- 30.01.2020 00:00
Son iki günü Cenevre'de geçirdim. Şehri saran soğuk, yağmurlu, kapalı hava tanıklık ettiklerimize uygun bir dekor oluşturdu. İki gün sona erdiğinde, hayatımda çok az yaşadığım ölçüde bir hüzün ve kasvetle baş başa buldum kendimi.
Merkezi Londra'da bulunan Uluslararası İnsan Hakları Gözlem Evi'nin (International Observatory of Human Rights / IOHR) davetlisi olarak, Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Dr. Şebnem Korur Fincancı ve Ahval yazarı Nurcan Baysal ile birlikte gelmiştik buraya. Davetin amacı, BM Evrensel Periyodik İnceleme Raporu'nu (UPR) temel hak ve özgürlükler açısından değerlendirmek, sivil toplum ve medya açısından mercek altına almaktı.
Beş yılda bir yayınlanan kapsamlı rapor, Türkiye'deki anayasal hak ve özgürlükler, yargı bağımsızlığı ve adalet mekanizmasının ortaya koyduğu durumun bir nevi röntgen resmi. BM üyesi ülkelerin eleştiri, beklenti ve tavsiyelerini de toplayan rapora kural gereği raporun öznesi olan ülke de görüş ve 'savunma' ekliyor, ardından da BM Cenevre merkezinde uzun bir oturumla tüm görüşler, bizim gibi sivil toplum kesiminden temsilcilerin bağımsız tespit ve eleştirilerinin aktarıldığı 'olmazsa olmaz' yan etkinliklerle bütünlük kazanıyor.
Ana oturumdan bir gün önce IOHR'ın geniş katılımlı yan etkinliğinde Türkiye'deki gerçek tabloyu elden geldiğince anlattık. Dr. Korur Fincancı ağırlıklı olarak Türkiye'de kamuoyunun medya karartması nedeniyle aşina olmadığı bir konuyu, sistematik hal alan işkence uygulamalarını anlattı. Baysal, Kürtleri hedef alan baskıların dökümünü yaptı. Ben de medyanın üzerine heyula gibi çöreklenen yasal ve idari kısıtlamaları, Orwell ve Kafka'ya taş çıkartan absürdlükteki davaları, hapis ve sansür örnekleri üzerinden geniş biçimde özetledim.
Cenevre buluşmasının iki önemli boyutu vardı. En son rapor Gezi protestoları dönemine rastladığı için 2020 raporu, Türkiye'nin akıllara durgunluk veren gerilemesi, otoriterleşmede sınır tanımayan iktidar yapılanması ve hukuk devletinin çöküşünü ifade eden son beş yıllık süreci genel olarak görmek ve göstermek için önemli bir fırsat oldu.
Diğer yandan (Türkiye'de Hitler ve Stalin dönemi hukuk tanımazlığını siyasi davalara önemli örnek oluşturan) Gezi Davası duruşmasının tam da UPR oturumu gününe denk gelmesi, adı dava ile simgeleşen Osman Kavala'nın serbest bırakılıp bırakılmayacağı konusuyla baş başa getirdi hem bizi, hem de ülkede yaşanan benzersiz karanlıktaki dönemi izleyen yabancı gözlemcileri.
UPR oturumu baştan aşağı - fars mı desem, trajikomedi mi desem bilemedim - ağırlığı insanın içine oturan bir tiyatro ikliminde geçti. Kısa sürede anladık ki, Türkiye'deki zifiri karanlığın pek çok ülke ya farkında değil, ya da farkında olmak istemiyor. Çoğunluk, yaşanan hukuk faciasının adını koymak yerine ortada top çevirmeyi, hatta Saray hükümetini 'hak ve hukuk konusundaki çabaları nedeniyle tebrik etmeyi', bazıları da suya sabuna dokunmadan bir şeyler söylemek için 'kadın ve çocuk haklarında adımlar atılsın' gibi tali alanlara girip çıkmayı tercih etti.
Adını koyanlar da oldu elbette. Fransa, Almanya, Britanya, Finlandiya, İsveç, Norveç, İtalya, Almanya, Hollanda, Mısır, GüneyAfrika, Kanada, ABD gibi üye ülkelerin temsilcileri dört temel konuda açık sözlü davrandılar: a) Yargı bağımsızlığının sağlanması ve köklü HSK reformu, b) Terörle Mücadele Kanunu'nun başta 7/2 maddesi olmak üzere gözden geçirilmesi, c) AİHM kararlarına saygı gösterilmesi, d) İfade, medya, gösteri ve örgütlenme özgürlüklerine geri dönülmesi, e) Keyfi gözaltı ve tutuklamaların durdurulması, f) Kürt illerinde kayyım uygulamasının sona erdirilip bu belediyelerin seçilmiş başkanlarına iade edilmesi.
Dışişleri Bakan Yardımcısı Faruk Kaymakçı başkanlığındaki heyet gelen eleştirileri yanıtlamaya başlayınca kendimi birden bir 'deja vu' - 'ben bu filmi evvelce birkaç kez görmüştüm' - halinde buldum.
İnsana hiç iyi gelen bir duygu değil bu, söyleyeyim. Başta Kaymakçı söz alan Türk heyeti üyeleri insan aklına adeta hakaret edercesine, her şeyin gayet tozpembe olduğu, vatandaşın hakkına hukukuna saygının zirve yaptığı bir Türkiye tablosu çizip durdular.
Tabii bunu anladığımız kadarıyla söylüyorum, çünkü - hazindir - heyetten bazıları inanılmaz bozuk bir İngilizce'yle bir şeyler anlatıyordu ve çevirmenlere Allah kolaylık versin demekten başka bir şey gelmiyordu insanın içinden.
Anlatılınca o kadar da değil diye inanmıyorlardı ama maalesef başta Dışişleri olmak üzere Türkiye'nin koskoca bakanlıkları gerçekten de 17'nci sınıf bir memur topluluğunun elinde buruşup kalmış.
Oturumu trajikomediye dönüştüren, 'siper et gövdeni yedi düvele karşı' savunmalarının zavallılığıydı. 41 yıldır gazeteciyim, ne yalan söyleyeyim, 12 Eylül 1980 sonrası dahil, Türkiye hükümetlerinin kendilerini böylesi bir inkarcılık ve yalana sürüklediği başka bir dönem hatırlamıyorum.
Kadınlara karşı şiddeti eleştiren ülkelere karşı Kaymakçı'nın 'ama bakın benim bu heyetimde neredeyse tek erkek benim' sözde argümanını mı ararsınız, peş peşe gelen 'özgür basın şart' taleplerine karşı 'ama terörizmle mücadele çok önemli ve de hiçbir gazeteci yasal kovuşturma ve davadan muaf değildir' tarzında, artık sakız gibi çiğnenen, herkesi acı acı gülümseten sözde savunmaları mı?
Kayyım atamalarını 'suça bulaşmışlardır, önleme amaçlı' diye maruz göstermeye çalıştılar, gösteri yürüyüş hakkı olmalı diyenler Cumartesi Anneleri'ni örnek gösterince 'ama o gösteri izin verilebilir kategorisine girmemekte, üstelik Galatasaray gibi bir turistik alanın da huzurunu bozmaktadır' gibi bahanelere başvurmakta da beis görmediler.
Rahattı heyet. Belli ki bu tür oturumların bu karmakarışık dünya konjonktüründe nasıl olsa bir yere varmayacağını, 'vız gelip tırıs gideceğini' düşünmekteydiler.
Haklı olduklarını düşündüm. Salona dinleyici olarak gelmiş veya Cenevre BM binasının koridorlarında görevli diplomatlara ve STK temsilcilerine yana yakıla dertlerini anlatmaya çalışan Türkiye'nin farklı mağdur gruplarından insanlar çırpınadursun, resmi düzeyde her şey sanki ''BM'de sıradan bir gün' gibiydi.
''Bıktı herkes'' dedi, Akdeniz ülkelerinden birini temsil eden, eskiden beri tanıdığım açık sözlü bir resmi katılımcı. ''Türkiye'nin inatçı, baskıcı, laf dinlemeyen, konuşulamayan, kendi uydurdukları yalanları başkalarına satmaya çalışmaktan vazgeçmeyen, uyumsuz ve gayrı medeni yönetici elitinden sıkıldılar. Türkiye denince sadece sorun üreten bir devlet anlaşılıyor ve inan bana, bezdiler artık. Maalesef, böyle gider diyorlar. Sorunlar tepe gibi yığıldı. Gördün işte, sorunları savunuyorlar utanmadan. Ne yapabiliriz ki?''
Kavala davası duruşmasında yaşanan kargaşayı, avukatların salonu terk etmesi ardından, Kavala'nın tutukluluk halinin devamı kararını duymuştuk. İnanın onca beklentiye karşın, konuştuğum kimse buna şaşırmıyordu. Bu apati halini de not ettim, hüzünle.
Birkaç yabancı meslektaşla konuştuktan sonra BM salonunu terk ettim. Kavala davasının sergilediği sınır tanımayan hoyratlık, sayısı 55 bini geçen siyasi mahpusun halinin üzerine, ülke dışına savrulmuş Kürtlerin burada bana anlattıkları ve oturumdaki manzara içime külçe gibi oturdu.
Nasıl kalkılacak bu 'resmi barbarlığın' altından, inanın artık ben de bilemiyorum.
Yorum Yap