- 16.03.2017 00:00
ABD’ de Trump’ın başkanlık yarışını kazanmasının ardından yaklaşan Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri küresel siyasete yepyeni değişimler getirecek ve insanoğlunun demokrasi kültürünün ne şekilde gelişeceğini belirleyecek.
Trump’ın seçilmesinden sonra ortaya çıkan toplumsal hareketler azımsanacak gibi değildi, Amerika’da toplumun her kesiminden insan karşı duruşunu gösterdi ve aynı kaderi Fransa ‘da yaşayacak gibi.
Fransa seçimlerinin favori adayı Macron’un durağan olan ekonomik büyümeyi iyileştireceğine dair önerdiği politikalar Sovyetler Birliği’ni dağıtan fiyat belirleme politikaları ile ikiz yavrular gibi benziyor. Özellikle aynı aileden olan bireylerden sadece bir tanesinin kamu görevinde bulunabileceğini düzenleyen yasalar fırsat eşitliğini sağlamayı amaçlasa da demokrasinin ilkeleriyle hiçbir yerden bağdaşmıyor. Bir zamanlar bizim ülkemizde de buna benzer uygulamalar vardı, aynı aileden üç kişi memur olamazdı ve sona kalan evlat genellikle soyadını değiştirip şansını denerdi.
Bir politikanın iyi mi yoksa kötü mü olduğunu anlamamıza yetecek en değerli belirti de ailenin birlik ve bütünlüğünü koruması veya bozmasıdır. Sadece küçük bir soyadı meselesi olsa da ailenin birliği bozuluyorsa o politika kötüdür. Tabii ki günümüzde kullanılan bilgisayarlı sistemler bu türden çare bulmaları engelliyor, Avrupa’da böyle şeylere daha çok itina gösterilir; fakat yine de bir bireyi ailesinde devlet memuru olduğu için kamu görevinden mahrum etmek ayrımcılığın daniskasıdır. O zaman AB’ye sorabiliriz; nerede kaldı birey ve bireysel haklar, özgürlükler?
Günümüzde politik uygulamaların neyi sağlamayı hedeflediğinden çok, neyi önlemeyi amaçladığını sorgulamamız bizi özgürlüklerimize daha da kenetleyecektir inancındayım. Tüm dünyada gelişmekte olan merkezileşme eğilimleri, yürütme organlarının güçlerini arttırma trendi ve bireysel hakların azar azar tırpanlanması sadece ülkemizde değil en gelişmiş Batı toplumlarının dahi ortak endişesi. En iyi kabul edilen sosyal bilimcilerin üzerinde fikir birliği sağladığı tehlike olan ‘’Küreselleşme’’ olgusu koyun postu giymiş bir kurt misali küresel sivil toplumun içine çoktan girdi ve en zayıf, kırılgan ortak değerimiz olan özgürlük duygularımıza dişlerini geçirmeyi başardı. Bizim ise bu durumda kendimize sormamız gereken soru şu: Küreselleşme ABD’nin tüm insanlığın üstünde kurduğu hakimiyeti ifade eden bir kavram mı olacak; yoksa her ırktan insanın mutlu ve barış içinde bir arada yaşadığını anlatan bir kavram mı olacak?
Küresel siyasette yakın geçmişe bir göz attığımızda Sovyetler Birliği’nin dağılması, 11 Eylül Saldırıları ve Arap Baharı, ardından Brexit ve Trump, yakın gelecekte de Macron… Tüm bu gidişat bence ABD‘nin dünya üzerindeki hakimiyetinin en basit delilleri. Bu yüzden küreselleşme yanlıları her şeyi ele geçirirken küreselleşme karşıtları elindekileri yavaş yavaş yitiriyor!
Brexit sonrası İngiltere’nin batacağını düşünenler vardı ve onlar yanıldı. Tarihi bir hamleyle ABD’nin yanına geçen İngilizler küresel siyasetteki statülerini, refah seviyelerini ve tüm güçlerini çok kısa zaman içinde arttırmak için bunu yaptı.
Demokrasi kavramının insanlık açısından nerede ve nasıl konumlandığını anlamak için başvuracağımız geçerli bir kaynak hiç olmamıştır ve bundan sonra da olmayacak; çünkü ideal topluma ulaşmanın aracı olarak kabul edilen demokrasi uygulamada tüm kapsayıcılığıyla kendini gösterse de ideal toplum, adı üzerinde; ideallerle ilgili… Ünlü siyaset bilimci Francıs Fukuyama’nın ‘Tarihin Sonu ve Son İnsan’ adlı eserinde belirttiği gibi liberal demokrasi olgusu tüm dünyada uygulanan bir yönetim şekli olarak diğer tüm yönetim biçimlerine üstün gelmeyi başarmıştır. Bu başarının bilimsel tez olarak ortaya konulması ve sonrasında diğer bilim adamlarının bu tezi çürütme çabalarının başarısız kalması demokrasi kavramının erişilmesi imkansız gerçek bir ideal olduğunun anlaşılmasını sağlamıştır.
Günümüzde temel problem olarak görülen; liberal demokrasiyle yönetilen devletler sayıca çoğalmışken, temel hak ve özgürlükler neden gittikçe kısıtlanıyor sorusu bundan sonra kafaları en çok meşgul eden problem olacaktır. Bu soruna dair şimdiye kadar verilmiş cevapların hepsi şunlardır; gelir adaletsizliği, dünya nüfusunda meydana gelen devasa artış hızı, teknolojik gelişmeler sonucu oluşan yeni kültürel kimliklerin ekonomik düzenin devamlılığına karşı oluşturduğu tehditler… Bana kalırsa bu sayılan nedenlerden hiçbiri gerçek bir sorun değildir; çünkü zenginliğin, nüfusun ve kültürel çeşitliliğin artması olgularının özgürlükler ile olan ilişkisi ikinci derecedendir. Sorunun kaynağını oluşturan etken bence biyo-politiktir. İnsanın doğa ile olan ilişkisinde meydan gelen bozulmalardan dolayı insanlık özgürlüklerinden vazgeçme eğilimindedir. Doğal alanların çok hızlı bir şekilde kaybedilmesi neticesinde türümüzün devamlılığının büyük bir tehlikede olduğunu anlayan biyolojik korunma mekanizmalarımız devrededir ve o mekanizma bizi özgürlüklerimizden vazgeçmemiz konusunda ikna etmiş durumda. Bu kayıplarımız nereye kadar sürecek belli değil; çünkü günümüzde özgürlük için savaşacak bir Mandela, bir Gandi, bir Mustafa Kemal yok!…
Yorum Yap