacı (ulaşmak istediği hedef, “son durum”) olduğu için, o aynı zamanda, yeni bir düzen-düzenlilik olarak-“inkârın inkârı” olarak- da gerçek-leşmektedir. Yani ürünü yaratmakla aslında A ve B onun varlığında yok olmakta, örneğin bir A’B’ olarak kendilerini yeniden üretmiş-yeniden doğmuş- olmaktadırlar (anne-baba, çocuk ilişkisi).
A ile B arasındaki “zıtlığın”-“çelişkinin” kaynağı işte tam bu noktada ortaya çıkıyor! B, ürünle birlikte kendini de yeniden üreterek, onunla aynı “duruma” ulaştığı halde (B’ durumuna geçtiği halde), A, A’ haline gelmeyi, B’ ile yeni bir A’B’ ilişkisi içinde kendini yeniden üretmeyi kabul edemiyor.
Çok basit bir örnek verelim: Şu an kalkıp mutfağa kadar giderek su içmek istiyorsunuz diyelim! Bu istek ilkönce beyinde (A) nöronal bir etkinlik şeklinde oluşur. Sonra da organlara iletilerek gerçekleştirilir. Su içme eylemini gerçekleştiren organlarınızın (B) faaliyetlerini düşününüz, bunlar bütün bu faaliyetlerini en son duruma kadar (yani su içilene kadar) suyun içilmesi süreciyle bütünleşmiş olarak yerine getirirler. En sonunda su içildiği zaman da, organlarımız bir durumdan bir başka duruma (suyun içilmesiyle birlikte oluşan yeni duruma) çıkmış olurlar. Dikkat ederseniz, en sonda ulaşılan durum (suyu içtiğimiz zaman ulaştığımız durum) en baştan itibarek adım adım motor sistemimizi oluşturan organlarımızın faaliyetiyle içiçe, onların faaliyetlerinin sonucu olarak gerçekleşmektedir. Yani, en sonda ulaşılan yeni durum sürecin en başından itibaren motor sistemin faaliyetlerine bağlı olarak (tıpkı ana rahmindeki bir çocuk gibi) adım adım oluşmaktadır. Su bardağını elimize alıp içene kadar attığımız her adım bu gerçeği ifade etmektedir.
Ama beynimizdeki faaliyetler açısından (nefs-benlik) durum bu kadar basit olmaz!. O, yani beyin (A), hem su içme isteğini organlara ileterek mevcut denge durumunun değişmesi için düğmeye basandır, ama hem de, mevcut durumu temsil ettiği için, atalet direnciyle mutfağa kadar gidişe direnendir (biz buna “üşenmek”, “tembellik” deriz!). Hani başka birisi suyu getiripte önümüze koyuverse diye geçer içimizden!!. Sonra mecbur kalınca da kalkıp gideriz tabi!..
İşte bu süreç (yani sistemin, kendi içinde hamile kalıp kendi kendini üreterek A’B’ haline gelme süreci), daha AB sisteminin o ilk oluşma “anından” itibaren başlayan bir süreç olduğu içindir ki, AB nin, ilk oluştuğu (varolduğu) andan itibaren, kendi içinde kendi zıttını (A’B’ olarak kendi inkarını) barındırarak varolduğunu söyleriz. “Sistem gerçekliği zıtların birliği ve mücadelesinden ibarettir” sözünün anlamı buradan gelir. „Birlikten ve mücadeleden“ kasıt, her AB sisteminin, her an, kendi içinde bir A’B’ ile birlikte-ve onunla mücadele halinde varolmasıdır.
TEKRAR, A İLE B ARASINDAKİ ÇELİŞKİ VE (B) ‘NİN (A) ‘YI ALTETMESİ ÜZERİNE!..
Her durumda, A-B yi A temsil ettiğinden, A’B’ de B nin ana rahminde geliştiğinden (ana rahmindeki gelişme süreci boyunca çocuk dışardan görülmez), sürece mekanik-yüzeysel olarak bakınca, bütün olup bitenler A ile B arasındaki ilişkiye indirgenir ve denilir ki; “her durumda, A mevcut sistemi temsil ederken, B de onun zıttı olarak, onun “diyalektik devamı” olan başka bir sistemi temsil etmektedir. Sistem-üretici güçler- geliştikçe, yeniyi temsil eden B, A yı ve onun temsil ettiği sistemi yok ederek onu yerine kendisinin temsil ettiği sistemi egemen kılacaktır”!
İşte size bütün o mekanik-materyalist (isterseniz “diyalektik materyalist” deyin ) “devrim anlayışlarının” çıkış noktası-felsefi temeli!
“Marksizm işçi sınıfının ergenlik çağı ideolojisidir” derken ne demek istediğimiz şimdi herhalde daha iyi anlaşılıyor olsa gerek!.İşçi sınıfının “kendisi için bir sınıf” olmaya başladığı dönemin ideolojisiydi Marksizm..Ama o dönem artık çoktan sona erdi! İşçi sınıfı, burjuvazinin inkârını gerçekleştirirken, yeni bir durumun yaratılmasına da katkıda bulunarak, kendisinin de içinde bulunduğu eski durumun topyekün inkârına neden oluyor. İçinde yaşadığımız 21.yy artık kapitalizmin modern sınıfsız toplumu-Bilgi toplumunu yaratma-doğurma dönemidir. Bu dönem, burjuvazinin yerini bilgiyi-beyin gücünü temsil eden “insanların”, işçilerin yerini de adım adım robotların almaya başladığı bir dönem olacaktır. Kapitalizmden modern sınıfsız topluma geçiş, bilginin demokratikleşmesi süreciyle birlikte, üretici güçlerin gelişmesine ve sivil toplumun gücünün artmasına bağlı olarak gerçekleşecektir.
Evet, bilmek-öğrenmek çabası devrimci bir çabadır. Ama değiştirirken değişerek öğrendiğimiz için, bu yolda önümüzdeki en büyük engel değişime direnme anlamına gelen içimizdeki öğrenme-bilme korkusudur. Öğrenmekten, bilmekten korkarız, çünkü, öğrendikçe yok olacağımızı sanırız! Belirli bir anın içinde kendimizi üretmemize temel olan bilgiler, o anın içindeki atalet direncimizin de zeminini oluştururlar. Hani öyle, “kopar o zincirlerini, onlardan başka kaybedecek bir şeyin yok” demekle de olmuyor bu iş! Ne kadarını bilmek istiyorsan, yaşamı devam ettirme mücadelesi ne kadarını bilmeni gerektiriyorsa o kadarını öğreniyorsun ve bu sana yetiyor! Daha fazlasını öğrenmek ise, lüzumsuz bir iş haline gelmenin ötesinde insanı rahatsız edici bir çaba haline dönüşüyor!..
BİR DURUMDAN BİR BAŞKA DURUMA GEÇİŞ NASIL GERÇEKLEŞİYOR?..
Bir durumdan bir başka duruma geçiş, yani devrim dediğimiz olay, sadece, bir dış kuvvetin sistemi etkileyerek onu zorla değiştirmesi olayı olmadığına göre (!), bir durumdan bir başka duruma geçiş nasıl gerçekleşiyor?..
Her durumda, gene ister bir atom, bir insan, ya da bir toplum söz konusu olsun, bütün sistemlerde, dış kuvvetler (dış dinamik), daima, sistemin iç yapısını oluşturan unsurlar (iç dinamik) aracılığıyla, onlarla bütünleşerek, etkide bulunurlar.
Örneğin, bir atomun belirli bir kuantum seviyesinden bir üst seviyeye çıkması için gerekli olan dış etken, enerji (girdi), amaca uygun bir foton olarak gelir ve önce mevcut sistemle bağlaşır, onun içinde değerlendirilerek-işlenir ve sistemin içinde bir ürün, potansiyel yeni bir durum olarak ortaya çıkar. Öyle ki, artık sistemin bulunduğu enerji seviyesinin sınırları bu yeni durumu-enerji kapasitesini muhafaza edemez hale gelir. Bir üst seviyeye geçişin ön koşulu budur. Ve mevcut durumun içinde oluşan yeni sistemin güçleri, onun çerçevesini- sınırlarını aşarak, kendi enerji kapasitelerine uygun yeni bir seviyeye (kuantum seviyesine) çıkarlar. Olay budur. Yoksa öyle mekanik bir geçiş olamaz. Dışardan bir foton geliyor, atom bir üst seviyeye çıkıyor. Tamam, ama nasıl oluyor bu? Gelen o foton önce nereye geliyor? Enerji yoğunlaşması nerede oluyor? Mevcut-varolan sistemin içinde bu girdi nasıl işleniyor? Ortaya çıkan reaksiyon nedir? Yeni bir durum-çıktı nasıl oluşuyor? Ancak bu sorulara cevap verdikten sonradır ki problemi çözülmüş olarak görebiliriz. Neden ve nasıl sorularını atlayarak yapılacak açıklamalar eksik kalmaya mahkumdur. Bir problem, ancak İnformasyon İşleme Bilimi zemininde açıklanarak çözüldüğü zaman tam olarak (bilişsel olarak) çözülmüş kabul edilebilir.
Bir informasyon işleme sisteminin nasıl çalıştığını, bir durumdan bir başka duruma nasıl geçildiğini daha iyi kavrayabilmek için aşağıdaki örnek üzerinde düşünelim:
Şekilde ”İlk durum” arabanın hareketsiz hali olsun. İkinci durum, arabanın saatte 20 km. hızla, 3. durum da saatte 50 km. hızla gittiği aşamalardır (böyle kabul ediyoruz). Son durumda da arabanın 90 kilometre hıza eriştiğini düşünüyoruz. İlk durum halindeyken, gaz vererek arabayı ikinci duruma çıkarmaya çalıştığınız zaman, bu, arabanın içinde oturmakta olan (mevcut durumu-atalet halini- temsil eden) insan olarak sizin üzerinize öne doğru bir kuvvetin etkide bulunması anlamına gelir ki, buna bağlı olarak siz de, buna zıt bir “kuvvetle” (aslında bu gerçek bir kuvvet değildir, atalet direncidir) geriye doğru itildiğinizi hissedersiniz. Aslında arabayı harekete geçiren “siz” olduğunuz halde, koltukta geriye doğru kaykılarak genede eski-mevcut durumu muhafaza etmeye çalışırsınız. Ama araba 20 km.lik sabit bir hıza eriştiği zaman bu kuvvetlerin ikisi de bir anda ortadan kaybolurlar. Çünkü artık yeni bir denge kurulmuştur. Erişilen bu yeni “durumda” araba ve arabanın içinde oturmakta olan insan herhangibir kuvvetin etkisi altında olmaksızın yollarına devam ederler.
Burada, arabanın içinde oturmakta olan insanın durumu-davranışı, mevcut sistemi-dengeyi, ataleti-temsil eden sistemin dominant kutbunun (kapitalist toplum söz konusu olunca bu burjuvazidir) durumuna-davranışına benzer! Araba ise, son tahlilde, insanın organlarının bir devamı gibidir. Üretim süreci boyunca, elindeki üretim planına göre hammaddeyi işleyerek ürünü yaratan ve ürünle birlikte bir durumdan bir başka duruma yükselen-çıkan işçiler, üretim ilişkisinin de yeni duruma uygun olarak yeniden düzenlenmesini isteyince (toplu sözleşme vs.) onların bu isteği burjuvazi tarafından tepkiyle karşılanır. Burjuvazi, atalet direnciyle buna karşı koyar (aynen arabanın içinde oturan insanın geriye doğru kaykılması gibi!). Sonunda tabi bir “uzlaşmaya” varılır; “toplu sözleşmeyle” “yeni durumun” neresi olduğu belirlenerek, ilişkiler bu yeni duruma uygun olarak yeniden düzenlenir ve bu şekilde bir durumdan bir başka duruma çıkılmış olunur. Sistemin gelişme diyalektiği bu şekilde işler.
İşte bu süreç (yani, sistemin, kendi içinde hamile kalıp kendi kendini üreterek bir önceki şekildeki A’B’ haline gelme süreci), daha AB sisteminin o ilk oluşma “anından” itibaren başlayan bir süreç olduğu içindir ki, AB nin, ilk oluştuğu (varolduğu) andan itibaren, kendi içinde kendi zıttını (A’B’ olarak kendi inkarını) barındırarak varolduğunu söyleriz. “Sistem gerçekliği zıtların birliği ve mücadelesinden ibarettir” sözünün anlamı buradan gelir. “Birlikten” ve “mücadeleden” kasıt, her AB sisteminin, her an, kendi içinde bir A’B’ ile birlikte-ve onunla mücadele halinde varolmasıdır (yukardaki ilk şekli hatırlayalım).
Demek ki, her yeni sistem, önce eskinin içinde bir yoğunlaşma (gelişme diyelim buna) olarak oluşuyor. Ve ancak bu yoğunluk, eski, yani mevcut sistemin sınırları içinde taşınamaz hale gelince doğum olayı gerçekleşiyor.
İşte bu basit gerçektir ki, sırf bu “basit gerçeği” kavrayabilmek için geçti bir ömür! Çünkü, bu çalışmanın ilk hareket ettirici, itici gücü, bu sorunun cevabını aramaktı! Yani, bu mekanizmayı kavrayabilmek için çıkmıştık yola! Eski mekanik dünya görüşüyle-“zıtların biribirine dönüşümü” anlayışıyla, yani, mevcut sistem içindeki unsurlardan birinin diğerini yok etmesi olarak anlaşılan mekanik “devrim” anlayışıyla, yukarda ifadesini bulan anlayış arasında dağlar kadar fark var! Biri, işçi sınıfının delikanlılık dönemine denk düşüyorsa, diğeri de olgunluk çağının bakış açısı bunların! Aradaki dağları (buradaki dağ, nefstir) aşmak kolay olmadı!
[1] Yani, işin buraya kadar olan kısmında yeni bir inkâr söz konusu değildir, işçilerin yaptığı sadece bur-juvazinin başlattığı inkâr sürecini gerçekleştirmektir. Ama bu arada, eski denge-düzen-bozulurken, ürünle birlikte yeni bir düzen-denge durumu da ortaya çıktığı için, işçilerin, burjuvazinin inkârını gerçek-leştirirken, aynı zamanda, inkârın inkârı olarak yeni bir denge durumunu (ürünle birlikte) yarattıkları da söylenir.
Yorum Yap