- 28.10.2018 00:00
Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi olayında Türkiye, oldukça ihtiyatlı ve ketum davrandı. Kesinleşmemiş hiçbir bulguyu açıklamadı. Güvenlik makamları söylenmesi gerekenden fazla hiçbir şey söylemediler. Olay yeri inceleme ekipleri görevlerini profesyonelce ifa ettiler.
Bu performanslarından ötürü Türk güvenlik makamlarını ve adli tıp ekibini kutlamak gerekir.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da söylenmesi gerekenden ne fazlasını ne de azını söyledi. Yapılan bazı eleştirilerde, Erdoğan’ın elinde daha fazla bilgi olabileceği, fakat bunu söylemekten imtina ettiği ileri sürülüyor. Bu doğru da olabilir. Ancak bir devlet başkanının, kendisine ulaşan her bilgiyi kamuoyuyla paylaşması beklenmemelidir.
Bunları söyledikten sonra resmin tamamını doğru görmek için iki hususun daha altını çizmek gerekir. Biri, Türk güvenlik makamlarının olaya el koymada izledikleri tutumdur. Öteki de konsolosluğun dokunulmazlığı konusunda yapılan değerlendirmeler.
Cemal Kaşıkçı, başına geleceklerden şüphelenmiş olsa gerek ki, nişanlısı Hatice Cengiz’e iki saat içinde konsolosluktan çıkmazsa, tanıdığı iki Türk arkadaşını haberdar etmesini tembih etmiş. Cengiz de bu tembihe uyarak kendisine verilen isimleri haberdar etmiş, onlar da Türk makamlarını haberdar etmişler. Erdoğan’ın söylediğine göre Türk makamları olayı saat 17.50 da öğrenmişler.
Güvenlik makamlarının nasıl bir değerlendirme yaptıklarını bilmiyoruz. Ancak, çok çabuk karar veren bir mekanizma işletilebilmiş olsaydı, 17.50 veya en geç 18.00 den itibaren Başkonsolosluk binasının ve Başkonsolosun ikametgâhının kuşatma altına alınıp kimsenin girip çıkmasına izin verilmemesi mümkündü.
Başkonsolosluğa o gün girip çıkan tüm otomobillerin, İstanbul sokaklarındaki kameralarla izlenmesi ve gerektiğinde durdurulup kontrol edilmesi uygun olurdu. Bunlar belki de yapılmıştır ve zamanı gelince açıklanacaktır.
Aynı şekilde biri 18.20 de, öteki 22.50 de Türkiye’den ayrılan Suudi ekiplerinin yurt dışına çıkışlarına izin verilmeyip alıkonmaları uygun olurdu. Bu yolcular, ellerinde diplomatik pasaport olsa dahi, diplomatik dokunulmazlıklardan yararlanamazlar.
Dolayısıyla pasaport kontrolünde durdurulmaları ve olay bütünüyle ortaya çıkıncaya kadar Türkiye’de alıkonmaları, birçok gerçeğin ortaya çıkmasını kolaylaştıracaktı. Türk güvenlik makamları, o saatlerde, bu konuyu büyütülecek bir olay olarak görmemiş olabilirler.
Erdoğan’ın konuşmasında yer almamakla birlikte, bir ara, Suudi ekibinin bir bölümünü taşıyan uçağın Nallıhan semalarında iken durdurularak havada tur atması talimatının verildiği, sonra da yoluna devam etmesine izin verildiği anlaşılıyor. Uçak indirilip yolcuları sorgulansaydı, şimdi bilinmeyen birçok bilgiler elde edilebilirdi.
İkinci konu ise, 1963 tarihli Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana Sözleşmesi’yle ilgilidir. Konsolosluk binasının ve konsolosluk personelinin dokunulmazlıkları hususunda bazı hususlara biraz daha açıklık getirmek gerekiyor.
Sözleşmenin bazı maddeleri biraz dikkatli okununca, Türk makamlarının, ellerindeki yetkiyi yeteri kadar cömertçe kullanmadıkları anlaşılıyor. Her şeyden önce akılda tutulması gereken husus şudur: Konsoloslara sağlanan dokunulmazlığın felsefi gerekçesi, görev yapmalarına ev sahibi ülke tarafından gereksiz engeller çıkarılmamasıdır.
Bu dokunulmazlık, kanunsuz işler yapmak için bir araç olarak kullanılamaz. Böyle bir davranış, dokunulmazlık tanınmasının gerekçesine aykırıdır.
Kaşıkçı olayında Türk güvenlik makamları, bir cinayet ihtimalini öğrendikleri andan itibaren, Suudi makamlarından izin istemeksizin Başkonsolosluğa girip araştırma yapabilirlerdi.
Viyana Sözleşmesinin 31/2 maddesi şöyledir:
“Kabul eden devlet makamları, konsolosluk şefinin, onun tarafından tayin edilmiş kimsenin veya gönderen devletin diplomatik temsilcilik şefinin muvafakati dışında, konsolosluk binalarının münhasıran konsolosluk işleri için kullanılan kısmına giremezler”.
Bu ifadeden görüleceği üzere, güvenlik makamlarının, bir cinayet ihtimalini öğrendikleri zaman, Başkonsolosluk binasına girmek için bir yerden izin almalarına gerek yoktur. Binaya girebilirler. Ancak o bina içinde, ‘münhasıran konsolosluk işleri için kullanılan’, örneğin konsolosluk arşivi, gizli yazışmaların yürütüldüğü bölümlere giremezler. Onun dışındaki yerlerde araştırma ve inceleme yapabilmeleri gerekir.
Ayni sözleşmenin 42. maddesi bir konsolosluk mensubunun Başkonsolostan veya gönderen devlet makamlarından izin almaksızın tutuklanabileceğini söylemektedir. Madde şöyledir:
“Bir konsolosluk personeli mensubunun tutuklanması, gözaltına alınması veya cezai bir kovuşturmaya tabi tutulması hainde, kabul eden devlet, durumdan konsolosluk şefini en kısa zamanda haberdar etmekle yükümlüdür. Eğer konsolosluk şefinin kendisi bu tedbirlerden birine muhatap tutulmuş ise (yani Başkonsolosun kendisi tutuklanmış ise) kabul eden devlet bundan gönderen devleti diplomatik yoldan haberdar eder.”
Bu maddeden de görüleceği üzere Türk güvenlik makamlarının yapmaları gereken şey, Başkonsolosluk binasına girip oradakileri tutuklayıp en kısa zamanda Ankara’daki Suudi Büyükelçiliği’ni durumdan haberdar etmekti.
Sözleşmenin 43/1 maddesi bu konuya biraz daha açıklık getiriyor. Söz konusu madde şöyledir:
“Konsolosluk memurları ve konsolosluk hizmetlileri, resmi görevlerinin yerine getirilmesi sırasında işledikleri fiillerden dolayı kabul eden devletin adli ve idari makamlarının yargısına tabi değildirler.”
Bu maddeden de anlaşılacağı üzere konsolosluk personeli sadece “resmi görevlerinin yerine getirilmesi sırasındaki işledikleri fiillerden dolayı” yargı muafiyetinden yararlanabilir. Cinayet işlemek resmi görev meyanında sayılamayacağına göre Türk güvenlik makamlarının Başkonsolosluk personelini Suudi makamlarından izin almaksızın tutuklama yetkisi vardı.
Bu cinayet sadece Türkiye’nin değil tüm uluslararası camianın birçok dersler çıkaracağı acıklı bir deneyim olmuştur.
Yorum Yap