Ahmet Ümit: AKPliler de mutsuz uyanıyor

Ahmet Ümit son romanı Elveda Güzel Vatanımda İttihat ve Terakki dönemine uzansa da roman ister istemez günümüz Türkiyesine de temas ediyor

Ahmet Ümit: AKPliler de mutsuz uyanıyor
21.12.2015 - 01:34
1820

 Ahmet Ümit son romanı 'Elveda Güzel Vatanım'da İttihat ve Terakki dönemine uzansa da roman ister istemez günümüz Türkiye'sine de temas ediyor. Armağan Çağlayan Ümit ile son romanı ve günümüz ilişkisi, Türkiye'nin geldiği nokta, siyasi iktidarın duruşu, yazarın 'sosyalizmle ilişkisi' ve 'çok satan yazar olmak üzerine' bir sohbete oturdu...

 Artık edebiyattan para kazanmak mümkün mü Ahmet Bey? Eskiden bizim edebiyatçılar hep fakir insanlar ya…

Tabii tabii. Artık mümkün. Önceki kuşağı düşünürsek; Aziz Ağabey, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sait Faik… Hatta Sait Faik hiç para kazanamamıştı. Orhan Kemal sadece romanlardan kazanamıyordu, senaryo yazıyordu para kazanmak için. Ama hem Aziz Ağabey hem Yaşar Ağabey edebiyattan para kazandılar. 12 Eylül dönemi boyunca biraz sekteye uğradı iş. 1990’lardan sonra  birinci baskıların 100 bin olduğu bir dönem başladı. Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Ayşe Kulin… Onlarla başlayan bir süreç var. Bu 100 binlik satışlar bugün artık bizimle beraber. İlk baskılardan söz ediyorum, 100 bin baskı birinci çıkış. Yani “Türkiye kitap okumuyor” meselesi tartışmalı bir meseledir.

Öyle olsa, bu kadar kitabı kim okuyor?
Şöyle bir şey var. 70-80 milyonluk bir nüfusu Almanya ile kıyasladığımızda, evet Türkiye okumuyor. Mesela ben Almanya’da yazan bir yazar olsam muhtemelen 3 milyon, 4 milyon falan satardım. Şimdi Türkiye’de son romanlarım yani ‘Bab-ı Esrar’, ‘İstanbul Hatırası’, ‘Sultanı Öldürmek’ ve ‘Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’ 300 bin civarı sattı. Yıllık satış ortalama eski kitaplarımla beraber 400 binlere ulaşıyor. Bu yılki satışım 650 bine yaklaşıyor. Bunlar çok büyük rakamlar. Dünyada bir ‘Dünya çok satan listesi’ olsa o listeye girerim. Böyle yazarlar bu oranlarda ne kadar var bilmiyorum ama artık 250 bin baskıları olduğunu biliyoru. Birinci baskıları 200 bin, 150 bin oluyor. Biz 250 bin denedik ve şu anki sonuç çok olumlu.

250 bin sattınız mı, 250 bin basıldı mı?
250 bin basıldı.

Ahmet Bey siz ne okudunuz? 
Siyaset okudum. Kamu yönetimi. Marmara Üniversitesi.


İLK YAZDIĞIM HİKÂYE 40 DİLDE YAYINLANDI

Nasıl yazmaya başladınız? Okurken de yazar mıydınız?
Hayır, hayır. Ben okurken profesyonel devrimciydim. 14 yaşında, 1974 yılından bahsediyorum, 12 Mart bitmiş Deniz Gezmişler asılmış, Mahir Çayanlar  öldürülmüş. O zamanki en önemli şey işte çağdaş olmak, hani kızların âşık olacağı adamlar, devrimci çocuklar. Benim ailemdeki herkes devrimci, 14 yaşındaki bir çocuk devrimci olmaya ya da ülkücü olmaya nasıl karar verebilir ki? 14 yaşındasın böyle bir durum var. Ben devrimci oldum ve yazar olmak çok değerli bir şey, peygamberlik gibi bir şey, ben hayatta olamam. Çok iyi bir kitap okuruyum. 1982 yılında yani demek ki sekiz yıl sonra, bir gün bir tutuklama oldu. 12 Eylül dönemi, 82 oylaması oylanacak, afişler yapıştırıyoruz, bir arkadaşım tutuklandı. Örgüt de benden bir rapor istedi. O raporu yazarken bir hikâye yazmışım, yani kendiliğinden geldi, patlama gibi bir şey. Ve o hikâye matrak bir şekilde 40 ayrı dilde yayınlandı, dergilerde basıldı. İnanılmaz bir şey. Edebi nitelikleriyle değil, politik nitelikleriyle basıldı. Gerçek bu, fakat olsun yani, ilk yazdığım hikâye 40 dilde yayınlandı. Ondan sonra “Yazar olabilir miyim?” sorusu aklıma takıldı 1982 yılında, 22 yaşındaydım ve kitapları okurken daha önce bir okur olarak okuyordum, Tolstoy, Anna Karenina, Yaşar Kemal, İnce Memed falan… Ondan sonra okurken “Ben yazsam nasıl yazardım?” diye okumaya başladım. Amatör, yazar olmaya aday genç bir adamın bakış açışıyla her şeyi okumaya başladım ve bende giderek “Yazar olabilirim” fikri oluşmaya başladı. O süreçte çok enteresan tarihsel dönemler de var tabii. Aslında tarih insanları böyle etkiliyor. Sovyetler Birliği’ne gittim 1985 yılında, sahte pasaportla, illegal yollarla.

Kaçtınız mı?
Kaçma değil, eğitime gidiyorum, Nazım Hikmet gibi. Kaçış değil bu, gideceğim ve döneceğim. Bir yıl Marksizm-Leninizm eğitimi göreceğim orada. Orada Marxism Leninism Institute diye bir okul var, oraya gidiyorum. Dünyanın her yerinden insanlar, devrimciler, komünistler oraya geliyor, eğitim görüyorlar. 1985 yılında, eylül ayında sahte bir pasaportla ile Sirkeci’den trene bindim.

Peki niye pasaport sahte?
Komünist Parti, 1985 yılında illegal parti.

Ama sizin oraya üye olduğunuz biliniyor? 
Bilinmiyor.

Ama başvursanız…
Hapse atarlar.

Pasaport için…
O zaman Sovyetler Birliği’ne gittiğim belgelenecek. “Niye gidiyorsun Sovyetler Birliğine?” Bir açıklama yapmak lazım. Şimdi eğer Sovyetler Birliği’ne gittiğim tescillenirse, “Niye gittin” diye yakalayacaklar beni. 12 Eylül dönemi, diktatörlük var, ülkede ağır bir durum var yani. Tam James Bond hikâyesi. Poliseye yazmamın nedeni bu aslında. Çünkü hayatımın o bölümü, 15 yıl polisiye. Büyük macera; kaçmaca, kovalamaca, yaralanma, vurulma, yeraltı, şahane bir hayat. Tehlikeli ama çok güzel bir hayat. Moskova’ya gittik. O zaman biz hâlâ inanıyoruz, “Sosyalizm ayakta kalacak” diyoruz. Ama orada gördüğüm manzara, sosyalizm benim kafamdaki değil. Benim ideallerimdeki cennet değil yani, mutsuz insanlar.

SOSYALİZM BİR ARAYIŞTI, OLMADI 
Şimdi baktığınızda “Aslında sosyalizm ve komünizm romantik bir fikir miymiş” diyorsunuz? 
Şöyle, romantik bir fikir değil, bir arayış demek daha doğru. Çünkü bugün bakıyoruz, çağımıza kapitalizm hâkim ve insanlar mutsuz. Kapitalizm insanları mutlu etmeyi başaramadı. Mutluluğun ötesinde, insanlar istemiyorlar ve her yer kan gölü. Artık Ortadoğu’da değil savaş, Paris’te de sürüyor, New York’ta da sürüyor, Londra’da da... Dünyanın her yerinde. Bu çözüm değil. Sosyalizm bir arayıştır. Neyi arayış? Gelirler daha adil bölüşülebilir mi; insanlar dilleri, dinleri, ırkları, cinsiyet tercihleri nedeniyle dışlanmaktan, aşağılanmaktan kurtulabilir mi? Daha iyi bir dünya olabilir mi arayışıydı bu. O aşamada öyle bir çözüm çıktı, olmadı. Bugün onun deneyimleri var, cebe kondu, arayış devam edecek. Çünkü kapitalizm çözmüyor sorunu. İklim Sözleşmesi imzalamıyorlardı şimdi Paris’te yeniden Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamak zorunda kalıyor. Çünkü dünya bitiyor, insanlık bitiyor. “Göçmen almıyorum” diyorsun ama Suriye’ye burnunu sokuyorsun, Suriye patlıyor, göçmenler Avrupa’ya göç ediyor, sen sıkışıp kalıyorsun. Türkiye gibi anti-demokratik bir ülkeyle “Size tekrar fasıl açalım” diye sahtekârlık yapıyor, Avrupa bugün. Yani, çözüm değil kapitalizm! Sosyalizm bir arayıştı olmadı. Eksik yani ilk deneme, normaldir. Bence o yüzden “arayış” demek daha doğru. Elbette bunun içinde romantizm de var.

Batı bugün Güneydoğu’da yaşananlara ses çıkarmıyor. Biz bölündük mü? 
Yüzde 100 bölünmüşüz. Şimdi kaç kere bölündük; korkunç olan bu. Sadece Kürt-Türk bölünmesi değil bu. Kendi içimizde bölündük. Hükümet yanlısı olanlar, hükümet karşıtı olanlar. Türkiye’deki bölünmenin yüzü budur. Eğer hükümet yanlısı olmayanlar akıllı bir şekilde davransaydı, Bahçeli bu işi bölmeseydi, PKK silaha sarılmasaydı bugün başka bir Türkiye vardı. Çünkü asıl bölünme bu. Bir tarafta hükümet yanlıları var, bu hükümet yanlıları her türlü güçten yararlanıyorlar ve başka bir yapı kurmuşlar; bir de hükümet yanlısı olmayanlar var. Bunun içerisinde laikler var, Kürtler var, hükümet yanlısı olmayan Müslümanlar var, liberaller var, solcular var. Bu taraf seçimden önce biliyorsun oy oranı belliydi, yüzde 50’den fazlaydı. Bu son seçimlerde kaosla beraber insanlar korktular ve buraya tekrar döndüler. Gerçekten bir bölünme var ve bu bölünmeyi birkaç şekilde ayırabiliriz. Ya bir parti devleti pozisyonu yaşanıyor şu an Türkiye’de. Bir an önce bundan vazgeçilmezse, sonumuz felaket.

Felaket derken? 
İttihat ve Terakki yazdım, son romanımda. Bugüne çok benziyor.

O yüzden mi İttihat ve Terakki yazdınız? 
Bugünkü somut sorunlar için yazmadım çünkü dört yıl önce yazmaya başladım ama şöyle düşündüm: Ya yıllardır biz bu ülkede ekonomik gelişmeyi sağlayamadık, demokratik gelişmeyi sağlayamadık, sosyal barışı sağlayamadık. Yani kalkınmayı sağlayamadık. Yaşanabilir bir ülke haline gelemedik. Yakın geçmişe baktım, bu yakın geçmiş nedir? Osmanlı’nın bittiği cumhuriyetin kurulduğu dönemdir. Yani 1906 ile 1926 yılları. “Bu dönemi yazayım” dedim ama bugüne öylesine denk düştü ki… Tam bugüne denk düştü. İnanılmaz bir şekilde. Çünkü İttihat ve Terakki yanlıları bu ülkede ayrıcalıklı oluyor; olmayanları, gazetecileri öldürüyor. Hapse atıyor, sürgüne yolluyor. Bir tek kendileri kalıyor, eleştiren kimse yok. Sonra kendileri içinde de bunların arasında bir İttihat Terakki Merkez Komitesi dediğimiz komite var ve birlikte karar veriyorlar, önce tek kişi yok. Fakat giderek bunların içerisinde üç paşa var; Talat, Cemal, Enver. Enver tek adam oluyor. Almanlar Türklere yardım gönderirken “Enver’in ülkesi” yazıyorlar zaten. Bugünkü Türkiye ona çok benziyor. Bir parti var, o partinin içinde tek bir kişi var. Ve korku… O dönem dış politikada büyük maceralar var. Şimdi de korkuyorum ben. Şimdi biz Rus uçağını düşürdük, şu anda Türkiye 20 milyar dolar zararda. Şimdi kıvırmaya başlanıyor; “Aslında biz düşür demedik, pilot düşürdü…” “Musul’a girdik, kimseyi çekmeyeceğiz”, üç gün sonra asker çekiyoruz. Suriye’de olayın tarafı olduk, şimdi yabancılar yani Suriye’de Esad’ı yıkmaya çalışanlar Esad ile işbirliği politikalarına geçtiler, yaptığımız her şey çökmeye başladı. Dış politikada savaşa yaklaştık. Bir barış süreci vardı Güneydoğu’da; Cizre’de, Diyarbakır’da, Şırnak’ta iç savaş var bildiğin. Yani bunun lamı cimi yok.

DURUMUMUZ SOVYETLER'İN ÇÖKÜŞÜNE BENZİYOR
90’lara dönük…
90’larda bu kadar kitlesel değildi terör. Ne yapıyordu? Çok yanlış şeyler; gidiyordu Kürt iş adamı PKK’ya destek vermiş diye onu vuruyordu. Şimdi sokaktaki kadın ve çocuk evinin önüne çıkıyor, kurşunu yiyip düşüyor. Adamcağız basın açıklaması yapıyor, caminin korunması için, ölüyor. Nasıl öldüğünü biz de bilmiyoruz hâlâ. Ya bir kaza kurşunu mu, bir suikast mı belli değil. Her gün üç, beş vatandaşımız yahut askerimiz ölüyor. Bildiğin savaş bu ama o da doğru, burada da bir dünya devam ediyor, burada bir hayat sürüyor ve kimsenin umurunda değil. Bu duyarsızlık korkunç. Nereye gidiyoruz belli değil. Hakikaten felakete gidiyoruz. Bak şimdi deniyordu ki “Hepimiz sabah mutsuz uyanıyoruz.” Sadece biz değil, AKP’liler de mutsuz uyanıyor. Çok mutsuzlar, her an bir şey olabilir diye bekliyorlar. Evham yani. Ben başbakanın ve cumhurbaşkanının yüzlerine bakıyorum, mutluluk okunmuyor. Gergin. İnanılmaz bir gerginlik var. Burası Ortadoğu!

Eskiden de Ortadoğu olarak mı bakıyordunuz yoksa giderek mi Ortadoğululaşıyoruz?
Son iki yılda Ortadoğululaştık. Ben Gaziantepli’yim. Gaziantep bir Ortadoğu. Yani Halep ile Antep’in arası 80 km. Oraya gidip geliyorduk biz. Bir tarafımız Ortadoğu, bir tarafımız Batı bizim. Bu da güzel bir şey, hiç kötü bir şey değil. Kızkulesi Asya’da mı, Avrupa’da mı? Hem Asya’da, hem Avrupa’da. Güzel olan bu. Bizi güzel yapan da bu. Hani hep uğraşıyoruz ya, “Biz doğuya mı aidiz batıya mı aidiz?” diye. Ya kardeşim biz hem doğuyuz, hem batıyız. Trakya denen bölgede, Avrupa’da öyle ülkeler var ki beş ülke Trakya etmez. Biz buyuz. Bunu kabul etmek lazım. Ama bugün Ortadoğu’ya daha yaklaşmış durumdayız. O anlamda tırnak içinde çatışmalar, nefret, öfke, bombaların patlaması, evet doğuya yaklaşmış durumdayız. Bunun bir sorumlusu olması lazım. Siyasi iktidar hiçbir şekilde sorumluluğu üstlenmiyor. “Evet, yanlış yaptık” demiyor, eleştirenler hapse atılıyor. Ama nasıl olacak bu? Bu Sovyetler Birliği’nin çöküşüne benziyor. Ben Sovyetler Birliği’ne gittim ve okudum. Tek parti her şeye karar veriyordu. Sovyetler Birliği’nden bahsediyorum, Türkiye’den değil. Sayısız maden kaynakları olan, petrolleri, zümrütleri, doğalgazları olan, insan kaynakları nüfusu ve bizden kilometrelerce büyük bir ülkeden bahsediyorum. Bu ülke çöktü. Niye çöktü? Tek parti yüzünden çöktü. Biri sizi eleştirmezse, “Ben mükemmelim” derseniz bunun sonu yıkımdır. Türkiye’de bu olanaklar yok, bizim sanayimiz yok, biz hâlâ dışa bağımlıyız. Rusya doğalgazımızı kessin, nasıl ısınacağız diye bir sorunumuz var bizim şu anda. Kesmiyor, kesse ısınamayacağız, ne yapacağız bilmiyorum. Böyle bir ülkeyiz biz. Burada tek parti olmaz. Burada hep birlikte olunması gerekiyor.

Fotoğraf: Muhsin Akgün

20 YIL SONRA ‘OTORİTER’ DİYECEKLER
 
Sovyetler Birliği tek parti yüzünden çöktü diyorsunuz ama Putin’in de şu andaki destek oranı yüzde 90’a yükselmiş. Yine tek parti. 
Tabii ama gene yıkılır, Putin de gider. Gidecek. Doğru sistem şu: Putin’in karşısına güçlü bir muhalefet, onu eleştiren; AKP’nin karşısına güçlü bir muhalefet, onu eleştiren ve zaman zaman yer değiştiren… Güçlü bir basın, eleştiren. Güçlü basın olursa ne olur? Çekidüzen verir yöneticiler kendilerine. Yürütme, yasama ve yargının bağımsızlığı şart. Şimdi bizde yürütme çok güçlü, yasamada onlar var, yargının verdiği kararları tartışıyoruz artık. Dördüncü kuvvet basın maalesef eleştiri yapamıyor. Ama bu en fazla AKP ve hükümete zarar verir. Tarihsel olarak zarar verir. Bugünü kazanırsınız, bugün dediğim 5 yıl 10 yıl, tarih uzun sürer ama 20 yıl sonra sizi ne diye tanımlayacaklar? “Otoriter, diktatör” diye tanımlayacaklar. Bu şaşmaz, hakikat bu.

Yani ne bileyim; 13 yıldır yapılan her şey de kötü olamaz, mutlaka iyi yapılan şeyler de vardır. 
Bu kadar oy alınıyorsa bir nedeni var. Bunu özellikle CHP’nin düşünmesi lazım, oturup “Niye bunlar oy alıyor?” diye… “Halk cahil, bunlara oy veriyor” açıklaması değil, başka bir şey var. CHP’nin oturup bakması lazım doğrudan. Ben CHP’nin başında olsam AKP’yi incelerim, önyargısız bir şekilde. Bu adamlar nasıl başardı, doğrudan bunu incelerim. Doğrudan bir komisyon kurarım, Tayyip Erdoğan kimdir, nedir? Ama yani böyle bir karakter nasıl oluyor yani 13 yıldır böyle ve düşmüyor. Neden? Ben bir muhalefet parti olsam ilk yapacağım iş bu çalışma yöntemini incelemek olurdu.

SİLAHLI MÜCADELEYE DÖNMEK BİR YIKIM
Bunun sebebi ‘elitizm’ olabilir mi?
CHP açısından mı? Hem elitizm hem de anlayamamak diyelim. Çok da eleştirmek istemiyorum. Muhalefet o kadar kötü durumda ki, eleştirmek istemiyorum. Bir yerden eleştirmek lazım tabii, başka türlü de olmayacak. CHP kendisini sosyal demokrat bir parti olarak tanımlıyor ve Sosyalist Enternasyonel’in üyesi. Bunun anlamı ne? Anlamı şu: Sosyal demokrat partileri ya da sosyalist partiler halk kesimlerine yaslanırlar. Halka giderler. Bugün CHP’nin oy depolarının varoşlar olması lazım. İstanbul’daki varoşlar, Ankara’daki varoşlar, İzmir’deki, Adana’daki, Mersin’deki… Hayır, değil. Kim bunlar? Bunlar AKP’nin oyları. Burada bir yanlışlık var. Bunun oturup düşünülmesi lazım. Tartışılması lazım. Yani bu partinin kurmaylarının samimiyetle bu işin üzerine gitmesi lazım. HDP, çok önemli bir şey yakaladı. Eğer PKK teröre, silaha başvurmasaydı HDP’nin oyları yüzde 20’ye gelmişti. Bu inanılmaz önemli. HDP’nin de çok ders çıkarması lazım. Bu iki parti yani öyle bir fırsat vardı ki, Türkiye’de sol oylar yükseliyordu, CHP ve HDP’yi birleştirdiğimizde yüzde 40’lar geçilmiş; 45’lere doğru 50’lere doğru bir trend başlıyordu son seçimlerde. MHP’nin, Bahçeli’nin arkaik politikası, öyle diyorum ben, tarih öncesi politikasıyla, PKK’nın silaha başvurmasıyla her şey değişti.

Siz HDP üyesi misiniz?
Değilim. Ben hiçbir partiye üye değilim. Ben aydının, yazarın bağımsız olması gerektiği inancındayım. Biz bağımsız olmalıyız ki her partiyi eleştirebilmeliyiz, ama HDP’ye oy verdim. Yani geçen seçimlerde HDP’ye oy verdim çünkü bir umut yarattı HDP. Fakat bugün silahlı mücadeleye tekrar dönmenin herkes için yıkım olduğunu düşünüyorum. Derhal, hemen silahların susması lazım. Hemen.

BENDEN DAHA İYİ YAZAN BİRİ OLUNCA KISKANIYORUM 
Yazarlar arasında da bir çekişme var mı Ahmet Bey?
Olmaz mı? Yazarlarda çok daha fazla vardır çünkü biz bireysel çalışıyoruz. Orkestra yok, bir film çektiğiniz zaman senarist var, yönetmen var, ışıkçı var, müzikçi var. Ben tek başıma çalışıyorum, bütün arkadaşlarımız oturuyorlar, tek başlarına çalışıyorlar. Ve sonra şöyle diyoruz; “Dünyanın en şahane eserini yarattık. Hepsinden daha iyi yazdık.” Söylemesek bile bunu içimizde bu var. Sonra bir bakıyorsunuz ki bir başkası sizden daha başarılı. Bu bir çekememezlik, bir kıskançlık yaratır ama bu doğal bir şey. Sorun şu: Kötülük yapıyor musunuz, yapmıyor musunuz? Yani, o yazarı hiç de hak etmediği halde kötülüyor musunuz? İşte “Bu da dış medyayı kullanarak bilmem ne ödülü aldı.” Veya işte “Yalan söylüyor, bu satmadı.” İşte “Şunu yapıyorum diyor ama görün bu aslında popüler kültürün peşinde, gündemde olan şeyleri yazıyor.” Böyle şeyler çok var. Ben de tabii kıskanırım. Benden daha iyi yazan biri olunca kıskanıyorum ama kötülük yapmamaya çalışıyorum.  Kötü olmamaya çalışıyorum ama içimden diyorum, “Bunlara da medya çok destek veriyor” falan, bu doğal bir şey.

Çok da insani bir şey. 
Çok da insani bir şey, evet. Sorun kötülük yapıyor musun, yapmıyor musun; kuyusunu kazıyor musun? Hatta birisini arayıp “Ya bunun ayağını kaydıralım” falan… Bunu yapanlar da var, biliyorum.

Bunun ‘akıllıcası’ daha tehlikeli.
Beni çok sever mesela yazarlar, sevilen bir yazarım yazarlar arasında, bütün yazarları desteklerim ben. Yeni çıkan kitabı olanlara Twitter’dan destek veririm falan, bu duygudan kurtulmaya çalışırım ama bu duygu vardır bende de. Kurtulmaya çalışırım. Ama buna rağmen eminim şu anda bu kitap bu kadar çok sattığı için şu anda nefret ediliyorumdur. Bu aralar öyle. Bu normal ama.

ÇOK SATIYOR OLMAK İYİ YAZAR OLMAK DEMEK DEĞİLDİR  
İyi yazar olmak ya da çok satmak, Türkiye’yi iyi tanımakla ilgili bir durum mu?
Hayır. Bu nedenlerden biri. Nedenlerden biri ülkenin kültürünü tanımak ama nedenlerden diğeri yaratıcılık. Dili ne kadar iyi kullanıyorsun, hayal dünyan ne kadar gelişmiş, insan psikolojisini ne kadar iyi biliyorsun… Türkiye tarihini, bugünü ve geçmişi ne kadar biliyorsun… Bütün bunların hepsi sizi yazar yapabilir, birleştiği zaman. Öteki türlü biraz zor, sıkıntı olur.  Çok iyi yazarlar vardır, çok iyidirler. Mesela Kafka, yahut James Joyce, bunlar büyük yazarlar. Ama okunması zor yazarlardır. Kendi çağlarında kıymetleri bilinmez. İnsanlar anlamaz onları. Kendi dönemlerinde kıymeti bilinen Dostoyevski, Tolstoy gibi yazarlar da vardır, anlatabiliyor muyum? Bugün çok okunmayan ama hakikaten çok iyi olan yazarlarımız bulunabilir. Zaman içerisinde mesela 20 yıl, 30, 40 yıl sonra... Oğuz Atay’ı örnek verelim. Oğuz Atay çağında o kadar da ilgi görmemiş keşfedilmemiş bir yazardı. Yahut Ahmet Hamdi Tanpınar. Döneminde çok okunan yazarlar değildi ama bugün bunlar zamanı gelen kıymetleri bilinmiş yazarlar haline geldiler. Gelecekte de böyle olabilir. Belki de bugün çok okunan yazarlar, mesela ben çok okunuyorum; kitabım yabancı dillere çevriliyor, eserlerimden filmler, diziler yapılıyor ama belki de bir yıl sonra okunmayacağım. Belki de okunacağım ama hep “Okunuruz” hayalleriyle yaşıyoruz. Böyle bir şey var. Çok satıyor olmak, iyi bir yazar olduğunuz anlamına gelmiyor.

ALKIŞI DUYUYORUM, PARA KAZANIYORUM, MUTLUYUM 
Ama Türkiye’de şöyle bir algı da var, çok satan kitaplara popüler kültür ürünü deyip ağız burun kıvırıyorlar.
Cervantes, Don Kişot’u yazan adam. Bu adamcağız Don Kişot’u hep utanarak yazdı. Çünkü büyük bir şair olmayı tasarlıyordu ama bir tane ‘boktan’ şövalye hikâyesi yazıyordu. Bugün Cervantes’in hiçbir şiirini hatırlamayız ama Don Kişot’u hatırlarız. Arthur Conan Doyle, Sherlock Holmes’u yazan adam. Sherlock Holmes’u yazdı ve nefret etti. Yani nefret etmedi ama “Ya ben niye yazdım bunu, ben büyük romanlar yazarım” diyordu. Biz bugün o adamı hatırlıyorsak Sherlock Holmes nedeniyle hatırlıyoruz. Jules Verne, hayatı boyunca Fransız Akademisi’ne girmeye çalıştı. Almadılar, “Sen macera romanları yazıyorsun” diye. Bugün o akademideki kimseyi hatırlamıyoruz ama Jules Verne’i hatırlıyoruz. Dolayısıyla popüler olmuş ürün, kötü ürün değildir.

Ama hep o muamele yapılıyor.
Yanlış. Yanlış. Yanlış. Bu edebiyatın kendi kriterleri var ve bir tek yargıç var, zaman. Zaman. O zamanın size nasıl davranacağını bekleyeceksiniz. Görmeyeceksiniz. Çünkü öleceksiniz. Ben mutluyum çünkü yaşarken yaptıklarımın neticesini alıyorum; alkışı duyuyorum, para kazanıyorum. Şahane. Yazmak bana çok iyi şeyler verdi. Teşekkür ederim edebiyata.

Türkiye’de son yıllarda artışa geçen, celebrity’lerin kitap ve roman yazma merakı hakkında ne düşünüyorsunuz? 
Bence bu iyi bir şey. Bu şunu gösteriyor; demek ki artık edebiyat yükselen bir değer. Bu kadar ondan buna hücum ediyorsa bir saygınlık kazanıyor. Şimdi biz yazar olarak gittiğimiz zaman Ahmet Ümit hem para kazanan bir adam, aynı zamanda da alkış alan bir adam. Ya işte “Hocam...” Ben hoca değilim. Üniversitede bir hoca falan değilim ama herkes bana ‘Hoca’ diye hitap ediyor. Sokakta insanlar durdurup fotoğraf çekiyor. Bir yere girdiğim zaman bir lokantaya falan, yer yoksa derhal yer bulunuyor. Garson geliyor kulağıma fısıldıyor “Kuru fasulye iyi değil, başka bir şey verelim.”

Bildiğin Tarkan muamelesi!
Aynen öyle. Bu çok değerli bir şey, çok güzel. Bu onları etkiliyor. Mesela manken arkadaşlarım var benim. Bunların hepsinde de “Biz sarışın yeşil gözlü aptallar değiliz, biz de kitap okuyoruz, hatta biz de yazmak isteriz, biz de sanattan anlıyoruz” duygusu gelişmeye başlıyor. Bunu iyi bir şey olarak görüyorum. Kötü bir eser de olabilir, şüphesiz ki bu insanlar güzel eserler de yazabilirler. Yani yanlış anlaşılmasın ama kötü bir eser bile olsa insanlar ona yönelsinler ve okusunlar. Kitap okuma alışkanlığı gelişince bir süre sonra oradan çıkacak ve Dostoyevski okuyacak, ne bileyim Tolstoy okuyacak. Okunsun, kitaptan bir zarar geleceğini düşünmüyorum. İyi bir şey, ben iyi bir şey olarak görürüm onu.

O zaman artık “Türkiye okumuyor” önyargısı da bitti… 
Bence doğru değil. Yeterince olmayabilir. Yani 70 milyonluk bir yerde daha fazla olması lazım. 250 binle değil, bir milyonla çıkmak lazım. Birinci baskımız bir milyon olmalı ve Ahmet Ümit değil; Orhan Pamuk’un da böyle olması lazım. Emrah Serbes’in de böyle olması lazım. İhsan Oktay Anar’ın da böyle olması lazım. Bir milyon satışın herkeste olması lazım. O zaman zaten Türkiye’de bu iç savaş da biter, demokrasi sorunu da biter. Çünkü insanlar artık birbirine çok iyi davranmaya başlar. Sabahları “Günaydın” der ve gülümserler, trafikte kimse kimseye “Beni solladın” diye balta çekip öldürmez.

ARABESK DE SEVERİM OPERA DA… 
Hep, ‘yüksek sanatla’ mı ilgilenirsiniz yoksa popüler kültüre de ilginiz var mı?
Popüler kültürle ilgilenirim, benim için yüksek sanat diye bir şey yoktur. Ama severim. Yani operanın hepsini sevmem ama Aida’yı severim, Bohem’i severim, La Triavata’yı severim ama ötekiler bayar beni. Ama türkü dinlemeyi de severim, Sezen Aksu dinlemeyi de severim. Tarkan dinlemeyi de gayet tabii severim. Zeki Müren’i de çok severim. Müzeyyen Senar çok severim. Severim yani, bayılırım bunlara. Karikatür okumayı severim. Popüler filmler izlemeyi severim. Orhan Gencebay’ın bazı şarkılarını severim, arabesk tabii ki severim. Böyle bir şey olduğunu zannetmiyorum. Bu kategorize yaklaşmaktır. Benim hoşuma giden şey ne ise severim. Birilerinin “Bu aşağı sanat, bu yukarı sanat” demesi beni çok ilgilendirmez. Hoşuma gidiyorsa severim. Tıpkı lahmacunu ve kebabı sevdiğim gibi.

Kaç yaşınızda evlendiniz?
Ben 21 yaşında evlendim. Şimdi 55 yaşındayım.

Bütün o karmaşadan kaçma durumu içinde bir de evlendiniz mi?
Evet, bir de evlendim.

Hâlbuki o dönem sol fraksiyonlarının içinde aşk meşk işleri yasak şeylerdi , değil mi Ahmet Bey?
Bizim fraksiyon, Türkiye Komünist Partisi. Bugünkü değil ama, Nazım Hikmet’in partisi o. Bizim parti, daha büyük bir parti ve Sovyetler Birliği’nin bir parçası. Onlara göre daha esnek bir partidir. ‘Bacı’ kültürü bizde o kadar yoktu.

Yani ben hep öyle okudum.
Doğrudur. Benim okuduğum okul, Moskova’da. Burada Brezilyalılar haftasonu samba yapıyor. Kızlar bikinilerini giyip samba yapıyor. Özgürlük var, seks falan, çok özgür yani... Yunanlılar, Almanlar, İspanyollar… Şahane bir ortam, parti havası var. Ama ondan sonra herkes kendi ülkesine gidiyor savaşıyor. Güzel bir ortam, ufku açan bir şey. Oradan gelen bir parti. Bizim okulda her hafta sonu parti olurdu. Bir salon vardı, kocaman bir Lenin heykeli vardı. Heykelin önünde dans ederdik, samba yapılırdı.

Siz hayata sosyalizm tarafından bakarken, kapitalizmin en büyük kalesi AVM’lerde imza günlerine gidiyorsunuz ama…
Evet doğru, öyle bir eleştiri var. İnsanların olduğu her yere gitmem lazım benim. Türkiye’de kapitalizmin hakim olduğu yer İstanbul şu anda.  İnsanların olduğu her yere gidiyorum. Sıradan bir kitapçıda imza günü yapıyorum. Mesela 26’sında Beyoğlu’nun arka sokaklarında küçücük bir kitapçıda imza yapacağım. Ama Trump Tower’da da imza yapıyorum. Çünkü orada da insanlar beni okuyor. O insanlara gitmemem mi lazım?  Ben orada imza yapmayınca, bütün o AVM ideolojisi çöküyor mu?

Hayır teslim olmuş oluyorsunuz… 
Ama Türk Hava Yolları da aynı. Metro Turizm’e bindiğin zaman da öyle. Bu elektriği kullanıyorsun, AKP’li belediyenin elektriği, içtiğimiz su… Böyle bir şey olabilir mi? Mümkün değil, ben buna asla katılmıyorum ve tabii ki devam edeceğim. İnsanların olduğu her yere gideceğim. İnsanların olduğu her yerde de kitaplarımı anlatmaya çalışacağım. Kitaplarım zaten benim ideallerim ve düşüncelerimi anlatıyor. Okuyan insanlar bunları zaten paylaşan insanlar. Dizi yapacaksın. Nereye dizi yapacaksın? Bir tane dürüst, tarafsız, muhalif bir kanal mı var? İşte onlara yapacaksın, başka çaresi var mı? Film yapıyoruz, o filmi AVM’lerdeki sinemada izleyeceksin. Nerede izleyeceksin?

Bu anlamda İskender Bey (Pala) ile oturmanız da çok tartışıldı. 
İskender Pala’yla aynı masada bulunmayı çok önemli buluyorum. Senin sorduğun soruda vardı o, fiili bir bölünmüşlük yaşıyoruz. Hayır. Konuşabilmenin hâlâ mümkün olduğunu kanıtlamak için, o programı kabul ettim. Bilhassa İskender Pala da orada olsun, Mario Levi de orada olsun, Ahmet Ümit de orada olsun. Birbirinden farklı düşünen, ayrı insanlar, hayata farklı bakan insanlar gelsinler, medeni bir şekilde konuşsunlar. Televizyonlarda biz görüyoruz; gazeteciler bile adeta kavga edercesine tartışmaya giriyor. Hayır, biz onu tartışmayız, farklı bakacağız Mevlana’ya. Belki İskender Pala farklı bakacak, ben farklı bakacağım, Mario Levi farklı bakacak. Ama biz bu farklı düşünceleri aynı konu üzerinden insanlara aktarabilmeliyiz. O yüzden bütün bu tepkilere rağmen ben o programa katılmayı kabul ettim. Bilhassa kabul ettim ki çözüm bu, başka çaremiz yok bizim. “Ya şu gruptan olursun, yaşarsın ya bu gruptan olursun, ülkeyi terk edersin” düşüncesinden kurtulmamız lazım. Bu ülkedeki muhaliflerin hepsi bu ülkeyi terk etse, bu ülkede sadece hükümete inanan insanlar kalsa, bu ülke yine batar. Bu ülkeyi kurtarmanın tek yolu var; hepimizin hepberaber, özgürce, kendi haklarımızı, kendi yaşam biçimimizi koruyarak var olmamız. Bu ülkeyi kurtaracak tek yol bu. Başka yol yok. Bu program da onu anlatıyor.

Askeri vesayet bitmedi mi sizce?
Türkiye’de işler bizim kendi iç dinamiklerimizden çok dış dinamiklerimizle yürür. Dış dinamikler devreye girerse her şey değişebilir. Burası maalesef bir Ortadoğu ülkesi ve maalesef buradaki darbelerin arkasında dış güçler var. Mısır’da olduğu gibi. Mısır’da darbe olacağı kimsenin aklına gelmezdi. Ama burada belli olmaz. Çok güçlü bir ihtimal değil ama ihtimal dışı da değil.

TELEVİZYON BANA HİTAP EDEN BİR YER DEĞİL  
Televizyonda tarihi dizilere bakıyor musunuz?
Bakmıyorum.

Televizyona bakmıyorsunuz?
Şöyle bakıyorum. Birkaç polisiye yabancı dizi seyrediyorum, o kadar. Ve film izliyorum. Türk dizilerini çok fazla izlemiyorum. Birkaç arkadaşım dizide oynadığı zaman ya da bir senaryo yazarı “Ahmet bir bakar mısın?” dediği zaman dönüp bir bakıyorum. Fikrimi söylüyorum, bana çok hitap eden bir şey değil orası. Çok, çok beğendiğim bir yer değil orası. Önceleri televizyonda haberleri izliyordum ama artık onu da izlemiyorum. Huzurum bozuluyor. Moralim bozuluyor.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums